Pazar Politik Gündem

Ekonomik krizin yönü ve bankalar

Abone Ol
Türkiye’de ekonomik kriz, satın alma gücü ve reel sektörden, bankalara doğru uzanan bir seyir izliyor. Krizin son safhasında bankaların da olumsuz etkileneceği yönünde rahatsız edici sinyaller var. Doç. Dr. Fikret Kartal yazdı.

Loading...

İzlenen para politikası sonucu yaratılan ve üç aşamadan oluşan krizin ikinci aşamasında bulunmaktayız. Faiz ve döviz kurundaki keskin artışla başlayan ve satın alma gücü ile sermayeyi eriten kriz üretimdeki daralmayı içeren üçüncü aşamaya doğru ilerlemektedir. Yanlış politikaların ısrarla sürdürülmesi nedeniyle, krize karşı mücadeleye edilmeye başlansa dahi, birkaç yıla yayılacak yüksek bir maliyetle karşılaşılması kaçınılmaz hale gelmiştir. Bu süreçte bankaların durumu gerçekçi bir analizle ortaya konulmalıdır. Ayrıca bankalara krizin faturasından verilecek pay da önemli bir husustur.

Türkiye’de izlenen ekonomi politikalarının ilk olma niteliğinde çok sayıda ironik yönü bulunmaktadır. İroninin öne çıkan yönü; doğru veya yanlış, izlenen her politikanın en azından dar bir kesim tarafından desteklenmesi veya siyasi iktidara kısa dönemli menfaat sağlaması beklenirken, cari politikaları destekleyen herhangi bir çevrenin bulunmaması ve kısa dönemli dahi bir yarar elde edilememesidir. Mevcut ekonomi politikalarının olumlu tesirler yarattığı alanlar olarak, yüksek enflasyona ve ciro/maliyet artış oranlarına göre oldukça düşük faizden borçlanan ‘reel kesim’ ve yüksek nominal kâr rakamlarına ulaşan ‘bankacılık sektörü’ gösterilmektedir. Her dengesizlik bünyesinde sürdürülemez bir denge yaratmaktadır. Uygulamada ve teoride karşılaşılmayan bir şekilde, enflasyonun artığı bir ortamda, borç alan (şirketler) ve borç veren (bankalar) kesim aynı anda mevcut sistemden fayda sağlıyor gibi sunulmaktadır. Bu illüzyonu besleyen şartlar ise; kamu kesiminin ihraç ettiği enflasyona endeksli kâğıtlar, merkez bankasının ucuz fonlaması ve reel kayba uğrayan tasarruf sahipleri ile borç veren kesimin sunduğu kaynaktır. Ayrıca piyasada oluşan fiyatların (döviz kuru ve faiz) yapay olması ve gerçek oranlardan bir hayli düşük olduğu belirtilen resmî enflasyonun kişisel satın alma gücü ve şirketlerin faaliyet sonuçları üzerinde yarattığı bulanıklık da illüzyonu beslemektedir. Mal ve hizmetlerin satış fiyatı ve geleceğe dönük planlamalar ile yatırım kararlarında dikkate alınmayan resmî enflasyon oranı sadece ücretlerin belirlenmesinde kullanılmaktadır. Diğer yandan, tüm kişi ve şirketlerin kredilere erişim olanağının bulunmadığı, hâlihazırda kredi alanların bir kısmının ise geri ödeme kapasitesinin zamanla zayıfladığı, geniş kesimlerin birikimlerini tükettiği hatırda tutulmalıdır. İllüzyonun maliyeti ise şimdilik sadece yoksullaşma, yüksek enflasyon, bütçe yükü ve belirsizliğin yol açtığı karmaşadır. Karşılaşılacak ilave ve asıl maliyetlere ise aşağıda temas edilmektedir. İroninin ikinci yönü; mevcut sistemden en çok faydalandığı iddia edilen kesimlerin yüksek sesle şikâyetlerini dile getirmesidir. Çünkü tüketim ve yatırım harcamaları ile faaliyetlerin devamlılığı bakımından gerekli olan faktörlerin öncelik sıralaması yapıldığında, istikrar/öngörülebilirlik, yatırımın getirisi, ciro ve kârlılık beklentileri, tüketimin faydası gibi faktörler faiz maliyetinden daha üst sıralarda yer almaktadır. Faaliyetlerin akışı, yatırımlar ve planlama bir kenara konularak konu sadece finansman bağlamında ele alındığında ise, faiz değil, likidite ve kredi verilebilir fon miktarı esas belirleyicidir. Ekonomik koşulları ve faaliyetleri bir sonuç olan faize indirgeyip, anahtar özelliğe sahip diğer faktörleri ıskalamak yüksek bir fatura çıkarmaktadır. İroninin diğer bir yönü ise; sistemin tersten kurgulanması ve bedelinin halka