Elizabeth Çağı’nın sonu

Abone Ol
Elizabeth’ın çağı zamansızdı çünkü her şey değişse dahi değerini yitirmeyen bir değerler bütününü temsil ediyordu. Hayatını kamu hizmetine adamış, kibirden uzak, çalışkan ve vatansever bir İngiltere kimliğiydi o.

Loading...

Uzaktan bakınca hiçbir yetkisi ve siyasi gücü olmayan, sembolik bir Monarşinin başı, sarayların turizm cazibesini artırmaktan başka bir işe yaramıyormuş gibi gözükebilir. Bu yüzden de Britanya Kraliçesi Elizabeth’in ölümünün ardından dünyanın dört bir yanında tutulan yas, şaşırtıcı durabilir. Bu, sembollerin hayatımızda oynadığı rolü anlamamaktır sadece. Oysa Elizabeth öyle bir semboldü ki, Britanya’da 70 yıldır paranın üzerinde onun portresi, posta pullarında onun resmi, devlet dairlerinin girişinde onun yüzü vardı. İngilizlerin en çok rüyasına giren insan oydu. 17 devletin başı, 40’a yakınının Britanya ile ilişkilerinde bir diplomasi köprüsüydü. Elizbeth Çağı’nın sonu, tam da bu yüzden önemli. Ülkelerin tarihi için semboller; en zor zamanlarda da değişimin en yırtıcı fırtınalarında da istikrarın yapıtaşlarından biridir. Tam da bu yüzden Elizabeth’in 70 yılı, yani dünyada yepyeni bir hayatın kurulduğu bu son 70 yılda monarşiyi geçmişe ait bir nostalji olmaktan çıkaran Kraliçe’nin tahttaki on yılları, Britanya tarihinde önemli bir rol oynuyor. Düşünün, Elizabeth’in babası Kral George VI 1952 yılında henüz 56 yaşındayken öldüğünde Londra’nın üzerine düşen Nazi bombalarının tamamı henüz temizlenmemiş, Winston Churchill henüz emekli olmamış, Avrupa’nın büyük bir kısmı Stalin’in Sovyetler Birliği’nin tiranlığına daha yeni boyun eğmişti. Demir Perde’nin Berlin’deki duvarı bile henüz inşa edilmemişti. Elizabeth henüz 26 yaşındaydı ve tarihin kırılma anlarından birinde, Soğuk Savaş’ın sert başlangıcında, bir Başbakan ile çalışmanın ne demek olduğunu bilmediği hâlde kendini Kraliyet’in başında buldu. Oysa babası, iki dünya savaşı görmüş, birinde Kral olarak -ve kekemeliğine rağmen- yaptığı konuşmalarla İngiliz toplumunun o büyük felaketle mücadelesini örgütlemişti. Başbakan Churchill, kendi donanmasının ‘ölürsünüz’ uyarısına rağmen Normandiya Çıkartması’na katılmak istediğinde, askeriye Kral’ı araya sokarak Başbakan’ı Londra’da kalmaya ikna edebilmişti. Babası, Kraliyet’i Elizabeth’e, Elizabeth’i de Churchill’e emanet etmişti. 20’lerinin henüz ortasındaki Elizabeth, işte bu ‘büyük adamların dünyası’nda Kraliyet’i ayakta tutmakla görevliydi. Hem dünya hem de Birleşik Krallık için yepyeni bir dönem başlamıştı. Büyük atılımlar da dramatik siyasi çalkantılar da kapıdaydı. Örneğin dünya savaşlarının ardından Britanya, artık ‘tepesinde güneş batmayan’ bir krallık kalamayacağını kabul etmek zorundaydı. Savaşın ardından ilk seçimleri kazanan İşçi Partisi, Clement Attlee liderliğinde Britanya’nın küresel rollerini terk etmeye başlamıştı. Yüzyıllık İngiliz yönetiminin ardından Hindistan özgürlüğüne kavuşmuş, hükümet Avrupa’da güvenlik desteği verdiği Türkiye ve Yunanistan’dan çekilmiş, ABD’yi bu görevleri üstlenmeye davet etmişti: eski krallık yerini yeni dünyaya bırakıyordu. Elbette Kraliyet’in önündeki en büyük engel de o eski krallığın sembollerinden biri olmasıydı. Gittikçe liberalleşen, İngiliz devlet adamlarının yerine John F. Kennedy gibi barış dönemi çocuklarının