Ekonomik sorunlarımızın çözümünde siyaset- sermaye ilişkisi

Abone Ol
Sabit sermaye birikimi ve bunun mülkiyeti ile birlikte emek ve sermaye ekseninde meydana gelen kutuplaşma hâlâ önemlidir. Bu siyasi oluşumların temsiliyetleri açısından da önemli bir kaynak oluşturmaktadır.

Loading...

Bugün Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı ekonomik sorunlar basit makroiktisadi politikaların uygulanması ve istikrar sağlayıcı tedbirlerin alınmasıyla çözülemez. Dönüşüm aşamasına gelen ekonomide, siyasetin bu sorunların çözümü için devreye sokacağı sermaye birikim sürecinin ne olacağına da karar verilmesi gerekmektedir. Bu bakımdan siyasetin gelecekte sermaye ile nasıl bir ilişki içinde olacağının tanımlanması gerekmektedir. Zira bugünkü mevcut durum ne sürdürülebilirdir ne de ihtiyaç duyduğumuz refahı yaratıcı nitelikte değildir. Yirminci yüzyıl boyunca hâkim kalkınma anlayışımız sanayileşmeyi refahın kaynağı olarak görmüş, sermaye birikimini de sanayileşmenin en önemli aracı olarak kabul etmiştir. Refah arayışında olan ülkeler hızlı sanayileşebilmek için sermaye birikimine önem vermişlerdir. Bu sürecin hızlı gerçekleştirilebilmesi için kendilerine göre en uygun iktisadi sistemi oluşturmuşlardır; sosyalizm ve kapitalizm gibi. Sistem ne olursa olsun sanayileşme ve sermaye birikimi kalkınmanın ana unsuru olmaya devam etmiştir. Sabit sermaye birikimini öne çıkartan bu kalkınma anlayışının siyasete yansımaları bizim gibi ülkelerdeki siyasi gelişmelere de yön vermiştir. Sanayileşme sürecinde emek ve sermaye arasında beliren ve buna bağlı siyasi dinamikleri doğuran kutuplaşmaların kaynağı bu anlayış olmuştur. Bu kalkınma anlayışı uyarınca iktidarlar sermaye birikimini sağlayacak “sermaye sınıfı” ile sıkı bir ittifak içinde olmuşlardır. Sanayileşme refahın kaynağı olmaya devam ettikçe, iktisadi sistemin kapitalist ve sosyalist olmasının bir önem yoktu. Sistemler arasındaki asıl fark fiziki sermaye birikiminin mülkiyetinin kimin elinde bulunacağı konusunda ortaya çıkmıştır. Biri mülkiyetin devlet elinde yoğunlaşmasıyla sermaye birikiminin ve refahın daha hızlı arttırılabileceğini savunurken, diğeri mülkiyetin yaygınlaştırılmasının toplumlara daha çok refah getireceğini iddia etmiştir. Doksanlı yıllarda çöken Sovyet bloğu, aynı zamanda sermaye birikiminde mülkiyetin kimin elinde olacağı konusundaki tartışmaları da sonlandırmıştır. Bu birikimin özel kesim eliyle yapılması ve bunun teşvik edecek iktisadi ve siyasi ortamı oluşturma fikri genel olarak kabul görmüştür. Ancak bu iki sistem arasındaki mücadelenin sona ermesinde siyasetin oynadığı rol çok fazla öne çıkartılırken, ekonomik manada dünya ekonomisindeki değişimin sosyalist sistemde yol açtığı tahribatın etkileri gözden kaçırılmıştır. Zira aynı dönemde ABD gibi Batılı devletler refahın kaynağı olarak sanayiden uzaklaştı. Hizmet sektörünün asıl değer yaratılan sektör olarak öne çıkması, sanayiyi siyasi ve toplumsal örgütlenmesinde referans alan sosyalizmi de zora soktu. Elbette bizim gibi gelişmekte olan ülkeler, yine geçmişteki gibi bu ayrımın farkına çok geç vardılar.  Ortaya çıkan gelişmeler küresel düzlemde bir eğilim olsa da bizim gibi ülkelerde sabit sermaye birikiminin ulaştığı seviye hâlâ yeterli değildir.  