yanlış metotla ödettirilmesi nedeniyle, ödendikçe bakiyesi artan yakıcı bir faturanın bulunmasıdır. Bedelin ödenmekte olduğunu düşünen kesimler faturanın bakiyesinin azalmadığını, tersine daha da büyüdüğünü anlama sürecindedir. İçinde bulunulan kriz, para politikasından kaynaklanan, satın alma gücünü ve sermayeyi eriterek reel sektöre ve bankalara doğru ilerleyen bir güzergâhtadır. Üç aşamadan oluşan, yönü ve ulaşacağı nokta son derece açık olan krizin hâlihazırda ikinci aşamasında bulunulmaktadır. İlk aşama, yanlış para politikası kararları neticesinde finansal piyasalardaki temel fiyatlar olan döviz kuru ve piyasa faizlerinin keskin şekilde yükselmesidir. Merkez bankasının belirlediği politika faizinin hangi koşullarda parasal aktarım mekanizması üzerinden piyasa faizlerini etkileyebileceğinin ihmal edilmesi krizin fitilini ateşlemiştir. Akabinde, içinde bulunduğumuz ikinci aşamada, özellikle döviz fiyatlarını takip eden mal ve hizmet fiyatları keskin şekilde artmış, bu durum vatandaş için reel gelir ve satın alma gücünün erimesiyle sonuçlanmıştır. Şirketler kesimi, bulundukları sektöre göre ciro ve gelir tarafında farklı sonuçlar üretmekle birlikte sermaye erimesiyle ve resmî enflasyonu bir kaç kat aşan işletme sermayesi ihtiyacıyla karşılaşmıştır. Ayrıca birey ve şirketlerin önemli bir kısmı birikimlerini tüketmektedir. Kamu kesimi ise yükselen enflasyonun ilk dönemlerde yarattığı vergi artışı ile bir süreliğine gelirini artırmıştır.
Yılın son çeyreğinden itibaren geçilmesi beklenen krizin üçüncü ve son aşaması ise; şimdiye kadar krizin etkisinin rakamsal olarak yansımadığı millî gelir, kapasite kullanımı, istihdam ve bütçe değişkenlerinin sarsılmasına tekabül etmektedir.
Yılın son çeyreğinden itibaren geçilmesi beklenen krizin üçüncü ve son aşaması ise; şimdiye kadar krizin etkisinin rakamsal olarak yansımadığı millî gelir, kapasite kullanımı, istihdam ve bütçe değişkenlerinin sarsılmasına tekabül etmektedir. Krizin ikinci aşamasında tüketilen birikimlerin iç talebi destekleyici yönü üçüncü aşamada giderek kaybolacak, vergi gelirindeki artış ise tıkanacaktır. Krizin son noktasını koyacak üretimdeki daralmadır. Parasal, mali ve kredi genişlemesi yoluyla çok yüksek enflasyona katlanılarak çarkları döndürmeye çalışmak ise sonucu ertelemek, katlanılacak maliyeti büyütmek ve krizden çıkış süresini uzatmak anlamına gelmektedir. Krizin son aşamasında kamu kesiminin bütçe dengelerinin de belirgin şekilde bozulması kaçınılmazdır. Ekonomi yönetiminin gayreti ise, yüksek enflasyonu hiperenflasyona dönüştürmemek ve üretimdeki daralmayı seçimlere kadar engellemektir. Ancak yılın son çeyreğinden itibaren üretimde küçülme, kapasite kullanım oranında 2023 sonuna kadar zamanla %78’lerden %67’lere doğru bir gerileme, bütçe açığının millî gelire oranının %6-7 düzeyine yükselmesi, işsizliğin artması öngörülmektedir. Hâlihazırda %54’ü dış borç, %68’i döviz borcu olan ve 4 trilyon TL’ye yaklaşan kamu borcu ise ciddi bir risk unsurudur. Bazı Avrupa ülkeleri ile karşılaştırma yapılarak kamu borcunun millî gelire oranının düşük olduğu ileri sürülse dahi, Türkiye’nin borcunun ağırlıklı kısmının TL cinsinden olmaması temel sorundur. Döviz kuru, CDS ve yurt dışından borçlanmanın sürdürülebilirlik derecesi kamu borcunu üzerinde titizlikle durulması gereken bir sorun olarak ortaya koymaktadır. Ekonomi yönetimi krizin üçüncü aşamasında belirtilen söz konusu reel kayıpların henüz yaşanmaması nedeniyle çarkların döndüğü argümanını kullanmakla birlikte, satın alma gücünün ve sermayenin eridiği bir ortamda ve küresel resesyonun konuşulduğu bir dönemde söz konusu reel kayıpların geçilecek son aşamada meydana gelmesi kaçınılmazdır. Krizin içinde çırpınan halkın ve reel sektörün şiddetli taleplerine karşın yanlış politikalarda ısrar edilmesi nedeniyle öyle bir noktaya gelinmiştir ki, krizle mücadele aşamasına geçilmesi hâlinde dahi, işaret edilen reel küçülmenin yaşanması kaçınılmazdır. Örneğin, enflasyonla mücadele adına faizlerin keskin şekilde artırılması bir zorunluluktur; bunun yapılması ise bir süreliğine ekonomik aktivitenin daralmasına yol açacaktır.
