İnsanlar düşünceyi ifade özgürlüğü hakkının negatif tarafını çok fazla ihmal ediyorlar. Nedir bu? Düşünceyi ifade özgürlüğü aynı zamanda o düşünceyi muhakkak ifade etmeniz için bir zorunluluğunuz olmaması demektir. Gündem yine dopdolu sevgili okurlar. Oyuncunun biri Oscar törenlerinde diğer bir oyuncuya eşi hakkında fütursuz bir şaka yaptığı gerekçesiyle tokat atıyor. Oyunculuk sanatı açısından bu oyuncunun karbon kâğıdı kopyası olamayacak kadar kifayetsiz ve oynadığı en son karakter saçma sapan bir tacizci adam olan başka bir oyuncu müsveddesi de ahlak dersi veriyor falan filan. Biz bunlardan yıldık ve yorulduk. Ama yılmamızın ve yorulmamızın bir sebebi var. Sebebi bu kadar olayın doğru veya yanlış olması değil. Hayır, yorulmamızın sebebi bunların doğru veya yanlış olduğuna dair vereceğimiz kararları seçmek için kaybettiğimiz zaman, bunları gerekçelendirmek için beynimizin gücü oranında, üzerine düşünmemiz. Düşünün artık şu beş para etmez Türkiyeli oyuncu müsveddesi için yazarken yoruldum. Sizce -hepimizin aklına atıfla- değer mi? Ve daha da yorucu olanı, bunların zihnimizi işgal etmesi, bizi yorması. Kendi zihnimizdeki muhataplara karşı savunmak zorunda olmamız. Karşıdaki bir avuç aptal ile bile değil. Henüz oraya gelmedim. Herkes çok konuşuyor, belki de ben de öyle. Bu yazı niye daha fazla konuşmamamız gerektiğini ve çoğu zaman susmanın çok daha anlamlı olduğunu size paradoksal gelse de savunuyor. HÜKÜM Eski insanlar, hükmün verileceği yerin Tanrı/tanrıların katı olduğuna inanırlardı. Güzel bir inançtı bu aslında. Çünkü çoğu durumda gerçeğin ne olduğunun araştırılması, ne kadar insanca bir tavır olsa da son hükmü tanrılar verebilirdi. Çünkü gerçeğe tanrılar hâkimdi. Hüküm ve hâkim laflarının Arapça h-k-m sözcüğünden türemesinin sebebi de bu. Hikmet de öyle. Aslında philosophia yani hikmet sevgisi de benzer bir eylemin peşindeydi. Tanrılara yakın olmaya çalışmanın sonucuydu bu. Ancak hiçbir şekilde kesin bir hükmü içermemekte ve aksine insanların bundan ne kadar uzak durması gerektiğini onlara tavsiye etmekteydi. İnsanlar bir şekilde Sokrates’ten sonra -ki Sokrates aksini vazetmesine rağmen- kesin bir hükme varacaklarına dair enteresan bir kibir geliştirdiler. Özünde dinlerin de felsefesi buydu. Bu felsefi kibre Yunanlılar hubris derlerdi. Hubris sadece felsefi olarak kibri değil aynı zamanda sınırı aşma, taşkınlık (transgression) gibi trajedideki anlamlarıyla da kullanılmaktaydı. Hubris kelimesinin kökünün Yunanca olduğu çok tartışmalıdır[1]. Arapça büyüklük anlamına gelen “kebir” sözcüğünün (kibir de buradan türemiştir) oldukça eski semitik kökeniyle bağlantılı olabileceğini bir yerlerde okumuştum ama şimdi kaynağını bulamadım, üzgünüm. Yanlış da olabilir. Doğrusunu birileri bulup haber verirse sevinirim. Neyse ne…İnsanlar felsefe, bilim veya din yoluyla -ama çoğunlukla din ve milliyetçilik yoluyla- kendileri ve başkaları hakkındaki yargılarının kesin doğrular içerdiğine dair tuhaf bir öngörüsüzlük ve cehaletle baş başa kaldılar. Benim amacım böyle bir cehalete karşı insanları uyarmak değil. Ne böyle bir konumum -o da ne demekse- ne de amacım var. Sadece bana saçma geliyor ve bunları yazmak istedim. Ama bu cehalet beni çıldırtıyor. Gerçekten de ne kadar çok fikrimiz var. Herkesin bu kadar fikri olması ve bu kadar konuşması bana aşırı derecede saçma geliyor. Demiyorum ki otoriter bir rejim olsun, sadece teknokratlar -o konunun ilim sahipleri- konuşsun. Bu hiç olmazdı. Ama enteresan bir şekilde en otoriter rejimlerde bile çok konuşuyor insanlar.
