“Dünyanın en iyi saklanmış sırrı” Türkiye’nin zincirlerini artık kırmalıyız

Abone Ol
Türkiye’nin “iyi saklanmış bir sır” olmaktan çıkması, yani o hiç ulaşamayacağı zannedilen “parlak geleceğe” varması için de ilk yapılması gereken, tekrardan Türkiye’ye dair inancımızı inşa etmekten geçiyor. Türkiye tarihinin en büyük girişimcilerinden Nejat Eczacıbaşı, Türkiye’yi “Dünyanın en iyi saklanmış sırrı” olarak tanımlarmış. Doğrusu, Türkiye’ye inanmasa, tarihimizin en başarılı iş insanlarından biri olarak bu ülkeye yatırım yapmaz, zamanının önemli bir kısmını ülkesini ileriye taşıyacağını düşündüğü sosyal girişimlere, sivil toplum örgütlerine, hakkında “bir şeyler yapmak lazım” dediği memleket meselelerine harcamazdı. Oğlu, Eczacıbaşı Topluluğu Yönetim Kurulu Başkanı Bülent Eczacıbaşı, İşim Gücüm Budur Benim (2018) kitabında babasının işten kısıp ülke dertlerine ayırdığı zamana şaşırdığını anlatıyor. Doğrusu, Nejat Bey’in dönemindeki iş dünyasını düşününce, buna şaşırmamak elde değil. Zira diğer yanda Vehbi Koç, “Devletim ve ülkem var oldukça, ben de varım” diyor; birbiriyle kıran kırana rekabet etmesi beklenen şirket sahipleri bir araya gelip, Türkiye’nin köklü sivil toplum örgütlerini kuruyordu. Yunus Emre’nin “Derdi dünya olanın dünya kadar derdi olur” sözünden yola çıkarsak, Türkiye için dertlenen ve omuzlarına Türkiye’nin derdini yüklenen bir jenerasyondu bu. Dürüst olmak gerekirse, hemen her zaman olduğu gibi, Türkiye onlara da kendisinden başka uğraşacak şey bırakmıyor; bu büyük iş insanlarının işini kolaylaştırmaktansa, önlerine daha da çok zorluk çıkarıyordu. Örneğin, ülkenin dış dünyaya kapalı ekonomisi, Türkiye’de başarılı markalar kuran girişimcileri küçük bir iç pazarda kalmaya zorluyor, vizyonlarını Türkiye’nin ötesine taşımalarına izin vermiyordu. Benzer şekilde birbiriyle konuşmayı demokratik olgunluğa yakışmayacak şekilde reddeden siyasetçiler ülkeye liderlik etmek şöyle dursun, azami yönetim becerilerini dahi gösteremiyor, sokaklarda gençler birbirini öldürürken ülkemizin kırılgan demokrasisi askeri darbelerle yara alıyordu. Bütün bunlara rağmen Nejat Eczacıbaşı, Vehbi Koç, Sakıp Sabancı, Suna Kıraç gibi iş insanları Türkiye’ye inanmaya devam ettiler. Üstelik yurtdışında çok daha konforlu hayatlar yaşayabilecekleri halde. Üstelik, Nazım Hikmet’in dediği gibi, “kimse onları buna zorlamamışken”. Şüphesiz ki Nejat Eczacıbaşı’nın Türkiye’yi “iyi saklanmış bir sır” olarak görmesinin ana sebebi, bu ülkenin vaat edebileceği onca fırsata rağmen, aktif bir şekilde kötü yönetilmesi ve potansiyelinin altında kalmaya zorlanmasıydı. Ne yazık ki Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu krizler silsilesi göz önünde bulundurulunca, o “sırrın” hâlâ derinlerde bir yerlerde saklanmaya mecbur kaldığı görülüyor. Eski bir Birleşik Krallık Başbakanına atfedilen sözü hatırlamamak elde değil: “Türkiye geleceği parlak bir ülkedir… Ve hep böyle kalacaktır.” 