Efsun
Demirtaş’ın romanının bende bıraktığı izleri takip etmeye çalıştım. Belki bir gün Mercan’ın dediği gibi kendimizi tanır, Kibar’ı zorlayan sebeplerin farkına varır, Kenan gibi affedilmeyi beklemeden af diler ve Caner’in söylediği üzere sevmediklerimizin hikâyelerini öğrenebiliriz.
“Lacivert denizin göğün moruyla birleştiği yerde şeftali pembesi bir çizgi duruyor. Güneş hükmünü yitirmiş ama gökle denizin kavuşmasını engellemek istercesine giderayak son bir iz bırakmış sanki. Ufukta, zamanı durdurmuş ve kâinat var oldukça bu büyüleyici manzarayı hep orada tutacakmış, o anda yaydığı huzurla yeryüzünü kuşatıp derin sessizliğinde yepyeni ve sakin bir hayatı az sonra başlatacakmış gibi öyle kendinden emin bir pembe çizgi. Körfezi kuşatan küçük tepelerdeki zeytin ağaçlarının oluşturduğu yekpare hâkî örtünün içine serpiştirilmiş ateş böcekleri gibi duran beyaz badanalı evlerin ölgün sarı ışıkları bile, anın büyüsüne saygıdan olsa gerek, titreşmeyi kesmişler…” Selahattin Demirtaş, Edirne’de, yüksek duvarların ardındaki zindanlardan birinde seyre dalıyor körfezi. Satırları okurken meltemlerin huzur veren serinliği esiverdi içinde bulunduğum gökdelenlerin arasına. Güz mevsiminin son demlerinde, esen meltem dahi olsa üşüyor insan.
Selahattin Demirtaş’ın önceki kitaplarını okumadım. Bunu neden okudun derseniz, kendisini ziyaretimden sonra aşeren merakıma, onu daha da yakından tanıma isteğime engel olamadım. Aslında yakından tanımak istediğim Selahattin Abi mi yoksa onun temsil ettiği yurttaşların, yani “bize” göre “öteki” olanların zihin dünyası mı emin değilim. Efsun’un bende bıraktığı izleri takip etmeye çalışacağım. Yazının edebiyatı Selahattin Abi’ye, siyaseti bana ait.
“Tasarlanmış bir ciddiyetle karşılandığımın farkındayım” diyor Caner. Nedense aklıma tasarlanmış bir siyasi iklimle mücadele ettiğimiz gerçeği geliyor. Düne kadar birbirine söven insanlar, bir plan doğrultusunda rejimi değiştirdiler ve memleketin dört bir yanını zulme, sefalete boğdular. Böyle olmadı mı? Bilerek ve isteyerek kastetmediler mi demokrasiye, adalete, hürriyete? Selahattin Abi kızacak, “Ulan aşk romanı yazıyoruz, siz yine gidip işi siyasete bağlıyorsunuz” diye çıkışacak, biliyorum. Ama ne yapalım abi? Bizim memlekette nefes alıp vermek bile siyasi eylem nice zamandır.
Derken Nabil damardan giriyor mevzuya ve bizim de çok iyi bildiğimiz bir şeyden, elbirliği ile biriktirilen öfkeden bahsediyor. Öfkemizin iştirak hali aklıma geldi Nabil’i dinlerken. Türk, Kürt, Alevi veya Sünni her birimiz farklı olsak da öfkemiz bize vesayetin zulmünden miras. Neyse ki öfkemizi nefrete çeviremediler diye şükrettim içimden. Ama Nabil öyle şeyler söyledi ki devamında, öfkem ayyuka çıktı.
Susayım da Nabil konuşsun, “Soktuğumun liderlerinin, dini önderlerinin barış, eşitlik gibi bir derdi yok. Kendi dinini, kimliğini herkesle eşit kabul etme düşüncesi bile birçok insanı tedirgin etmeye, öfkelendirmeye yetiyor aslında. İnsanlar içten içe, ‘Ne yani, benim inancım, kimliğim herkesinkiyle eşit mi? E, o zaman benim hiçbir özelliğim, üstünlüğüm kalmıyor; herkesle inançta, kimlikte eşitlenirsem ben ne bok yiyeceğim, benim bu kimliklerden başka bir niteliğim yok ki! Biterim lan ben!’ diye düşünüyor. Din sadece ‘din’ değil çünkü, kimlik de sadece ‘kimlik’ değil. Her biri gücü, otoriteyi, iktidarı sembolize ediyor. Her şey tam bir aldatmaca”. Nabil’e katılmakla birlikte, eşitlenme arzusuna sahip olanın kamusal alana girişine vize vermeyen, eşitlenmeye çalışanı terörist ilan eden bir rejimde, insanlara çok da yüklenmemek gerek diye ayrıldım ondan. Güneş doğmadan yollara düşüp, akşama kadar durmaksızın çalışan babalara, üç kuruş bütçe ile ay sonunu getirmeye çalışan analara, yani hayatla mücadele edenlere sitem etmeye hakkımız var mı?