Geçmişin kalkınma anlayışının ekonomi dinamikleri belirlemede güncelliğini koruduğu düşünülebilir. Sabit sermaye birikimi ve bunun mülkiyeti ile birlikte emek ve sermaye ekseninde meydana gelen kutuplaşma hâlâ önemlidir. Bu siyasi oluşumların temsiliyetleri açısından da önemli bir kaynak oluşturmaktadır. Ancak buna rağmen dünyadaki gelişmelere gözümüzü kapamamız ve o gelişmeleri görmezden gelmemiz mümkün değildir. O nedenle birçok gelişmeyi siyasi düzlemde temsil etmek ve onlara iktisadi kararlarda temsil hakkı tanımak, bize geleceği işaret eden dinamiklerin doğmasına olanak sağlamak gerekmektedir. Bu piyasa üzerinden gerçekleştirilebilecek bir amaç değildir.  Devletin devreye girip bu yeni sermaye süreçlerinin gelişimi için fırsatları devreye sokması gerekmektedir. Siyasi iktidarların sorumluluğu ise, zor da olsa bu farklı süreçleri bir arada yaşatmak ve yönetmektir. Bugün AKP’nin temsil ettiği iktidar erkinin bu yönetimi yeterince yapamadığı görülmektedir. Son zamanlarda yaşanan değişimler sadece sermaye birikiminin mülkiyetinde ve çeşitliğinde yaşanmamıştır. Ayrıca kalkınmanın çevresel etkileri de dikkate alınmaya ve daha iyi bir çevreye sahip olmak refahın tanımı içine dâhil edilmeye başlanmıştır. Sanayileşme sürecinde sermayenin çevreye bakışı yirmi birinci yüzyılda yaşanan siyasi ayrışmaların önemli bir unsuru hâline gelmiştir. Bunun dışında sanayileşmeyi esas alan politikaların gelir dağılımı üzerinde yaptığı istenmeyen etkilerinin de göz ardı edilmesi artık mümkün değildir. Dolayısıyla sanayileşme üzerinden sağlanacak refahın kapsayıcılığının sağlanması da yeni siyasi kriterlerden biri olmaya başlamıştır.
Son zamanlarda yaşanan değişimler sadece sermaye birikiminin mülkiyetinde ve çeşitliğinde yaşanmamıştır. Ayrıca kalkınmanın çevresel etkileri de dikkate alınmaya ve daha iyi bir çevreye sahip olmak refahın tanımı içine dâhil edilmeye başlanmıştır.
Bu bakımdan bugün, aynı 1980’lerin başında olduğu gibi, sanayileşmede ve ona kaynaklık eden sermaye birikiminin niteliğinde değişimlere şahitlik ediyoruz. Geçmişte gelişmekte olan ülkeler sadece sermaye birikiminin miktarını arttırmaya gayret ederken, şimdi bir de çeşitliğini sağlamak zorunda kalmaktadırlar.  Dahası bu sürecin sonuçlarından toplumun tüm kesimlerinin yararlanmasını sağlayacak politikaları uygulamak zorundadırlar. Tüm bu sorumluluklar günümüz siyasetini çok da zor hâle getirmekte, siyasilere çok fazla sorumluluk yüklemektedir. Ancak ülkemizdeki bugüne kadarki kalkınma sürecinde böyle amaçların görülebilmesi pek mümkün olmamıştır. Sermayede ortaya çıkan çeşitliliğe büyük ölçüde iktidar mücadeleleri öncülük yapmış, ekonomik öncelikler göz ardı edilmiştir. Öncelikle ülkedeki sermaye birikiminin seviye olarak yeterli olmaması, devlete bu yönde bir fonksiyon yüklenmesine ve bu amaçla sermaye birikimini arttırıcı politikaların uygulanmasını zorunlu kılmıştır. Bu anlayış neticesinde iktidarların sürekli olarak altyapı yatırımlarına yönelmesi ve kıt mali kaynaklarla daha çok inşaat ve bayındırlık faaliyetlerine yönelmesine yol açmıştır. Ülkemizdeki sermaye birikimi belli bir düzeye ulaşılmasının ardından, bu kez de sermayede çeşitlenmeyle karşı karşıya kalınmıştır. Ardından da bu çeşitliliğin ortaya çıkardığı farklı kesimlerin siyaset üzerindeki etkileriyle baş edebilmeye çalışılmıştır. Ülkemizin bugün karşı karşıya kaldığı ekonomik sorunlarla baş edebilmek için siyasetin sermaye ile ilişkilerinin önemli olduğu kanaatindeyim. Bunda da iki faktörün etkili olacağı görülmektedir. Bunlardan ilki sanayileşmenin bizim gibi ülkelerde nasıl gelişeceği ve refahın yeni kaynaklarının hangi iktisadi faaliyetler olacağıdır.  