Dört yüzyıl öncesinin yankıları: Spinoza’da nörobilim izleri

Abone Ol
Her iki disiplin de insanın durumunu anlamaya çalışırken, araştırma sorularında doğal bir örtüşme yakalanıyor. Felsefe ve nörobilim, aynı fenomen üzerinde tamamlayıcı bakış açıları sunuyorlar. Dünyaya ve insana daha yakından bakma, onları anlama çabasına katkıda bulunmak üzere yola çıkan iki farklı disiplinin, felsefenin ve nörobilimin kesiştiği, hatta birbirini tamamladığı ilginç noktaları tespit etmek, bu aralar en çok hoşuma giden uğraşlardan biri. Perspektifini kendime en yakın bulduğum, anlam atfetme arayışımı yüksek dozda tatmine ulaştıran filozoflardan biri olan Spinoza’da, modern nörobilim araştırmalarının izlerini görmek ise bana hem heyecan, hem de şaşkınlık veren bir süreç oldu. Yüzyıllar öncesinden gelen önermelerde, nörobilim çalışmalarının bulgularına nasıl rastlayabiliyoruz? Yöntemleri bir hayli farklı olsa da, amaçları açısından bu iki disiplin arasında büyük farklılıklar olduğunu düşünmüyorum. Oldukça tartışmalı bir konu; ancak benim açımdan felsefenin amacının, gerçeği ve bilgiyi aramak, gerçekliğin doğasını, mevcut dünya anlayışımızın altında yatan varsayımları, inançları sorgulamak, insanın dünya üzerindeki deneyiminin çeşitli yönlerini bütünleştiren kapsamlı ve tutarlı dünya görüşleri ve düşünce sistemleri oluşturmak olduğunu söyleyebilirim. Bu açıdan, davranışsal nörobilimle felsefenin amaçları arasında büyük benzerlikler olduğunu söylemek de mümkün. Öte yandan felsefe, kişisel gelişimi ve öz farkındalığı teşvik ederek, bireyleri kendi inançlarını, değerlerini ve varsayımlarını sorgulamaya da davet ediyor. Nörobilim çalışmaya başladıktan sonra aklımda birbiri ardı sıra yıkılan (yıktığım) şablonları gördüğümde, her iki alanın öz farkındalıkla ilgili katkılarına daha yakından tanık olduğumu da söylenebilirim. Bilginin disiplinler arası doğası şaşırtıcı ve heyecan verici… Tarih boyunca filozoflar, zihnin doğası, bilinç, insan davranışı ve zihin ile beden arasındaki ilişki hakkında temel sorular üzerine kafa yormuşlar. Bunlar aynı zamanda modern davranışsal nörobilimdeki araştırma alanlarından bazıları. Her iki disiplin de insanın durumunu anlamaya çalışırken, araştırma sorularında doğal bir örtüşme yakalanıyor. Felsefe ve nörobilim, aynı fenomen üzerinde tamamlayıcı bakış açıları sunuyorlar. Bilimsel araştırmalarda nirengi metodu olarak adlandırdığımız, bir fenomeni farklı disiplinler ve bu disiplinlerin kullandığı araştırma yöntemleri ve araçları üzerinden, çoklu bir bakış açısıyla araştırmanın verdiği zenginliğe ulaşmak için de önemli bir güzergâh gösteriyorlar. Bana göre bunun bir örneğini de Spinoza’nın düşünce sistemi ve argümanları oluşturuyor. Spinoza gibi filozofların fikirleri genellikle sonraki entelektüel gelişmeler için bir temel görevi görmüş. Spinoza'nın modern nörobilimin bilimsel yöntemlerine ve teknolojilerine erişimi olmasa da, felsefi fikirlerinin, zihin ve onun işleyişine ilişkin gelecekteki araştırmalar için temel oluşturduğunu söylemek mümkün. Filozoflar, nörobilim araştırmalarına kavramsal netlik, mantıksal analiz ve etik açısından önemli katkılarda bulunurken, nörobilimciler beynin işleyişine ilişkin ampirik kanıtlar ve içgörüler sağlayabiliyorlar. Bu işbirliği, felsefi spekülasyon ile bilimsel araştırma arasındaki boşluğu kapatmaya yardımcı oluyor. Gelelim Spinoza tarafından öne sürülen, yüzlerce yıl sona nörobilimle bir nevi teyit etmeyi başardığımız argümanlara… Bu argümanlardan ilki, zihin-beden ilişkisi üzerine: Spinoza, kartezyen dualiteye baş kaldırarak, zihin ve bedeni aynı varlığın farklı yüzleri olarak kabul eder ve bu varlığa bütüncül bir anlayışla bakmayı önerir. Bu, zihnin, bedenin bir parçası olan