Parasal, mali ve kredi genişlemesi yoluyla çok yüksek enflasyona katlanılarak çarkları döndürmeye çalışmak ise sonucu ertelemek, katlanılacak maliyeti büyütmek ve krizden çıkış süresini uzatmak anlamına gelmektedir.
Dolayısıyla, esas soru, yılın son çeyreğinden itibaren geçilecek krizin üçüncü ve son aşamasının en derin etkilerinin seçimden önce mi yoksa sonra mı yaşanacağıdır. Krizle ciddi şekilde mücadeleye başlanması hâlinde, en az 1 yıl üretimde (millî gelir) küçülme; yabancı sermaye girişlerine ve izlenen politikalardaki tutarlılığa ve güvene bağlı olarak toplamda 3 yıl içinde tek haneli olmasa da %10 düzeyine yaklaşmış bir enflasyon, üretimde genişleme, öngörülebilirliğin katkısıyla yatırımların ve planlamanın olağan akışına dönmesi mümkündür. İçinde bulunulan ekonomik sistemin parametreleri ve kısıtları dikkate alındığında, krize karşı izlenecek reçetenin ana hatları belirgindir. Ancak, siyasi tercihlerin reçetenin bazı noktalarında değişiklik yapması da mümkündür. Örneğin, reel alanda (üretim ve istihdam) büyük bedel ödeyerek daha kısa sürede olağan koşullara dönmek ile bedeli biraz zamana yayarak reel kayıpların yaratacağı toplumsal tepki ve kayıpları azaltma yönündeki bir tercih izlenecek politikaları şekillendirecektir. Hiçbir politikanın doğrudan dar gelirlileri zora sokacak içerikte olması beklenemez; ancak izlenen politikaların bu yönde sonuçlar üretmesi mümkün olup, içinde bulunulan girdap bu durumu gösteren isabetli bir örnektir. Düşük-orta gelirli kesimin korunması, ihracat odaklı imalat sanayinin desteklenmesi, özel sektör yatırımlarının devamlılığı ve ticaretin sağlıklı işlemesi mevcut konjonktürde öncelikli alanlar olup, asıl mesele krizin yükünü daha fazla üstlenecek kesimlerin tespitindeki siyasi tercihtir. Bu noktada öne çıkan kesim ise bankalardır. Krizin faturasından bankalara daha yüksek bir pay verilmesinin gerekçesi, kârlarında yaşanan ve sürdürülebilir olmayan keskin artış olmayıp, özünde bankacılık sektörünün durumu ve sağlığı yakın gelecek için olumsuz sinyaller üretmektedir. Bu ise tüm ekonomi için bir tehdittir. Bankacılığı reel ekonominin seyrinden ayrı düşünmek imkânsızdır. Bazı dönemlerde reel ekonomi ve bankaların finansal görünümleri farklılık arz etse de sonraki dönemlerde bu farklılık giderilmektedir. Uluslararası standartlar ve mevzuatın kendilerine yüklediği sorumluluğu ihmal eden bağımsız denetim raporları ve reel durumu/gidişatı gösterme yeteneği son derece zayıf olan kamuya açık banka finansal tabloları üzerinden bir okuma yerine, gerçekçi bir analizin yapılması önem taşımaktadır. Borsada menkul kıymet işlemleri gerçekleştirenler için atılan ‘kâr/büyüme’ gibi manşetlerden uzak kalınması gerekmektedir. Bunun yapılmaması ise bankaları siyasetin hedefi hâline getirmektedir. Ekonominin daralma-genişleme evrelerine tesir eden bankacılık sektörüne yönelik atılması gereken adımların Hazine’yi doğrudan ilgilendirdiği diğer bir kanal ise sektörün %43’ünün kamu bankalarına ait olmasıdır. Siyasi, jeopolitik veya ekonomik nedenlerle yaşanabilecek herhangi bir sarsıntı sonucu kısa sürede sadece finansal piyasalar için değil, tüm ekonomi için büyük kayıplara yol açabilecek bankacılık sektörünün taşıdığı zayıflık ve kırılganlıklara karşın, krizin faturasından kendilerine daha yüksek bir pay verilmesi önerisi, bunun nedenleri, yöntemi, zamanlaması ve payın büyüklüğü ise bir sonraki yazının konusudur.