Diğeri ise ülkemizdeki farklı sermaye gruplarıyla siyasilerin nasıl bir ilişki kuracağıdır. Bu konuda ne iktidarda ne de muhalefette çok fazla netlik yok. Günümüzde kalkınmanın hâlâ sanayileşme olduğu fikri bizim gibi ülkeler için geçerliliğini korumaktadır. Bizim gibi ülkeler için refahın kaynakları bakımından çok fazla değişim yaşanmadı. Ancak bizler için sanayileşme sadece arz açıklarının kapanması için başvurulan bir hedef değildir. Aynı zamanda hâlâ etkisi altında olduğumuz “sermaye birikimi açığının” kapamanın yoludur. Özellikle borçlanmadan ve kendi imkânlarımızla sermaye birikimi sağlamanın çaresidir. Her ne kadar gelişmekte olan ülkeler sanayi politikalarında yeniliklere, teknolojik gelişmeler ağırlık verip, beşerî sermayelerini bunu yönelik olarak dönüştürmeye çalışsalar da bu ülkelerdeki temel problem hâlâ sermaye birikiminin boyutunun yeterli olmamasıdır. Hatta sermayenin büyüklüğünün yeterli olmaması onun siyasi iktidara bağımlı kalmasına ve onun bir uydusu haline gelmesine yol açmaktadır. Gelişmiş piyasa ekonomilerinde ise sanayinin eski önemi kalmamış, fiziki sanayi üretimi batıdan doğuya doğru kaymıştır. Ancak gelişmekte olan ülkelerin bu ekonomileri kendilerine referans almaları ve o ülkelerdeki teknolojik ve ekonomik gelişmelere öykünmeleri, kendi ekonomilerindeki açıkların görülebilmesine mâni olmaktadır.
Ülkemizde de sermayedeki yeni kırılmayı ve oluşacak yeni sermaye birikimini kimin temsil edeceği sorusu hâlâ cevap bulmuş değil.  Siyasi düzlemde buna cevap verilmesi zaruridir.
Ülkemizde de sermayedeki yeni kırılmayı ve oluşacak yeni sermaye birikimini kimin temsil edeceği sorusu hâlâ cevap bulmuş değil.  Siyasi düzlemde buna cevap verilmesi zaruridir. Bu cevap hem ülkemizdeki ekonomik sorunların aşılmasında hem de kalkınma sürecinde ihtiyaç duyacağımız yeni sermaye birikiminin sahiplenilip, desteklenmesinde ihtiyaç duyulan kurumsal yapının oluşması için gereklidir. Bu sermaye birikiminin iki önemli unsuru bizim dışımızdaki gelişmelerin ışığında oluştu bile. Bu bir yönüyle çevre ve iklim duyarlılığı olan bir üretim yapma zorunluluğunun yükselmesi, diğeri de teknoloji ve yenilik içeren üretim süreçlerinin tüm dünyada yaygınlaşmasıdır. Ayrıca bölüşümü dışlayan bir sermaye birikimi düşünebilme imkânı kalmamıştır artık. Türkiye’nin şu anda maruz kaldığı krizi bu kriterleri gözeten bir sermaye birikimi sürecini sahiplenilerek aşılabilecektir. Bu ihtiyaç şimdilik yeteri kadar açılıkla görülemeyebilir. Ancak süreç ilerledikçe, ülkemizde ve dünyada yaşanan gelişmeler bu ihtiyacı daha görünür kılacaktır. Ülkemizde hâkim olması beklenen yeni siyasi bakışın bu gelişmeleri kapsayacak nitelikte olması beklenmektedir.  Bunun yanında, kırk yılı aşkın bir süredir ülkemizde ve dünyada uygulanan ve sahiplenilen birikim modelinin yarattığı aksaklıkları ve kesimler arası dengesizlikleri giderecek nitelikte bir bakış açısı olmalıdır. Bu bakımda emek ve sermaye arasında oluşturulmuş dengenin tekrar düşünülmesi ve emeğin birikimin kaynağı olmaktan kurtarılması gerekmektedir. Ulaştığımız teknolojik düzey, bazı alanlarda sahip olduğumuz pazar üstünlükleri ve kontrol edebildiğimiz uluslararası değer zincirlerinin yarattığı değerler yeni sermaye birikiminin kaynağı olarak görülmelidir. İçeriye değil, dışarıya yönelik değer üretme süreçlerinin öne çıkartıldığı ve sermaye birikiminin kaynağının dışarıdan elde edildiği bir sürecin devreye sokulması gerekmektedir. Üretilen değerlerin sadece yurtiçinde değil, aynı zamanda yurtdışında da bir değer oluşturmasını sağlayacak bir sermaye birikimi süreci oluşturulmalıdır. Sorun bu dönüşümün nasıl ve ne kadarlık bir sürede sağlanacağı ve kimin bu sürece liderlik edeceğidir.