Sanırım bize lazım olan “restorasyon” değil, “format”; şarkıda da dendiği gibi “dünya yetmez ama başlamak için iyi bir yer!”. Prof. Dr. Emre Erdoğan başlangıç noktasını yazdı
Ülkemizin seçim “sath-ı mailinde” hızla ilerlediği, hatta kaydığı bu günlerde, gözlerimiz ve kulaklarımız “6’lı Masa” olarak tabir edilen ana akım muhalefetin ortak platformunun çalışmalarında. Kamuoyunun ve muhtemel adayların tüm dikkati muhalefetin Cumhurbaşkanı adayının kim olacağı konusuna odaklanmış olsa da Masa’nın bu konuda hiç acelesi olmadığı görülmekte. Başta gelecek seçimde Cumhur İttifakı’nın Cumhurbaşkanı adayı olması kesin ancak hukuki birkaç adıma ihtiyaç duyan halihazırdaki Cumhurbaşkanı Erdoğan ve medyanın akil insanlarının “haydi açıklayın artık!” baskısı olsa da muhalefet daha çok “ertesi güne” hazırlık yapmayı ve bazı ortak politika belgeleri üretmeyi tercih ediyor. Bu belgelerin ortak noktası “Güçlendirilmiş Parlamenter Sisteme Dönüş”, bir bakıma daha önceki sistemin “restore” edilmesi.
Aslında muhalefet liderlerinin bu çabası takdire şayan. Hem ideolojik hem de seçmen profili açısından birbirine benzemeyen altı siyasi partiyi aynı masada tutmak, cirimlerini yok sayarak taleplerine kulak vermek ve en azından minimal bir uzlaşıyı hedeflemek, siyasal kültürümüzde alışık olmadığımız bir diyalog çabası olarak övgüyü hak ediyor. Daha kolaycı bir yolu tercih edebilir ve “o gitsin de!” ötesinde başka bir vaat içermeyen bir platformla yetinebilirlerdi, yetinmiyor gibi gözüküyorlar şimdilik. Liderler ve komisyonlar düzeyinde de olsa bir ortak program ve yol haritası geliştirmeye çalışıyorlar, ileride sonuçtan ziyade sürece odaklanacak siyasal tarihçilerin takdir edecekleri bir inat diyebiliriz.
İnat diyebiliriz, çünkü Masa’yı oluşturan siyasi partilerin tek ortak yönleri aslında Cumhurbaşkanlığı seçimini kazanmak arzuları. Partilerin programları, seçmen profilleri, ideolojik yönelimleri ve en önemlisi iş yapma tarzları o kadar ayrı ki, alternatif bir dünyada birbirlerine selam bile vermeleri bile sürpriz olurdu.
Oysa Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin cilveleri, o sihirli %50 artı biri bulmak için her türlü komşunun külüne muhtaç kalıyor aktörler. Bu kadar geniş spektrumlu bir ittifakı ayakta tutmak kolay iş değil. Hem dost hem de düşmanın gözleri üzerinde açık vermelerini beklerken; ittifak içerisindeki muhtemel görüş ayrılıklarını gıdıklamayı seven ve buradan rant devşirmeyi uman bazı siyasiler de bulunuyor. Zafer Partisi’nin açık mülteci karşıtı söylemini böyle “okuyabiliriz”. Masa partilerinin herhangi bir ortak mülteci politikası yok, tıpkı dış politikaları ya da maliye konusundaki tercihleri gibi bilinmiyor. Bilinmiyor, çünkü bu tür “hassas” konuları tartışmaya başlamak muhtemel ittifakı seçime kadar bir arada tutmayı imkânsız hale getirebilir. Eh, tartışmayınca da birilerinin bu sessizlikten istifade etmesi şaşırtıcı olmuyor; bu kime yarayacak görebiliriz.
Ancak, esas sorun Masa’nın sessizliği değil, ana yol olarak tutmayı düşündükleri restorasyon projesinin baştan yanlış olması. Restorasyon, yani eski parlamenter düzenin inşası, hatta güçlendirilmesi ülkemizin şu andaki ve gelecekteki sorunlarına çare değil. Bu restorasyon sürecinin hukuki adımlarını henüz bilmiyoruz, çok kolay olmayacağında eminiz çünkü Masa her türlü baraj manevrasını kıvrakça aşsa bile, parlamentoda çoğunluğu tek başına alamayacağından, gerekli yasal düzenlemeleri yapabilmek için ya Cumhur İttifakı’na ya da şu ana kadar pek yüz vermedikleri -yukarıdaki sebeplerden- HDP’ye ihtiyaç duyacaklar. Bu süreçteki pazarlıkların “renkli” olacağından eminiz, HDP -ya da yerine gelebilecek herhangi bir parti- siyaset biliminde “şantaj potansiyeli” denen güçlerini “orantısız” olarak kullanacaktır, emin olalım.
