Dümenin tersine döndüğü yer: Mülteci emeği

Abone Ol
İstihdam edilen mülteci emek, örgütlenme hakkına sahip değildir. Böylesine müphem bir düzlemde, mülteci istihdamının sosyal uyumu bozucu etkisinden bahsedilemez. Aksine karşı çıktığımız sınıflararası çelişkiler düzenini perçinleyecektir. İstihdamın, toplumsal çelişkiler düzeninin tutkalı olarak tarif ettiğimiz sosyal uyuma gölge düşürme niteliğinden bahsetmiştik. Üstelik de bunu, çalışma hakkının özü diye nitelendirebileceğimiz örgütlenme hak ve özgürlüğüyle mümkün kılabileceğini de. Çünkü, normal koşullarda, istihdam olan bir işçi, çalışma hakkının kendisine teslim ettiği alan gereği örgütlenir ve emek gruplarının lehine hak mücadelesinde bulunur. Bu mücadelede işçi sınıfı, sermayenin istemediği bir şeyleri muhakkak edinmiş olur. Dolayısıyla devletin, başından beri söylemeye çalıştığımız, bu iki grup arasındaki çatışmayı sermaye lehine yatıştırmak için kullandığı ve sivil toplumun ona hep takviyede bulunduğu sosyal uyum aracına, örgütlü bir işçi tabiri cazise çomak sokmuş olur. Ve uyumsuzluğun uyumu, çalışma hakkının bu muazzam kapsamıyla yeniden parçalarına ayrılmış olur. Sınıflar, çalışma hakkı söz konusu olduğunda, tarihleri gereği saflarını alırlar. Örneğin, emek, sermayenin ancak ve ancak örgütlülükle incisinin dağılacağını bir kez daha anlamış olur. Fakat, buraya kadar anlatılanda, vatandaşlık meselesinin kendisi, bir ceteris paribustur. Peki vatandaşlığın devre dışı kalıp, kelimenin tam anlamıyla hiçbir koşulun sabit ol(a)madığı bir düzlemde, istihdamın bu sosyal uyumu bozucu etkisinden bahsedilebilir mi? Bu sorunun özcesi şudur: İstihdam edilen mülteci emek, örgütlenme hakkına sahip midir? Ya da devletin, çalışma hakkındaki pozitif statüsü, mülteci emek için söz konusu mudur? Bize göre devlet aygıtını var eden, bu sınıflar arası çelişki düzleminin kendisi, vatandaşlık bahsiyle bir kez daha süreklileşmiştir. Hatta sosyal uyum dediğimiz politikanın en güzel örneklerinden biri bile olabilir kendisi. Çünkü vatandaşlık, insanlar arasındaki en hakiki ayrım olan sınıfsal farklılıkları, bir ülkenin yurttaşı olma ortaklığı üzerinden perdelemeyi başarmıştır. Üstelik de neredeyse üç asırdır… Modern devletin, sınıflar arası çatışmayı dindirmek pahasına dolaşıma soktuğu en nadide icadıdır denilebilir vatandaşlıktan için. Ancak, onun tüm bu “birleştirici” kudretine rağmen, çalışma hakkı mücadele dolu kazanımlarıyla tarih sahnesine çıkabilmiş ve bu birleştiriciliğin bir yere kadar olabileceğini göstermiştir. Çalışma hakkının örgütlenme kapsamı, emeğin ve sermayenin beynelminelliğinin bir sağlamasıdır da bu yüzden. Devlet, bu beynelminelliğin ortasında çalışma hakkının kapsamını emeğe teslim etmekle mükellef kılınmıştır. Bu alanda var olup, emeğe sermaye karşısında barikat olacaktır. Nitekim, çalışma hakkının gerçekleşmesinde onun pozitif varlığı, sömürüsü ülkesel sınırları aşan sermayeye rağmendir. Vatandaş olan işçi sınıfı için pozitif olarak bu alanda var olmaya mecbur olan devletin, mülteci emeği bakımından konumlanışı ise oldukça farklıdır. Devlet bu alanda da vardır elbette. Bu alanı terk etmiş falan değildir. Ancak onun pozitif varlığı, sorumluluğundan değil gücünden kaynaklanmaktadır. Vatandaşının karşısındaki gücüyle kıyaslanamayacak bir ölçüde hem de ve düzenlemesi gereken bu alandaki yokluğunun mülteciyi nasıl bir bilinmezlik ve boşluğa düşürdüğü gerçekliğiyle… Devlet, mülteci emeğinin istihdamında, oysa teslim edilmediğinde çalışma hakkı diye bir haktan söz edilemeyecek kadar asli olan, çalışanların örgütlenme hak ve özgürlüğü konusunda takdiri yetkiye sahiptir örneğin. İsterse verir ki bu hakkını kullanan vatandaşların durumu bile burada anlatmakla bitmeyecektir. Sendikalı işçilerin sıkıntı yaşamadığı bir Türkiye’den bahsetmek için en az yarım asır geriye gitmek gerekecektir ya da. Ancak vatandaş işçi için pratiği ne kadar zor olursa olsun, örgütlenme hakkı bir anayasal bir haktır. Ve de jure olmaktan bir adım öteye gitmeyen bir hak da olsa bu dediğimiz, yazılı bir garantidir vatandaş için. Kısacası yurttaşlık fikriyle yatıştırmaya çalıştığı emek ve sermaye çatışmasını, devlet her ne kadar çalışma hakkının örgütlenme kapsamıyla emek lehine kaybetmeye başlasa ve bu alanda hakkın tüm kapsamını emeğe teslim etmekle sorumlu olsa da mülteci emek meselesinde dümeni sermayeden doğru çevirebilmiştir. Sermaye ve devlet, bu konuda birbirlerinin dağ gibi arkasındadır. Yukarıda sözünü ettiğimiz soruların cevabı öyleyse şudur: İstihdam edilen mülteci emek, örgütlenme hakkına sahip değildir. Bu cevabın kendisi bize, bu istihdamın nemenem bir istihdam olduğu sorusuna pek tabii işaret eder. En başta kayıtsız çalışmaya, hak sömürüsüne ve insan dışı çalışma koşullarına… Böylesine müphem bir düzlemde, mültecinin istihdamının sosyal uyumu bozucu etkisinden bahsedilemez. Aksine bu istihdam başından beri karşı çıktığımız sınıflararası çelişkiler düzenini sadece perçinleyecektir. Diğer yandan, devletin çalışma hakkındaki pozitif statülü durumu, mülteci emek için onun emeğini bir bilinmezliğe sürüklemesi bakımından havadadır. Bu yokluğun, devletin tüm donanım ve imkanlarıyla sonlanması mecburidir. Emek gruplarına hak ve özgürlüklere sahip olmak bakımından daha dezavantajlı oldukları için entegre olmayan mülteci kesiminin bu hakka en acilinden sahip olması gerekmektedir ve de. Bu dezavantajlılığı gidermesi gereken en önemli aygıt ise devletten başkası değildir. Ancak başka kesimlere de bir pay düşecektir şüphesiz ki: Emek kesimleri, toplumun hemen her kesimince görmezden gelinen ve en az kendileri kadar emeğinden başka satacağı bir şey olmayan kesime, örgütlü toplamlarıyla bir kez daha bakmaya vazifelidir. Bu görev, tarihsel çelişkilere itiraz geçmişimize saygımızdan ve inancımızdan gelmelidir en çok da.