Dünyadaki Değişim Rüzgârları ve Yeni Bir Orta Sınıfın Doğuşu

Abone Ol
Öncelikle iktisadi koşullar değişmiştir; o dönemde hâkim olan arz açıklarının yerini arz fazlası ve yeterli talebin olmayışı almıştır.  Bu, ister istemez ülkeler arasında rekabeti doğurmuştur.  Bu rekabet salt iktisadi değil, aynı zamanda siyasi bir rekabeti de beraberinde getirmiştir. 1980’li yıllarda Japonya ile bugünlerde de Çin ile ABD arasındaki ticaret savaşları bunun en güzel örnekleridir. İkinci olarak, o günlerdeki sanayi üretimin “tekeli” ABD liderliğindeki Batılı ülkelerin elindeyken, bugün böyle bir tekel kalmamış ve fiziki manada sanayi üretimi ağırlıklı bir şekilde Doğu’ya kaymıştır.  Bu, Batı’daki siyasi sistemin en büyük destekçisi olan orta sınıfın ekonomik olarak zayıflamasına ve onların daha önce sahip olduğu işlerin Doğu’ya kaymasına yol açmıştır. Bu da Batı’nın liberal değerlerinin sorgulanmasına yol açarak sağ popülizmin yükselişine neden olmuştur. Üçüncü olarak, talep yetersizliği uluslararası rekabeti ön plana çıkarmıştır, ama sanayi üretimde uluslararası rekabet gücü sağlayacak emeğin ve çevrenin sömürüsüne dayalı politikalar, belli bir refah düzeyine erişmiş Batılı ekonomilerde kolayca uygulanır olmaktan çıkmıştır. Dördüncüsü, refah devleti uygulamaları dolayısıyla Batı’nın II. Dünya Savaşı sonrası döneme oranla giderek daha büyük maliyetlere katlanması, bu ekonomilerde üretim maliyetlerini arttırırken, rekabet güçlerini de azaltmaktadır. Başka bir deyişle, Batılı ekonomilerde bozulan gelir dağılımı, refah devleti politikalarının uygulama maliyetini arttırırken, bu ülkelerin uluslararası sistemde ekonomik olarak rekabet gücünü zayıflatıyor. Özellikle nüfusun giderek yaşlanması bu artan maliyetlerin en önemli nedeni haline geliyor. Uluslararası düzeyde bu, bireysel refaha Batı’da olduğu kadar önem atfedilmeyen ekonomilere karşı dezavantaj oluşturmaktadır. Beşincisi, uluslararası kurumsal çevrenin küreselleşme yönünde oluşturduğu baskı, Batı ekonomileri için avantajdan ziyade dezavantajlar oluşturmuştur. Bu dezavantajların başında ekonomik yapılardaki dönüşümün hızlanması gelmektedir.  Küreselleşme ve rekabet gücü eksikliği bu ekonomilerin sanayi faaliyetlerinden uzaklaşmalarına, hızlı bir şekilde hizmetlere kaymalarına neden olmaktadır. Son olarak, çok uzun zaman teknolojik ilerlemenin kaynağı olan Batı, bu üstünlüğünü de büyük ölçüde kaybetmeye, 1980’lerden itibaren, bu alanda Doğu, Batı sistemine rakip olmaya başlamıştır. Özellikle teknolojik ilerlemelerin uluslararası ticarette Doğulu ülkeler lehine ortaya koyduğu imkânlar, önce 1980’li yıllarda ABD’nin Japonya’yla, günümüzde ise Çin ile baş gösteren ticaret savaşlarına neden olmuştur. Küresel sistemde yaşadığımız değişimin nedenleriyle ilgili, bu listeye başkalarını da dahil etmek mümkün. Ancak tüm bu radikal değişime rağmen, uluslararası sistemin ekonomik ve siyasi yönetiminde söz sahibi olan kurumlar hâlâ II. Dünya Savaşı sonrası kurumlarıdır; bu kurumların karar mekanizmalarının merkezinde Batılı gelişmiş piyasa ekonomileri yer almakta ve bu kurumlarda ağırlıklı olarak kendi menfaatleri temsil edilmektedir. Bu modelin, yeni koşullara uyum göstermesi gerekmektedir. Zira bugünün dünyasında, maruz kaldığımız ekonomik siyasi problemleri geçmişin yapısını ve güç dengelerini referans alan kurumlarla halletmeye çalışmak hem maliyetli olmakta, hem de bu gayretlerin bazıları sonuçsuz kalmaktadır. Çok daha önemlisi, bu değişimleri takip eden ve uyum göstermeye çalışan ülkeler bakımından belirsizlik yaratmaktadır. Geçmişte rakipsiz bir şekilde refahın nasıl elde edileceğine örnek teşkil eden bir Batı sistemi ve değerleri, bugün Uzak Doğu’dan gelen rekabetle karşı karşıyadır. Bu durumda bizim gibi ülkeler için “çağdaşlaşmayı” temsil edecek değerlerin de tespiti zorlaşmaktadır. Gelişmekte olan ülkeler, geçmişte olduğu gibi sanayi