2023’e girerken küçük, orta ya da büyük, herhangi bir şirketi yönettiğinizi düşünün… Yıl sonunda kâr/zarar hesabı yaparken, gelecek yılı planlamaya çalışıyorsunuz. Önünüze konulan tabloda bilinmezler ve hatta tahmin dahi edilemeyecek bilinmezler, kesinlikle emin olduğunuz birçok şeyden fazla. Mesela, birkaç yıldır neredeyse 9 ayda bir tekrar eden kur şoklarından bir yenisi yaşanacak mı? Dolar üzerinden mal aldığınız yabancı üreticiler, Türkiye ekonomisinin bilinmezliğine karşı ‘insaflı’ davranacak mı? Seçimi kazanmayı, ülkeyi iyi yönetmeye tercih eden bir iktidar kader seçimine gidecek ve kim bilir hangi popülist politikalarla oy toplamaya çalışacak: Emeklilikte yaşa takılanlar meselesi çözülürse üzerinize ne kadar yük binecek? Asgari ücret radikal bir şekilde artarsa, yetenekli çalışanlarınızın maaşlarını nasıl hak ettikleri yerde tutabileceksiniz? Ya siyasetin kendi kendine yaratabileceği krizler? Uluslararası şovenizme kalkışılırsa ne olacak? Peki ya ticaret yaptığınız ülkeler çağdaş üretim standartlarını yükseltir, gümrük kurallarını sıkılaştırır, Türkiye’de ise devlet bunu hiç önemsemezse? Bilinmezler uzar gider. Doğrusu, Türkiye’de bilinmezlerin uzayıp gitmediği dönem de pek az yaşanmış bugüne kadar. Bütün bunlara rağmen ülkesine inanan, “Türkiye varsa ben de varım” diyenler sayesinde ülkemiz kendi kendine yarattığı krizlerin altında ezilip gitmiyor. Fakat, ne yazık ki, yaşadığımız krizlerden belki de uzun vadede en korkutucu olanı, Türkiye’ye inancını yitirmiş bir jenerasyonun, yani bizlerin, memleketimizden çoğunlukla zihnen ve azımsanmayacak derecede de fiziken kopuyor olmamız. Üstelik bundan gayet memnun gözüken ‘devlet büyükleri’ de bunu tersine çevirmek için umut yaratmak konusunda oldukça hantal kalan ‘alternatifleri’ de pek yardımcı olmuyor.
Türkiye ne yazık ki hem yöneticilik hem de liderlik krizi yaşıyor. Normal şartlar altında ürtiker olması gereken bir dönem, uzadıkça uzadı ve topluma hiç bitmeyeceği, asla geçmeyeceği hissettirildi.
2021 yazında, “beyin göçü etmiş” katılımcılardan biri olarak katıldığım bir kapalı toplantıda CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’na tam da bunu anlatmaya çalışmıştım. Kemal Bey, tamamı genç olan ve toplantıya “uzaklardan” bağlanan her birimize “Neden gittiniz” diye sorduğunda, akla gelebilecek her cevap sıra bana gelene kadar verilmişti: Özgürlük sorunu, adalete ve fırsat eşitliğine güvenin kalmaması, eğitimin kalitesizliği, iş imkanlarının yetersizliği, ekonomi… Bütün bunlar elbette geçerliydi. Fakat bana kalırsa, tamamı birbirinin üzerine ekleniyordu hepimiz için. Bu yüzden de ülke ya “evimiz” olmaktan çıkıyor ya da biz içinde kendimizi “istenmeyen üvey evlat” olarak buluyorduk. Bu yüzden de ülkeye dair inancımızı kaybetmiştik. Ne Türkiye’nin geleceğini görebiliyorduk ne de kendi geleceğinde kendimizi hayal edebiliyorduk. Kemal Bey’in bu tablo üzerine “oy vermeyi unutmayın” mesajıyla toplantıyı noktalaması da aradığımız umuda ulaşmanın pek de kolay olmayacağının kanıtı gibiydi. Bu karanlık duygu dünyasına sıkışıp kalanlar, o kapalı toplantıya katılanlardan çok daha büyük bir kalabalık elbette: Evrim Kuran’ın Onlar Göçtü Buradan (2021) kitabında paylaştığı verilere göre ülkeyi sadece 2018-2021 yılları arasında 10 bin milyoner ve 13 bin girişimci terk etti; sadece 2018’de 136 bin kişi memleketini bırakıp gitti. Universum verilerine göre gençler arasında “yurtdışında kariyer yapmayı tercih ederim” diyenlerin oranı yüzde 81. Aynı genç grubun yüzde 86’sı Türkiye’de işini iyi yapana değil, doğru insanı tanıyana fırsat açıldığını söylüyor. (Belki de “biliyor” demek lazım.) Belki de en korkuncunu KONDA verileri söylüyor: Gençlerin çoğunluğu Türkiye’de siyaset maharetiyle bu ortamın değişeceğine dair inancını da yitirmiş durumda. Yani artık ne “Türkiye varsa ben varım” diyoruz ne