Yine de diyelim ki bu zor ama iyi niyet taşlarıyla döşenmiş yolda adım attılar ve bir parlamenter sistemi, hem de güçlendirerek kurmayı başardılar; varılacak yer cehennemden ötesi olmaz. Çünkü, parlamenter sistem, tabiri caizse “demode” ve aslında hiç de çalışmayan bir hükümet sistemi. Gelişmiş ülkelerin çoğunluğu parlamenter sistemle yönetilse, başkanlık sistemi de Latin Amerika, Afrika ve Orta Asya’ya özgü bir rejim olarak gözükse de söz konusu sistemin eksikleri, faydasından fazla.
Eğer demokrasiyi, en fazla kişinin maksimum yararını sağlayacak bir rejim olarak tanımlarsak; parlamenter sistemlerin bunu başarabildikleri tartışılır durumda. Tabii ki bahsettiğim coğrafi dağılım göz önünde tutulduğunda parlamenter demokrasilerin diğer rejimlere kıyasla daha fazla ekonomik büyüme veya insani Gelişmişlik sağladığı aşikâr, ancak burada sömürge(ci) geçmişi olmak gibi diğer faktörler kontrol edildiğinde bu büyü çok da kalıcı olmayabilir, teknik bir terimle nedensellik görüldüğü kadar aşikâr değil belki de.
Şu anda mevta olan parlamenter sistemimizin en önemli zararı bizleri sistematik olarak yönetimden dışlaması ve ülkenin yönetimini çoğunlukla siyasi, az sayıda kişinin eline teslim etmesi.
Faydasını geçelim, parlamenter demokrasi adı verilen ve restore edilmesi öngörülen rejimin bilinen en büyük zaafı hükümet çıkaramaması değil. Bu sistemi eleştirenler, biraz da koalisyon hükümetlerinin beceriksizliklerinin verdiği tiksintiyle güçlü bir yürütmeye arzu duyuyorlar, Türkiye’de 1960’lardan bu yana gelen başkanlık sistemi tartışmaların esas argümanı da bu. Parlamenter sistemler her zaman hükümet üretemezler, bu doğru; başkanlık sistemlerinde hükümet kurmak oldukça da kolaydır.
Ancak hangisi daha fazla mutluluk, refah, adalet üretir; bu tartışmalı ve kesin kanıt sunmak pek de kolay değil. 1982 Anayasası yazılırken hükmedebilir bir yürütme tasarlanmıştı, sonrasında neler olduk gördük. On bir yılda dokuz hükümet çıktı üç seçimden ve ülke de pek bir ilerlemedi. Demek ki anayasada yazmak yetmeyebiliyor bazen.
Şu anda mevta olan parlamenter sistemimizin en önemli zararı bizleri sistematik olarak yönetimden dışlaması ve ülkenin yönetimini çoğunlukla siyasi, az sayıda kişinin eline teslim etmesi. Bildiğimiz parlamenter sistem vatandaşın katılımını kuru bir oy vermeye indirgemiş durumda, o oy verme işlemi de “seçimden” ziyade, siyasi elit tarafından önümüze sunulan fiks menüden “seçme” yapmaya indirgenmiş durumda. Nasıl mı? Açalım.
Parlamenter sistemin anahtarını vatandaşlar tarafından bir şekilde oylanmış ve seçilmiş milletvekillerinden -bazen de senatörlerden de- oluşan bir parlamento oluşturuyor. Bu parlamento hem yasama gücüne sahip hem de yürütmenin başı olarak bilinen Başbakan’ı seçebiliyor. Bazı sistemlerde bakanlar teker teker oylanırken; bizim sistemimizde “primus inter pares” olan Başbakan’ın listesi güvenoyuna sunulduğu da oluyor. Başbakan da genel olarak çoğunluk partisinin eğer koalisyon kurulmuşsa da o partilerin en büyüğünün lideri -teknik olarak grup başkanı-.
Peki, bu başbakanı onaylayan gereğinde düşüren milletvekillerini kim seçiyor? Kâğıt üzerinde vatandaş, çünkü genel seçimde mührü kime bastıysa onun aday gösterdiği kişiler farklı oy sayma yöntemleri kullanılarak seçiliyor. Ama aslında öyle bir seçim yok, çünkü vatandaş mührün altındaki isimleri belirleme şansına sahip değil. O adaylar farklı mekanizmalar kullanılarak siyasi parti yönetimleri tarafından belirleniyor ve vatandaşın önüne sunuluyor. Alternatif oy sayma mekanizmaları olsa da -taşınabilir oy, tercihli oy vesaire gibi- bizim sistemimizin öyle bir niteliği yok; önümüze konanı yemekle mükellefiz.