faaliyetleri etrafında örgütlenmiş bir toplumsal yapı ve liberal demokratik değerler ile Çin’in temsil ettiği bireyi dışlayan, daha otokritik bir sistem arasında tercih yapmaya zorlanmaktadır. ~*~ Küresel düzeyde meydana gelen bu dönüşümün ülkelerin kendi içlerindeki örgütlenme biçimine de etkileri vardır. Batı ekonomilerinde sanayi üretiminin önemindeki azalma, ülkedeki gelirlerin elde edildiği kaynak olarak hizmetlerin ağırlığının artmasıyla sonuçlanmıştır. Anca bu, daha önce gelirlerinin kaynağı sanayi faaliyetleri olan kesimlerin ekonomik ve sosyal manada güç kaybetmeleri demektir. Özellikle 1980’lerde ortaya çıkan finansal serbestleşmenin güç kazandırdığı finans kesimi bu ekonomilerdeki zenginliğin bir diğer önemli kaynağı olmaya başlamıştır.  Böylece toplumun üretimden elde edilen gelire bağlı kalmadan, borçlanarak tüketebilme imkânları artmış, geçmişin sınıfsal dengeler bozulmuştur. Üretimin bir parçası olarak elde ettikleri gelirler için geçmişte yapılan mücadelenin yerine, borçlanma imkânlarının artırılıp, faizlerinin düşük tutulması yönünde politika arayışları ekonomide hâkim kılınmıştır. ABD doları ve Euro’nun uluslararası rezerv paralar olması, ilgili ülkelerdeki finansal kesimin, orantısız bir şekilde güç ve önem kazanmasına neden olmuştur.  Öyle ki, tüm dünya tarafından talep edilen bu paralara erişebilmek için diğer ülkeler ya bu ekonomilerden borç alma, ya da ticaret yoluyla onlara daha fazla mal satma yoluna girmişlerdir. Ortaya çıkan bu nakit talebi gelişmekte olan ülkelerin ve özellikle Doğu’nun sanayi üretimindeki uzmanlaşması ve rekabet gücü kazanması için temel motivasyonu oluşturmuştur. Tüm bunların etkisiyle II. Dünya Savaşı sonrasında dünya ticaretine konu olan sanayi mallarının üretimleri batılı ekonomilerden doğuya kaymıştır; batılı ekonomilerin ticarete-konu-olan malların üretimindeki gücü zayıflamıştır. Bu tip mallarda uluslararası ticaretin en önemli ülkesi olan Çin öne çıkmıştır. Rezerv para birimlerinin dünyada talep görmesi, onların bu gelişmeden çok fazla zarar görmeden (yani bir döviz darboğazına düşmeden), daha çok yerel nitelikli hizmetler gibi uluslararası ticarete-konu-olmayan mallara yönelmelerine ve bu şekilde uluslararası rekabetten kaçabilmelerine imkân sağlamıştır. Böylece nüfusun giderek artan bölümleri yerel ihtiyaçların karşılanmasına yönelik olan bu faaliyetlerden gelir elde edebilir hale gelmiştir.  Bu süreç sanayisizleşme olarak adlandırılmaktadır. Savaş sonrası dönemde ağırlıklı olarak sanayiden gelir elde eden orta sınıflar sahip oldukları değerleri tüm topluma yayarak, liberalizmin ve demokrasinin temel güvencesi oldular. II. Dünya Savaşı sonrası yükselen bu değerler ekonomi alanında önemli başarılara vesile olduğu ve başka ülkeler tarafından da örnek alınmaya başlandı. Bu yüzden sanayileşme liberal demokratik değerlere sahip bir orta sınıfın doğuşuna olanak sağlamıştır. Ancak günümüzde ortaya çıkan yeni düzende sanayi faaliyetlere bağlı orta sınıfların güç kaybetmesi, onların yerine geçen kesimlerin sahip oldukları yeni değerlerin giderek toplumda yaygınlık kazanması ülkelerin siyaset gibi üst yapı kurumlarında dönüşün ihtiyacını tetiklemiştir.  Ekonomide olduğu gibi, siyasal tercihlerinde de yerelleşmeye başlayan toplumlar, her geçen gün küresel düzeyde de farklı değerler sisteminin savunucusu haline gelmektedirler. Artan milliyetçilik ve bozulan ekonomik dengelerin yol açtığı mağdur kesimlerin talepleri üzerinde yükselen günümüze özgü siyasi popülizm, uluslararası sistemde ortay çıkan değişime ayak uyduramamanın sonucudur. Ekonomik yapıların evrileceği yöne göre bireylerin gelir kaynaklarında ve toplumdaki hâkimiyet ilişkilerinde yaşanacak değişim yeni yeni sınıfların doğmasına yol açacaktır.  Bu sınıflar sahip olacakları yaşam tarzları ve değerlerle siyaset gibi üst yapı kurumlarında da değişimi zorlayacaktır.