beynin ve beynin aktivitesinin bir sonucu olduğu yönündeki modern nörobilimsel görüşle uyumludur. Spinoza'nın monizmi (tekçiliği), zihinsel süreçlerin, sinirsel süreçlerde kök saldığı fikriyle uyumludur. Zihin, beynin ve dolayısıyla bedenin aktivitelerinden azade olmadığı gibi, onun aktiviteleri nedeniyle olduğu haldedir. Oysa başta Descartes olmak üzere hemen hemen tüm Hristiyan sistemi düşünürlerinde zihin, bedenin rehberi, öğretmeni ve yöneticisi olarak görülür. Bedene, insanı rasyonaliteden uzaklaştıran bir kirletici, bir günahkâr ve neredeyse aşağılık bir şey gözüyle bakılır. Zihin bedeni ehlileştirmekten, onu eğitmekten, onun kirletici etkilerinden insanı kurtarmaktan sorumludur.
Şahsen dualist bakış açısının modern insanın en büyük laneti olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle hem Spinoza tarafından günümüzden tam dört yüzyıl önce yapılan bu tartışma, hem de nörobilimin ortaya koyduğu bulgular son derece önemli.
Modern nörobilim ise zihin ve beden ilişkisinin ne kadar komplike ve birbirinden ayrı düşünülmesi imkânsız bir ilişki olduğunu mutlak bir netlikle ortaya koyuyor. Zihin, ne bedenin dışında, ne de ondan farklı bir varlık. Spinoza’nın da öne sürdüğü gibi, yalnızca bu varlığın, bütünün parçalarından biri. Diğerinden ayrı olmadığı gibi, ondan üstün de değil. Şahsen dualist bakış açısının modern insanın en büyük laneti olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle hem Spinoza tarafından günümüzden tam dört yüzyıl önce yapılan bu tartışma, hem de nörobilimin ortaya koyduğu bulgular son derece önemli. Hayatlarımıza sirayet edebilmesi ve kendi bedenimizi bir kirletici olarak görmekten vazgeçmemiz ise uzunca bir zaman alacak gibi görünüyor. Kuracağımız ikinci bağlantı ise daha önceki bir yazımda farklı bir boyutuyla ele aldığım, Spinoza, tanrı-doğa ve özgür irade üzerine. Spinoza'nın, insan eylemlerinin doğa kanunları tarafından yönetildiğini öne süren deterministik dünya görüşü, davranışsal nörobilimin bulgularıyla uyumlu. Daha önce bu köşede de konu aldığımız üzere, nörobilim araştırmaları, kararlarımızın ve eylemlerimizin bir dizi genetik, çevresel ve sinirsel süreç tarafından şekillendirildiğini ortaya koyuyor. Bu bulgular, geleneksel olarak anlaşıldığı şekliyle özgür irade kavramına meydan okuyor. Davranışlarım daha önceden ne şekilde çalışacağı tespit edilebilen bir dizi sinirsel süreç tarafından şekillendiriliyorsa, bu davranışları özgür irademle gerçekleştirdiğimi savunmak ne derece mümkün olabilir? Nörobilim tarafından ortaya koyulan bu bulgular, dört yüzyıl önce Spinoza'nın mutlak seçim özgürlüğünü reddetmesiyle örtüşür. Spinoza’da zihin ve beden, Tanrı Doğa’nın suretleri olarak tanımlanır: zihin düşüncenin, beden ise uzamın temsilcisidir. Birbirinin tezahürü olan bu iki şey de özünde Tanrı-Doğa’nın bir parçasıdır ve onun kuralları üzerinden çalışır. Dolayısıyla insan, bedeni ve zihniyle birlikte bir bütünün parçasıdır ve onun kurallarına tabidir. Hâliyle, insanın özgürlüğünden bahsetmek de mümkün olamaz. Spinoza’nın Tanrı Doğa olarak adlandırdığı bütünün bir sureti de, insan beyninde gerçekleşen sinirsel aktivitelerdir. Bu açıdan modern nörobilimin bulguları ile Spinoza’nın düşünce sistemi arasında, özgür iradenin var olmadığı önermesine ilişkin kuvvetli bir nedensel paralellik mevcuttur. Öte yandan, Spinoza, içinde her şeyin birbirine bağlı olduğu tek bir töz olarak Tanrı Doğa kavramını öne sürerken, modern nörobilim de karmaşık nöron ağlarından, duyuşsal ve bilişsel süreçlerin altında yatan etkileşimlere kadar pek çok farklı açıdan bağlantısallığa kuvvetli bir burgu yapar. Her iki bakış açısı da, insanların doğal dünyanın dokusuna yakından bağlı olduğu fikrine işaret eder.
