Duyarlılık mefhumu

Abone Ol
Koskoca bir ülkenin çocuklarını sırf rekabet etmeye ve kazanmaya kodlanmış olarak yetiştirmek, eğitimi buna göre dizayn etmekte ısrar etmek… Telaş ve hız çağında kafayı gün geçtikçe sıyıran dünyamız kazanma arzusunun baştan çıkarıcı gücüne daha fazla karşı koyamaz hale gelirse ne olacak? Ne yapacağız? Gözlerim saate bakmak için telefona doğru yöneldi. Çok nadiren yaptığım bir hesaba tutuştum. Mesainin bitmesine ne kadar vardı? Genelde mesai mefhumuyla çalışmam, yapmam gereken işler varsa zaman gözetmeden saatlerce, hatta günlerce hiç ara vermeden çalışabilirim. Çalışmak istemezsem de çalışmam, net yani...Mesai mefhumunun insanın birçok özelliğini törpülediğine inanıyorum, zaman geçtikçe de insanları körelttiğini gözlemliyorum. Mesai mefhumu gerektiren, hayatımızı kolaylaştıran ve düzene sokan işler de vardır elbet, olmalıdır. Lakin ben o tarz işlere hiç teşne olamadım. Nedense o gün mesai mefhumunu önemseyeceğim tuttu. Çıkış saatine kadar kitap okumaya karar verdim. Homeros’un İlyada’sından kesitlere daldıkça daldım. Sonra kapı çaldı. Biz çıkıyoruz hocam, dedi bir ses. Gözümü kitaptan ayırmadan kafa salladım. Mesai mefhumu olan herkes bilir ki bu kafa sallama hareketi çıkabilirsiniz demektir ve yüzlerde tebessüm vesilesidir. İlyada’nın arasına bir telefon görüşmesi girdi. Canım sıkıldı, yine teraneden işler oluyordu. Anlam veremediğim ama anlama çabamı hep diri tuttuğum insanların garip ilişkileri ve davranış biçimleri Homeros’un İlyada’sının yarattığı muazzam atmosferi darmadağın etmişti. Dışarı çıktım, hava koyulaşmıştı. Sert, nemli, iyot kokan, benim “İzmir Poyrazı” adını verdiğim esintiye karşı yiğitlik yaptım ve arabaya kadar montumu giymedim. Psikolog bir arkadaşımı aradım, uygunsan yemek yiyelim, biraz laflarız dedim. Çok geçmeden mekânın kapısından girdik, az sigara içelim diye sigara içilmeyen bölüme geçtik. Mekânın meşhur peyniri, piyazı ve köftesi hızlıca bize eşlik etti. Hemen ardından kalabalık bir aile ellerinde kocaman poşetlerle girdi içeri. Her kuşaktan insan vardı aralarında. Büyükanne, büyükbaba, hala, teyze, dayı, amca ve bu büyük bedenlerin arasına karışmış küçük bir çocuk.  Garson arkadaş sipariş almak için masaya doğru yürüdü ve ilk olarak çocuğa yöneldi. Annesi, 8-9 yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim çocuğun bir taraftan montunu çıkarırken bir taraftan da daha çocuğa fırsat bile vermeden siparişlerini sıraladı. Gözüm tekrar çocuğa takıldı. O arada babasının telefonunu ele geçirmişti bile. Çocuk telefonun ekranına kilitlenmişti. Önüne getirilen hiçbir yiyeceğe bakmadı, sadece ağzını açtı. Bir annesi bir babası sırayla çocuğun ağzına tıkıştırdılar yiyecekleri ve çocuğun doyduğuna kanaat getirdikten sonra, diğer yetişkinlerin kendi aralarında yaptıkları sohbete katıldılar. Çocuk ise arada bir hiç ses çıkarmadan kazandığını ya da kaybettiğini gösteren hareketler yaparak telefonla zaman geçiriyordu. Kazanmak için duyduğu hırs gözle görülüyordu. Çünkü o ve diğer bütün çocuklar kazanmak için yetiştiriliyordu. Kazanma arzusu çok yüksek; lakin kaybetme duygusu ve isteği neredeyse hiç olmayan çocuklar… Kazanma arzusunu yönetememe hâlinin yeni çelişkiler yarattığını ya da çelişkileri iyice kızıştırdığını düşündüm, çünkü karşımda oturan çocuğun oynadığı oyundan keyif almadığını gözlemliyordum. Bana göre çocuk oyun bittiğinde sadece kazanmak istiyordu. Kazanmayı nihai bir hedef olarak algılamıştı belli ki… Böyle düşününce ürktüğümü fark ettim. Çocuğun büyüdüğünde iş ve sosyal yaşamında kuracağı ilişkiler aklıma geldi.  İleride yaşayacağı muhtemel yenilgiler karşısında ne yapacağını, nasıl davranacağını hayal etmeye başladım. Koskoca bir ülkenin çocuklarını sırf rekabet etmeye ve kazanmaya kodlanmış olarak yetiştirmek, eğitimi buna göre dizayn etmekte ısrar etmek… Telaş ve hız çağında kafayı gün geçtikçe sıyıran dünyamız kazanma arzusunun baştan çıkarıcı gücüne daha fazla karşı koyamaz hale gelirse ne olacak? Ne yapacağız? Bence dünyaya çarpacak esas büyük meteor bu durumun kendisi. Sosyologların aradığı toplumsal yıkımın sebebi de burada yatıyor olabilir.