Sorun ülkenin ekonomik büyümesi ya da küçülmesi değil, tabii ki geçim meselesi kıymetli. Sorun, uzun süre bu şekilde yönetilen bir ülkede vatandaşların siyasetten ve siyasetçiden soğuması ve demokrasiye olan inancını yitirmesi.
Eskiden Altın Üçgen derdik, üçgenin nasıl kurulduğunu görmeye başlıyoruz. Başbakanı -ki kendisi parti lideri- milletvekilleri belirliyor, milletvekillerini parti lideri belirliyor -ki kendisi otomatik başbakan adayı- parti liderinin nasıl belirlendiği muğlak; siyasi geleneğimizde parti lideri değiştiren parti o kadar az ki, ortak bir mekanizmadan bahsetmek mümkün değil.
Sosyal demokrasi geleneğinde iyi kötü bir delege sistemi, bir oylama, bir rekabet bulunsa da sağ cenahta bu tür kafa karıştırıcı işlere pek rastlanmıyor -birkaç tarihi anekdot haricinde tabii- delegeler liderin askerleri olarak görev yapıyorlar. Böylelikle de lider hem partiyi hem meclisi hem de hükümeti kontrol edebiliyor. Bu noktada vatandaş nerede? Oy sandığından ayrıldığı anda işlevi bitmiş durumda, gerisi emin ellerde.
Bu emin eller hangi politikaları güdecek, neleri başaracak ya da başaramayacak zaman içerisinde görülecek tabii. Başarısız olursa vatandaş bir sonraki seçimde oy vermez, o zaman da “cezalandırmış” olur ama bu ülke başarısız ve seçim kaybetmiş politikacıları defalarca hükmederken gördü, meclisteki koalisyon pazarlıkları sayesinde. Vatandaşın seçilmesine dahil olamadığı bir dizi yönetici, sadece sandıkta hesap vererek -o da belki- ülkeyi kendi bildikleri gibi yönetiyorlar; kâğıt üstünde iyi gözüken denge ve denetleme mekanizmalarının hepsi Altın Üçgen’de kaybolup gidiyor.
Sonuçta, sorun ülkenin ekonomik büyümesi ya da küçülmesi değil, tabii ki geçim meselesi kıymetli. Sorun, uzun süre bu şekilde yönetilen bir ülkede vatandaşların siyasetten ve siyasetçiden soğuması ve demokrasiye olan inancını yitirmesi. Böyle bir durumda da demokrasi köydeki tek oyun olmaktan çıkınca, büyük siyaset bilimci Przeworski’nin de dediği gibi “ellerinde sihirli çözümleriyle” büyücüler gelir ve her başarısızlık bir otokratın önünü açar.
Sadece ülkemizde gözlemlediğimiz değil, küresel bir salgın haline gelen ve bütün dünyada demokrasileri tehdit eden popülizm rüzgârı, bildiğimiz parlamenter sistemin bu temsil zaafından yararlanıyor; siyasetçiler sadece kendilerini ve iş ortaklarını düşünen bir takım esnafa dönüşüyorlar, halkın güvenini kaybediyorlar. Böyle bir durumda da doğru olmasa da kendini “halktan biri” ve “halkın kendisi” olarak gösterebilen liderler, iktidara kolaylıkla geliyorlar; gelmeseler bile hükümet politikalarını -hem de toksik söylemleriyle- şekillendirebiliyorlar.
İşte Masa’nın restore etmeye çalıştığı sistem bu ve şu ana kadar duyduğumuz önerileri vatandaşa söz hakkı vermeye ve kararlara dahil etmeye yönelik bir şey içermiyor. İçermesini de beklemiyorum çünkü yol haritalarını ve politikaları bile çoğunluğunu erkeklerden oluşan komisyonlarla belirliyorlar, “aşağıdan yukarıya” tabir edilen yöntem akla bile gelmiyor. Yemek piştiği zaman önümüze sunacaklar; tabii yersek.
Tam bu noktada biraz yaratıcı bir yıkıcılığa ihtiyaç var. Cumhurbaşkanı’nı halkın seçtiği ve ülkenin direksiyonunu koşulsuz teslim ettiği halihazırdaki sistem mi daha “demokratik” yoksa birtakım elitlerin birbirlerini ağırladıkları eski sistem mi? Sanırım bize lazım olan “restorasyon” değil, “format”; şarkıda da dendiği gibi “dünya yetmez ama başlamak için iyi bir yer!”.