Özellikle 2008 sonrasında, para politikasının uygulamaları değişime uğradı. Bu değişime neden olan temel unsur, küreselleşmenin ağırlıklı olarak bir finansallaşma süreci olarak karşımıza çıkması oldu. Bu süreç, borçluluk düzeylerini artırdı.Yükselen faiz oranları, az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde mali baskınlık kavramı çerçevesinde finansal istikrarsızlık olarak yüzünü gösterme potansiyeli taşıyor. Gelişmiş ülkelerde ise, yükselmiş borçluluk düzeyi üzerinden yeni bir denge arayışı ve az gelişmiş ve gelişmekte olanlara göre farklı alanlarda finansal istikrarsızlık olarak karşımıza çıkıyor. Finansal istikrarsızlık, farklı nedenlerle tüm dünya ekonomilerinin sürekli gündeminde. Artan faiz oranlarının finansal stres yarattığı gerçeği bir tarafta duruyor. Diğer yandan, yükselen borçlanma düzeyinin yarattığı bir başka gelişme var. Piyasadaki para miktarı ve dolaylı olarak toplam talep miktarının belirlenmesinde merkez bankalarının rolü zayıflıyor. Bu ifadeyi, çoğu kişinin düşündüğü üzere, kripto varlıkların kullanımıyla ilişkilendirerek belirtmemekteyim. Bu gelişme, daha çok artan borçluluk düzeyiyle ilişkili. Piyasadaki para miktarının belirleyicisi giderek artan ağırlıkta banka mevduatından krediye kayma gösterdi. Paranın nasıl yaratıldığı konusunda mevduata ek olarak krediyi de önemli ölçüde dikkate alan yaklaşımlar hiç yeni değil. Ancak, özellikle 2008 sonrasındaki gelişmeler, paranın yaratılmasında kredinin önemini büyük ölçüde artırdı. Keynes, 1930’a ait Treatise on Money adlı çalışmasında paranın yaratılmasıyla ilgili olarak endojen unsurlardan söz eder. Yani, paranın yaratılmasında bankacılık sistemi içindeki kredi mekanizmalarına vurgu yapar. Bank of England, 2014 yılına ait bir çalışmada paranın kredi mekanizması içinde nasıl yaratıldığına dair önemli vurgulamalar yapıyor. Çalışmanın sonlarında, Bank of England’ın para miktarını doğrudan kontrol etmediği, ancak ekonomideki para miktarına etki edebildiği yönünde ifadeler yer alıyor. Konuya bu açıdan bakıldığında, bir merkez bankasının para politikasında etkinlik kazanmasında faiz oranı ile beraber farklı araçların kullanımının eskiye göre daha fazla dikkate alındığının altını çizmek gerekiyor. Özellikle 2008 sonrasında, para politikasının uygulamaları değişime uğradı. Bu değişime neden olan temel unsur, küreselleşmenin ağırlıklı olarak bir finansallaşma süreci olarak karşımıza çıkması oldu. Bu süreç, borçluluk düzeylerini artırdı. Artan borçluluk düzeyleri, merkez bankalarının piyasadaki para miktarını kontrol etmekte zorlandıkları bir süreci beraberinde getirdi. İktisat, sonu olmayan bir alan. Geleceğe yönelik kör, geçmişe yönelik ise şüpheli. Yeni toplumsal gelişmeleri eski analiz modelleri ile açıklamak mümkün olamıyor. Yeni akımlar ve okullar da bu nedenle doğuyor. Her yeni akım, oluşan yeni dinamiklere açıklama getirmeye çalışıyor. Para politikası nasıl değişirse değişsin, faiz oranı ya da piyasadaki para miktarı ne olursa olsun, politikaların eşitliğe ve mümkün olduğunca adil bir bölüşüme yönelik olması gerekiyor. Bugünün iktisadı bunu sağlayamıyor. Yerim kalmadı, daha fazla yazamıyorum. Bu yazının ele aldığı konuları başka yazılarda da ele alacağım. Finansal istikrarsızlıktan söz edip Finansal İstikrarsızlık Hipotezi’nin sahibi Minsky’den söz etmemek elde değil. Başka yazılarda.