İnsanlara istediğini söyleyebilme özgürlüğünü veren aslında onların özgürlükleri değil; onların özgürce istediğini söyleyebildikleri zannını yaratan mevcut dünya sistemi.
Bunun en çarpıcı örneğini sosyal medya üzerinden kurulan duyarlılıklarla görüyoruz. Bir şey ifade etmiyor. Hayatı değiştirmiyor. Ya da birkaç kişiye ulaşıp onların davranışlarını değiştirse bile yakın bir zamanda mesela Süleyman Soylu’nun ve onu delicesine takip eden koyun kitlesinin herhangi bir davranışını değiştirecek kadar güçlü gelmiyor. Yani siz istediğiniz kadar hayvansever, LGBTQ veya başka bir duyarlılığa sahip olun bunu ifade ettiğinizde başka insanlar da bir o kadar duyarlı olmayabiliyor. Hatta bana öyle gelmeye başladı ki tam tersini olmak istiyor insanlar. Tabii ki bununla hak ve adalet arayışında toplumsal bir amaca ulaşmak, sesini duyurmak gibi çabalara karşı bir alerjim olduğunu söylemiyorum. Sadece ifadelerinin artık hiçbir işe yaramadığını düşünmeye başladım. Bu da dünyada artık herkesin haklı olduğu bir alan yaratıyor. Hayır, herkes haklı değil. Birisi doğruysa bunun aksini söyleyen yanlıştır. Ya da tam tersi. Bunun tartışması yoktur. Mesele ise insanların bu düalizmi hala eski kafalılık olarak alıp kendi kafalarına göre güya bir orta yol varmışçasına kendi fikirlerini bir ileri bir geri söylemeleri. Bir de bu çıktı, istisnadan kural üretme hastalığı. Bilimsel veya rasyonel tanımlara karşı sözde rölativist, “her doğru doğru değildir” gibi akıl ziyanı fikirler. Böyle insanlara karşı ne diyebilirsiniz ki? Türkiyeli bir aydın, hadi adını vereyim sorun değil; Sevan Nişanyan hayatında tıp ile ilgili, ilaç deneylerinin nasıl yürütüldüğüyle ilgili, DSÖ’nün nasıl bir karar mekanizması olduğu ile ilgili tek kelime bir şey bilmemesine rağmen Covid 19 hakkında o kadar çok konuşuyor ki… Bir de bununla insanların ezberini bozduğunu sanıyor. Yani örnekler daha çok. Celal Şengör’ü ele alın. Mantık dersi veriyor insanlara. Üstelik mantığın daha birinci ilkesini ihlal ettiğini bilmeden. İnsanlar da Celal Şengör ders veriyor diye dinliyor[2]. Her konuda konuşuyor, “Marx iyi ama Hegel salak[3]” diyor. Böyle bir adam dünyanın en iyi jeofizikçisi bile olsa bu insanı ne kadar ciddiye alabilirsiniz ki? Sen daha mantığın ilkelerini doğru dürüst anlatamıyorsun, mantık üzerine yazdığı kitap defalarca okunan, binlerce makaleye konu olan Hegel’e ne hakla “salak” diyebilirsin? Hadi Sevan Nişanyan, Celal Şengör zeki insanlar…Zeki insanlar pek çok beyinsizin varamadığı sonuçlara daha erken varabilirler. Gerçi bilmem hangi Freudyen kompleksi yüzünden ordu ve devlet tapıncından başka bir şey bilmeyen Celal Şengör’ün zekâsından şüpheliyim. Ama sokaktaki aptalı ne yapacağız? Bazı insanların onlarca yılını verdiği bir eğitimle vardığı sonuçlara iki tane Google araması ile varabilir misiniz?
Kimi insanların düşünceleri yüzünden suratlarına yumruk atma hakkımız vardır.