geçtiği bu yeni dünyada Kraliyet’in doğal ölümü de kolaylıkla gerçekleşebilirdi. Zira Elizabeth’in Kraliyet’teki görevini kutlayan eski Başbakan Clement Attle, ülkenin 16’ncı yüzyıldaki kraliçesini anımsatarak ‘’yeni bir Elizabeth Çağı’nın başladığını’’ ilan etmişti. Oysa Elizabeth, referanslarını geçmişten almak yerine, Kraliyet’i gününe uygun hâle getirecekti. Yani içine doğduğu bu kurumu ölüme terk etmeyi değil, yaşatmayı tercih edecekti. Mesela artık Londra’dan yönetilmeyi kabul etmeyen eski İngiliz kolonileriyle, yani Commonwealth’le, Kraliyet’in ilişkisini bir ast-üst ilişkisi olmaktan çıkardı. Artık Kraliçe ‘patron’ değil, bu ülkelerle Britanya arasındaki köprü olacaktı. O köprü, eski kolonilerden milyonlarca insanın İngiltere’ye gelip burada iş, aş ve aidiyet bulmasıyla sonuçlandı. Elizabeth Kraliçe olduğunda beyaz, Hristiyan İngilizlerin mutlak çoğunluğunda olan Britanya, yıllar geçtikçe çok kültürlü ve renkli bir topluma dönüştü. Commonwealth de hâlâ uluslararası iş birliklerinin yapıldığı, iyi işleyen bir devletler topluluğu olarak hareket ediyor. Elizabeth tahta çıktığında Kraliyet Ailesi’nden ya da en zengin birkaç aileden ya da hükümet temsilcisi olmadan uçağa binilemeyen zamanlardı. Uçaklar da bugünkü gibi güvenli ulaşım araçları da değillerdi. GPS teknolojisi emeklemiyordu bile. Hava durumunu tahmin etmek, bir nevi kahinlik yapmaktı. Geçen gün görevini onayladığı 15’inci başbakanı Liz Truss’ın doğmasına daha 23 yıl vardı.
Tahtta geçen 70 yılın özeti de buydu zaten: Elizabeth hiçbir zaman bir nostalji simgesi olmadı. Hep gününü temsil etmeyi başardı. Elizabeth Çağı, bir değişim çağıydı.
Oysa Elizabeth tahta geçtiğinde bile dünya, monarşilerin tarihinin geçtiğini konuşuyordu. Bu sesler zaman içinde sadece yükselecekti. Kraliçe Elizabeth, insanlık tarihinin gördüğü en güçlü değişim rüzgarlarının karşısına yüzlerce yıllık bir aileyi ve geleneği temsil ederek çıkıyordu. Tahttaki 12’nci yılında Bob Dylan “Times They Are A-Changing” diyecekti. “Bildiğiniz eski yollar artık varmıyor hiçbir yere; yeni yollardan çekilen, değişiyor zamanlar, değişecek.” 22’inci yılında kişisel bilgisayarlar; 30’uncu yılında internet icat edilecekti. Onun doğduğu yıl Birleşik Krallık’ta ortalama yaşam süresi 42 yıldı; modern tıbbın inşasıyla bu sayı, o tahttayken, 87’ye kadar çıktı. Yüzlerce hastalığın tedavisi Elizabeth Kraliçeyken bulundu. Dylan haklıydı; eski yollar yıkıldı, yenileri yapıldı. Değişiyordu zaman; değişti. Elizabeth, bu değişim rüzgarlarının yıkamadığı bir kaleydi. Çünkü hem zamansızdı hem zamana ayak uydurmayı biliyordu. Zamansızdı çünkü her şey değişse dahi değerini yitirmeyen bir değerler bütününü temsil ediyordu. Hayatını kamu hizmetine adamış, kibirden uzak, çalışkan ve vatansever bir İngiltere kimliğiydi o. Ve o İngiltere var oldukça, Kraliçe’nin değerleri de anlamını yitirmedi. Ama zamana ayak uydurmayı da biliyordu çünkü yok olup giden İmparatorluğa uzaktan bakıp hayıflanmıyor, küllerinin üzerinden Britanya’nın yumuşak gücünü artırmak için yepyeni diplomasi bağları kuruyordu. Güney Afrika’da Nelson Mandela ile kameralara gülümsüyordu. Tahtta geçen 70 yılın özeti de buydu zaten: Elizabeth hiçbir zaman bir nostalji simgesi olmadı. Hep gününü temsil etmeyi başardı. Elizabeth Çağı, bir değişim çağıydı.