Kazanma arzusunu yönetememe hâlinin yeni çelişkiler yarattığını ya da çelişkileri iyice kızıştırdığını düşündüm, çünkü karşımda oturan çocuğun oynadığı oyundan keyif almadığını gözlemliyordum. Bana göre çocuk oyun bittiğinde sadece kazanmak istiyordu.
PEKİ NE YAPABİLİRİZ? Kazanmanın cazibesinin temelinde ilk insandan bugüne kadar hayatta kalma duygusunun yattığı bir gerçek. İlk insanlar doğayla olan mücadelelerini kazanamasalardı en azından bugün yerküre üzerinde bu kadar kalabalık olamazdık. Günümüz insanının doğanın üzerinde tamamen hakimiyet kurabileceğine inanmamı hiçbir zaman beklemeyin! Yani sürekli kazanamayacağız! Şimdilik bu gezegenin iplerinin önemli bir bölümünü ele geçirdiğimiz de bir gerçek ama dediğim gibi şimdilik! Çocuk eğitiminde kazanma kavramını topyekûn yaşamımızdan çıkaramasak da izole edebilir veya yeniden tanımlayabiliriz. Kazanma kavramını etiğin bir unsuru olan “duyarlılıkla” yoğurabiliriz. Duyarlılığı yüksek çocuklar ya da yetişkinler kazanma duygularını üstün kabiliyetlerine bağlamazlar ve bir gün kaybedebileceklerinin bilincine sahiplerdir. Ayrıca kazandıkları vakitlerde de neyi, nasıl kazandıklarına dair farkındalıkları yüksektir. Duyarlılık, çocuğun/yetişkinin ayağının yere basmasını sağlar, öz saygıyı dolayısıyla empatiyi güçlendirir. Tüm bunları düşünürken yükselen bir ses ve önümden geçen mumlar beni kendime getirdi. İyi ki doğduuuuun Efeeee…  Ve doğum günlerinde mekanları kurtaran isme özel doğum günü şarkısı --Youtube üzerinden çalmaya başladı: “Doğuuum günün kutlu olsun Efeeee, bugün senin doğum günün Efeee….” Aaa... Bu kadar kişi Efe’nin doğum günü için toplanmış. Aile bireyleri ayaklanıp masadaki en güzel telefonu kullanarak fotoğraf çektirip hediyelerini verdiler, pastalarını yediler. Bizi kastederek yan masaya da bir dilim götürülmesini rica ettiler. Pasta geldi, o arada masanın en az konuşanı ve telefonda oynadığı oyunda sürekli kazanan Efe oyununa geri döndü. Mesai mefhumu gibi doğum günü mefhumu da görev olarak icra edilmişti. Kafalar sallanmış, yüzlerde tebessüm belirmiş, yetişkinler sohbetlerine geri dönmüştü. Kumarda kazanan aşkta kaybeder misali, telefondaki oyunda kazanan Efe oturduğu masada kaybetti… Son olarak: Sürekli kazanma arzusunun ürkütücülüğü ve tüketen biçimlerine karşı olarak koyduğum duyarlılık kavramının yanına “sevgiyi ve oyunu” da eklemek istiyorum. Kazanmanın yarattığı hasmane duygulara karşı inadına sevgi... Doğaya, insana, börtüye, böceğe duyacağımız sevgi ve oyun… Öyle ekran karşısından sevmek ve oynamak değil. Duyarlılıkla dokunarak hissederek ve hissettirerek, bambaşka ufukları çocuklarla birlikte açarak… - Hesabı alabilir miyim? - Duyarlı bir psikolog ödedi Osman Hocam… - Sağ olsun…