Ama bu içsel bir şey değil, onu anlıyorum. İnsanlara istediğini söyleyebilme özgürlüğünü veren aslında onların özgürlükleri değil; onların özgürce istediğini söyleyebildikleri zannını yaratan mevcut dünya sistemi. Siz istediğinizi söyleyin, Ukrayna-Rusya savaşına sinirlenip evdeki vazoyu devirin, yine savaş var. Siz istediğinizi söylerseniz sanki bir şey değişecekmiş gibi korkunç ve gerçekdışı bir dünyayla karşı karşıyayız. Adına ne diyorlar? Hakikat sonrası mı? Tanımı önemli değil. Bu gidişat ile bir şeylerin düşüneceğini sanmak sorun. İnsanlar binlerce yıllık mücadeleyle kazanılan düşünceyi ifade özgürlüğü hakkının negatif tarafını çok fazla ihmal ediyorlar. Nedir bu? Düşünceyi ifade özgürlüğü aynı zamanda o düşünceyi muhakkak ifade etmeniz için bir zorunluluğunuz olmaması demektir. Birisi düşüncesini ifade ediyor diye onu onaylamak zorunda değilsiniz. Onayladığınızda elde edeceğiniz toplumsal menfaat bir işinize yarıyor, devlette daha fazla makam elde ediyorsanız zaten bu nepotizm gibi sonuçlara yol açar. Fakat nepotizm bile anlaşılabilir bir şeydir. Sonuçta maddi menfaat vardır. Ama sosyal medya gerçekten de bir önder ve o önderin peşinde giden “sheepie”lerle yani ucuz kitlelerle dolu. Her cenahtan bulabilirsiniz bunlardan. Sağ, sol, hayvansever, vegan, şu ya da bu fark etmez. O kadar kin, nefret ve öfke dolular ki, insan düşünmeden edemiyor bunları bir cephe savaşında çarpıştıramaz mıyız? Gerçekten neden bir sokak kavgasına çıkmıyorlar? Ama devletler bile günümüzde cephe savaşına para veremeyecek kadar korkak ve kitlelerini milliyetçi masallarla uyutmakta maharetliyken, bunları nasıl birbirine kırdırabilirsiniz? Aslında bu yazının ana fikri de burada ortaya çıkıyor. Sosyal medya olmasa dünyada hiçbir şey değişmez. Yaşım sosyal medyanın olmadığı zamanları kısmen yakalıyor. Hayır, eskiden yoktu dünya daha iyiydi demiyorum, başka bir şey söyleyeceğim. Olmadığı zamanlardan bir örnek vermem gerekirse, bunlardan biri Türkiye’de Kürt hareketi ile ilgili haberlerdi. Bunlardan pek çoğu ana akım medyada kınanır ve yargılanırdı doğal olarak. Ancak ana akım olmasa da küçük bir haber kitlesi bunu ciddiye alırdı. İşte sosyal medyanın bu anlamda hiçbir etkisi olmadı, olamazdı zaten. Çünkü araç değişti ama iletişim protokolü değişmedi. Nedir bu? İki taraflılık (yukarıdaki mantıksal düalizm ile karıştırmayın). Bu iki taraflılık hiç değişmedi. Oysaki politik meselelerde haklı ya da haksız arayışında orta bir yol bulunabilmesi ve dolayısıyla barış içinde geçinip gidebilmek için tarafların kendi haksızlıklarını dinleyebilir olması gerekir. Şu anda hiçbir taraf kendini dinleyebilecek durumda değil artık. En azından eskiden bu iletişim araçlarının kısır olduğu zamanlarda daha kolaydı.
Voltaire’e atfedilen “düşüncene katılmıyorum ama onu savunmak için canımı feda ederim” sözü tam da dünyayı bu seviyesizlik ve cehalete sürükleyen liberal ve kibir dolu hümanist bir saçmalıktan öte bir şey değildir.