Dünya ekonomilerinin tepesinde Demokles’in Kılıcı: Finansal istikrarsızlık
Para politikası nasıl değişirse değişsin, faiz oranı ya da piyasadaki para miktarı ne olursa olsun, politikaların eşitliğe ve mümkün olduğunca adil bir bölüşüme yönelik olması gerekiyor. Bugünün iktisadı bunu sağlayamıyor.
Büyük Resesyon (2007-2009) sonrasında merkez bankalarının amacı ekonomik aktiviteye canlılık kazandırmak ve finansal istikrarı sağlamaktı. Bugün amaç, yükselen enflasyonu kontrol etmek ve yine finansal istikrarı sağlamak. Fiyat hareketleri çeşitli nedenlerle yön değiştirebiliyorken, finansal istikrarın bozulma olasılığı sürekli olarak gündemdeki yerini koruyor.
Küresel borçluluk, hemen hemen 1980’lerin ortalarından itibaren hızlanarak artıyor. Söz konusu yıllar, aynı zamanda küreselleşmenin ağırlıklı olarak bir finansallaşma süreciyle karşımıza çıktığı döneme işaret ediyor.
Finansallaşmanın baş aktör olduğu küreselleşme sürecinde, politika araçları doğrudan finans piyasalarına yönelik olan merkez bankalarının ekonomi politikaları bütününde artan ağırlığı söz konusu oldu. Ancak, finansallaşma ile beraber borçluluk düzeyindeki artışın merkez bankalarının etkinliğini zayıflattığı bir durum da gelişti. Yeni dinamikler, merkez bankacılığının yeni yöntemler geliştirmesine neden oldu.
Borçluluk düzeylerinin arttığı koşullarda merkez bankalarının enflasyonu kontrol etmek amacıyla faiz oranlarını yükseltmeleri borcun maliyetini yükseltiyor. Bu durumda, bazen hükümetler, faiz oranlarının yükselmesi karşısında, maliye politikası cephesinde kamu harcamalarını kısmak yoluna gidebiliyorlar. Zira, yükselen faiz oranlarıyla beraber zaten yükselmiş borçluluk düzeyinin daha da yükselecek olması maliye politikasında disiplinin kontrolden çıkması ve maliye politikasının enflasyonun başlıca nedenlerinden biri hâline gelmesi ile sonuçlanabiliyor. Böyle bir durum, gelişmekte olan ya da az gelişmiş ülkelerde mali baskınlık (fiscal dominance) adındaki bir durumun ortaya çıkmasına neden olabiliyor. Eğer hükümet cephesi maliye politikasının harcama kalemlerini kısarsa, ekonomide toplam talebi düşürücü etki ortaya çıkıyor.
Mali baskınlık, bir merkez bankasının yükselen enflasyon oranını kontrol altına almak amacıyla reel faiz oranını yükseltmesine rağmen yerel para biriminin uluslararası para birimleri karşısında değer kaybetmesi hâlidir.
Mali baskınlık durumunun geçerli olmadığı ekonomilerde, reel faiz oranının artırılması yerli para biriminin değer kazanmasıyla sonuçlanır. Ancak, yüksek kamu borcunun servis edilememesi olasılığını yüksek olarak değerlendiren uluslararası yatırımcılar reel faiz oranının artmasıyla beraber kamu borcunun servis edilememesi olasılığının arttığını düşünerek ilgili ülkenin riskini taşımaktan kaçınırlar. Yani, portföy seçimlerini kamu borcu yüksek olan ve reel faiz oranını artırarak kamu borcunu ödenemez duruma getirebileceğini düşündükleri ülkeden sermaye çıkışı gerçekleştirmek yönünde kullanırlar. Süreç, reel faiz oranını artırarak ülke para biriminin değerini artırmaya ve enflasyon oranını kontrol altına almaya çalışan merkez bankasının enflasyon hedeflemesini gerçekleştirememesiyle devam eder.
Küresel ekonomide bugün, mali baskınlık kavramının anlattığı sonuçlarla karşı karşıya kalma olasılığı olan ülkeler bulunmaktadır. Bu nedenle, faiz oranı ile borçluluk düzeyi arasındaki dengelerin büyük bir dikkatle gözetilerek ele alınması şarttır. Mali baskınlığın bir sonucu olarak finansal istikrarsızlık yaşamış ülkelerden biri Brezilya’dır.