Kenan Kaya diyor ya “Af diledim sizden ama affetmenizi beklemedim.” Bunu bizler de yapamaz mıyız? Sadece af dilesek ya ötekinden. Olmaz mı? Çok mu zor? Bunu yapabilirsek belki de kendimizi Mercan Hanım’ın söylediği şu cümleyi kurmaktan kurtabiliriz, “İnsan yine de geçmişinden kaçmaya çalışıyor çoğu zaman. Kaçabildiği yere kadar işte.” Kaçacak geçmişin olmadığı bir gelecek hayal ediyorum. Böyle bir geleceği birlikte inşa etmekten başka çaremiz var mı? Kaçmaktan yorulmadık mı? Hem nereye kadar kaçabildik ki?
Biz geçmişimizden kaçtıkça başkalarının kaçışlarına vesile olduk. “Sen beni Gürbüz’e zorla vermediğini sanıyordun ya, sence zorlamak nedir baba?” diye soruyor Kibar Gonca. Kimilerini toprağından, ailesinden göç ettirdik; kimilerini de hayattan. Bizleri birbirimizi sevmemeye, hatta yok saymaya zorlamışlar, farkında bile olmadık.
Ne muhteşem kadınlardan bahsetmiş Selahattin Abi. Mercan Hanım kendimizi tanımaktan bahsediyor bir yerde ve diyor ki “En çok da geçmişin sende biriktirdikleriyle beraber kendini tanı. Sırf kendi geçmişinden değil elbette, içine doğduğun kültürün, toprakların geçmişidir seni sen yapan. Derinden açılan yaraların çoğu tam da bu nedenle hep geçmişin izlerini taşır.” Peki biz geçmişi yok sayarak veya onu görmezden gelerek kendimizi nasıl tanıyabiliriz? Ya da ne kadar tanıyoruz bize göre öteki olanı? Onu kendimize benzetmeye çalışırken aslında bizi biz yapan farkımızı, yani kendimizi yok etmiş olmuyor muyuz?
Devam ediyor Mercan Hanım “Amin Maalouf’un güzel bir lafı vardır. ‘Geleceğin yolları pusularla doluysa, takınılacak en berbat tavır, her şey çok güzel olacak diye mırıldana mırıldana gözü kapalı ilerlemek olacaktır” der. Her şey çok güzel olacak sloganlarımızın içini doldurmaya davet ediyor bizi Selahattin Abi. Dört bir yanımızı mayın tarlasına çeviren iktidarın zehir dolu propagandaları ile baş etmenin yolu belki de mırıldanmak yerine içimizden geçeni yüksek sesle söyleyebileceğimiz bir iklimi hakim kılmaktan geçiyordur.
Mercan Hanım bana çok sevdiğim bir ablamı hatırlatırcasına, “İntikam isteği seni düşmanına bağımlı hale getirir, buna tutkuyla bağlanırsın. Düşmanına olan bağımlılıktan kurtulmanın tek yolu intikam yerine adalete sarılmaktır” diyor. İntikam farkındalık yaratmanın en vahşi, en acımasız, en gayrimeşru ama aynı zamanda da en kestirme yolu. Lakin yarattığı farkındalık kendisiyle beraber karşıtını da besliyor. Yani bir nevi sonsuz bir kısır döngü. Bu çarkı kırmanın yolu galiba ilk adımı karşıdan beklememekte yatıyor.
Caner noktayı koyuyor, “İnsan davranışlarının altında yatan gerçek nedeni bilmek kadar rahatlatıcı bir şey yoktur. Öfke, sevinç, ihanet, sadakat, cesaret, korku… Her birinin tarihten, doğadan, kişisel geçmişimizden ya da toplumsal etkilerden veya kültürden kaynaklanan nedenleri vardır. Durup dururken, mucizevi şekilde yoktan var olmazlar. İnsanı anlayabilmenin yolu işte bu nedenleri anlamaktan geçer. Hikâyesini bilmediğiniz insanı anlayamazsınız, anlamadığınız insanı sevemezsiniz.” Bizi bunca adaletsizliğe, eşitsizliğe, zulme ve sefalete getiren nedenleri anlamak için önce bizi birbirimizden uzaklaştıran olayların altında yatan gerçeklere ulaşmaya gayret etmeliyiz. Karşımızdakini yargılamayı bırakıp kendimizi sorgulamalıyız. Gayretlerimizi sınava tabi tutmadan bu yolda birbirimizin feneri olmalı ve tazyik değil teşvik etmeliyiz.
Türkiye’nin hikâyesi dönüp dolaşıp aynı yerde düğümleniyor. Bizi birbirimize kırdırarak iktidar olanlar göz yaşlarını cenazelerimizde herkesten önde ve önce akıtıyorlar. Onların aramıza ördükleri duvarların gölgelerine sığınmaktan vazgeçip, yakıcı da olsa güneşe doğru adım atmamız gerekiyor. Birbirimizi anlamadan önce tanımamız gerekiyor. Tanımak için de prangaları kırıp, mesafeleri aşıp sadece ama sadece dinlememiz iktiza ediyor.
Bunu yapabilirsek, Mercan Hanım’ın dediği gibi kendimizi tanır, Kibar Hanım’ı zorlayan sebeplerin farkına varır, Kenan Kaya gibi affedilmeyi beklemeden af diler ve Caner’in söylediği üzere sevmediğimiz insanların hikâyelerini öğrenebiliriz. Kim bilir, belki o zaman, Selahattin Abi’nin bahsettiği körfeze nazır masada, ulu çınarın altında, tıpkı kimliklerimiz gibi envai çeşit lezzetle kah tartışıp kah gülerek güle oynaya sabahı edebiliriz.