de “Ben varsam Türkiye var”. İnsanıyla arası açılmış bir ülkenin vatandaşlarıyız. Amin Maalouf “Her insanın gitmeye hakkı vardır, onu kalmak için ikna etmesi gereken ülkesidir” diyor. Belki de Türkiye’nin “iyi saklanmış bir sır” olmaktan çıkması, yani o hiç ulaşamayacağı zannedilen “parlak geleceğe” varması için de ilk yapılması gereken, tekrardan Türkiye’ye dair inancımızı inşa etmekten geçiyor. Zira şunu gayet iyi biliyoruz: Türkiye’nin içinde bulunduğu karanlık, ülkenin kaderi değil; durup dururken bu duruma düşmedik. Siyaset marifetiyle, bilinçli ya da bilinçsizce alınan yanlış kararlarla Türkiye’nin başına geçmek bilmeyen bir krizler ağı örüldü. Peter Drucker “Yöneticilik, işleri doğru yapmak; liderlik, doğru işleri yapmaktır” diyor. Türkiye ne yazık ki hem yöneticilik hem de liderlik krizi yaşıyor. Normal şartlar altında ürtiker olması gereken bir dönem, uzadıkça uzadı ve topluma hiç bitmeyeceği, asla geçmeyeceği hissettirildi. Siyaset marifetiyle üzerimize çullanmış sorunlardan, siyaset marifetiyle çıkamayacağımıza dair duyduğumuz irrasyonel korkunun ana sebebi bu.
Bana kalırsa Türkiye’ye inanan o büyük insanlar haklıydı. Her ne kadar kendi yaşam süreleri içinde ülkeleri kendi potansiyeline ulaşamamış olsa da Türkiye’ye inanmak için sebepleri çoktu: Küllerinden doğmayı başarmış bir ülkede büyümüşlerdi.
Tam da bu sebeple, Türkiye’nin sadece gelecek 5 yılını değil karakterini belirleyecek bir yıla, Cumhuriyet’in yüzüncü yılına girerken, Bülent Eczacıbaşı’nın anlattığı o “Bir şey yapmak lazım” zihniyetini yeniden özümsememiz ve bu ülkenin kaderine hükmeden vatandaşları, yani patronları olarak elimizi taşın altına koymamız lazım. Bu sadece siyasi örgütlenme yapmak demek değil; işini iyi yapmak da bir umut vesilesidir, okuma grubu kurmak da. Yeter ki umutsuzlukla, inançsızlıkla, imkansızlıkla tanımlamayalım Türkiye’yle kurduğumuz ilişkiyi. “Bir şey yapalım.” Bana kalırsa Türkiye’ye inanan o büyük insanlar haklıydı. Her ne kadar kendi yaşam süreleri içinde ülkeleri kendi potansiyeline ulaşamamış olsa da Türkiye’ye inanmak için sebepleri çoktu: Küllerinden doğmayı başarmış bir ülkede büyümüşlerdi. Bizim de Türkiye’ye inanmak için bolca sebebimiz var ve ironik bir şekilde bugün umutsuzlukla memleketten uzaklaşanlar da o sebeplerden biri. Türkiye hiçbir zaman bugün olduğu kadar iyi koşullarda yetişmiş, uluslararası standartlarda eğitim görmüş, kendi alanlarının en rekabetçi kuruluşlarında çalışma hayatını deneyimlemiş, işin nasıl yapılacağını görmüş, kendini “en iyilerin” arasında yetiştirmiş bir insan gücüne sahip olmamıştı. Türkiye’den oldukça az uluslararası başarı hikayesi çıkmasının ana sebeplerinden biri, ekonomik ve siyasi koşullar kadar, buydu aynı zamanda. Ülkemiz şu anda bir altın madenine sahip ama bu mücevher yokmuş gibi yaşayıp gitmeyi tercih ediyor. Allah’tan kendi tarihimiz, kaderimizin bu olmadığının kanıtı: Bekir Ağırdır Bize Yeni Bir Söz Lazım (2022) kitabında Türkiye’nin adalet duygusuna ve demokrasisine karşı oluşan tehditlere karşı toplumun her zaman daha fazla adalet ve demokrasi talebiyle cevap verdiğinin altını çiziyor. Türkiye’de bu kadar darbe olmasına rağmen darbeci hükümetin hiçbir zaman kalıcı olamaması, bunun iyi bir kanıtı. Türkiye’ye inancımızı yitirmektense tekrardan kendimize güvendiğimiz bir yıl olmalı 2023. Bizim hikayemizin de geleceğimizin de hak ettiği budur.