Sosyal medyanın gürültüsü sağır edici olmaya başladı. 2018 yapımı A Quite Place (Sessiz Bir Yer) filmini hatırlarsınız. En ufak bir seste, sese duyarlı canavarlar aniden çıkıp insanları yiyordu ve bu da bir nevi apokaliptik bir felakete yol açmıştı. Sosyal medya için de böyle bir felaketin en kısa sürede olmasını çok dilerdim. Film okuma işi benim işim değil ama bence bu film alttan altta bunu anlatıyordu; “insanlar çok konuşmaya başladılar, seslerini keselim dedik.” Tabii ki itiraz olarak o zaman ne işin var sosyal medyada diyebilirsiniz. Benim zaten çok işim yok. Ara sıra kullandığım, gerek sinir bozucu haberlerini arada bir gördüğüm (çok haber takip etmiyorum) gerekse de bilgisayar oyunculuğu, fizik, felsefe gibi alanların haberlerini takip ettiğim bir twitter hesabım var. Benim çok işim yok. Mesele herkesin işinin olması kardeşim. Ben sırça köşkte yaşamıyorum. Keşke yaşasam. Atlas okyanusunda Allah’ın unuttuğu bir adada babadan kalma ufak bir evde yaşamış olsaydım hayattan en büyük şikâyetim, arada bir anakaraya uğrayarak dünyayla bağını koparmış bir avuç ihtiyar balıkçıyla içip, dünyaya küskün birkaç solcuyla ne kadar sosyalleşebileceğim olurdu. Ama sanırım bu kafayla bu bile büyük bir sorun olmazdı. O zaman mecburen bu saçmalığa da söylenecek birkaç söz kalıyor. Buna bir söz söylediğiniz zaman okumuş elitizmi denilen saçmalıkla suçlanmak da çabası. “Sen halkı anlamıyor musun?” ve saire. Tam tersi çok iyi anladığım için bunu söylüyorum. Ben tartışmak istemiyorum. Tartışmayı yaratan da bu insanlar, görüyorsunuz. Okumuş elitizmi değil bu yüzden; kendisini seven ve kendisine değer veren her birey karşısındaki her insanın sözüne, edimine ve hatta kimi zaman kendisine saygı duymak zorunda değildir. Kimi insanların düşünceleri yüzünden suratlarına yumruk atma hakkımız vardır. Voltaire’e atfedilen “düşüncene katılmıyorum ama onu savunmak için canımı feda ederim” sözü tam da dünyayı bu seviyesizlik ve cehalete sürükleyen liberal ve kibir dolu hümanist bir saçmalıktan öte bir şey değildir. Hatta bu Aufklärung (Aydınlanma) zihniyeti tam da şu anda bulunduğumuz yerin bir özetidir. Neden? Çünkü kendi durduğumuz tepeyi bu gibi tavizlerle hep başkasına veriyoruz. Kendi değerimizi bilmiyoruz ve elbette bunu söylerken yine sosyal medyanın enjekte ettiği cahil özgüveninden bahsetmiyorum. Bu tam aksine sınırını bilen, bu sınırları nereye kadar zorlayacağını kendisiyle deneyen, başkasını köle yaparak kırbacı ona vuran değil, kendisine en çok vurup kendi sınırlarını zorlayan insanların durduğu tepedir ve bu tepe elbette karşıdakinin karşısında kırıtıp oturanların, her şeye evet diyen ahmakların tepesi olmayacaktır. “Überzeugungen sind gefährlichere Feinde der Wahrheit als Lügen/Hakikatin asıl düşmanı yalanlardan çok kesin inançlardır[4]” demiş Nietzsche. Benden bu kadar, gelecek hafta görüşmek üzere. --- [1]Henry George Liddell ve Robert Scott, A Greek-English Lexicon, Clarendon Press, Oxford, s.1841. [2] Edip Yüksel’in -ki inançlarına katılmam- onu eleştirdiği videosuna şuradan ulaşabilirsiniz. Edip Yüksel mantığı çok iyi bilir ve gülerek anlatıyor. Aynı zamanda eğlendiricidir de. https://www.youtube.com/watch?v=yMjCQ3jBiKA [3] Bu rezaleti de buradan izleyebilirsiniz: https://www.youtube.com/watch?v=L4RtETbjlQs [4] Friedrich Nietzsche, Menschliches, Allzumenschliches: Ein Buch Für Freie Geister By Friedrich Nietzsche, Neutes Hauptück, Der Mensch Mit Sich Allein, p.583, s. 169