Spinoza okumalarımı derinleştirdikçe, insanın kavrayış kabiliyetine ilişkin düşüncelere dalıyorum. İnsan beynine dair neredeyse hiçbir bilgimizin olmadığı zamanlarda, bu derece isabetli çıkarımlar yapabilme gücüne sahip olunabilmesi bana son derece ilginç geliyor.
Bir diğer enteresan paralellik noktası da plastisite vurgusunda ortaya çıkar. Spinoza'ya göre yıkıcı tutkular, kişinin bilgiden ve duygusal kontrolden yoksun olması durumunda, kişiyi kendilerine köle hâline getirebilirler. Ancak insan, tıpkı doğa gibi, varoluşu gereği kendini sürekli yenileyecek, geliştirecek, daha üst bir kavrayış ve yetkinlik düzeyine getirecek kapasite ve isteğe sahiptir. Bunun için kişinin kendisini yaşamı boyunca eğitmesi ve dönüştürmesi gereklidir ve kişi bunu başarabilir. Bu sayede yalnızca kendini değil, bir parçası olduğu doğanın düzenini de anlamaya yaklaşabilir. Bu, bir anlamda, beyin plastisitesine, yani beynin yaşam boyunca değişme ve uyum sağlama yeteneğine işaret eder. Yakın zamana kadar bildiklerimizin aksine, son yirmi yıllık sürede yapılan nörobilim çalışmaları, beynin yaşam boyunca yeni nöronlar ve nöral bağlantılar oluşturduğunu ortaya koymuştur. Yalnızca doğumdan itibaren “yaşlanmakta” olan vücut hücrelerinden değil, aynı zamanda her yaşta bütüne yenileri eklenen ve bambaşka bağlantılar kuran nöronlardan oluşuruz ve bu bize yaşam boyu öğrenme, değişme, dönüşme ve hem kendimizi hem de dış dünya ile olan ilişkimizi yeniden kurgulama imkânı sağlar. Bu anlayış, Spinoza'nın bireylerin düşünme kalıplarını ve duygusal tepkilerini öz-düşünme, eğitim ve bilinçli uygulamalar yoluyla dönüştürebileceklerine olan inancıyla da uyumludur.
Birden çok bakış açısının entegrasyonu, insan deneyiminin daha kapsamlı bir resmini çizmeye yardımcı oluyor. Aksi durumda, (şayet Spinoza değilsek), insan gibi kendini dahi anlamaktan uzak, karmaşık bir varlığa ilişkin bilgiye nasıl yaklaşırdık?
Spinoza okumalarımı derinleştirdikçe, insanın kavrayış kabiliyetine ilişkin düşüncelere dalıyorum. İnsan beynine dair neredeyse hiçbir bilgimizin olmadığı zamanlarda, bu derece isabetli çıkarımlar yapabilme gücüne sahip olunabilmesi bana son derece ilginç geliyor. İnsan doğasını anlamak, birden çok disiplinden beslenmeyi ve bu disiplinlerin kavrayışını gerektiren, oldukça karmaşık bir çaba… Nörobilim, bilişsel süreçlerin, duyguların ve davranışın sinirsel temellerine ilişkin içgörü sağlarken, felsefi analiz bu bulguların yorumlanmasına ve daha geniş bir şekilde anlaşılmasına katkıda bulunuyor. Birden çok bakış açısının entegrasyonu, insan deneyiminin daha kapsamlı bir resmini çizmeye yardımcı oluyor. Aksi durumda, (şayet Spinoza değilsek), insan gibi kendini dahi anlamaktan uzak, karmaşık bir varlığa ilişkin bilgiye nasıl yaklaşırdık?