Dönüşümün ayak sesleri ve Türk siyasetinin kayıtsızlığı

Abone Ol
Kimse kendini aldatmasın! Faizleri düşürüp, yüksek büyüme hayali kuranlar bir de bunu düşük enflasyonla gerçekleştirebileceğini iddia edenler akıllarını başına almalılar. Böyle bir dünya kalmadı artık. Türkiye için artık 2000 öncesi eski paradigmaya geri dönüyoruz.

Loading...

Dünya ekonomisinde önemli gelişmeler yaşanıyor. Aslında bu dönüşümün salgınla ve/veya Ukrayna-Rusya Savaşıyla bir ilgisi yok. Değişim çok önceleri başlamıştı zaten. Beklenmedik bir şekilde ortaya çıkan bu dışsal şoklar sadece sürecin hızlanmasına yol açtı. Yoksa dönüşümün yönünü değiştirmedi. Gelişmiş piyasalardaki büyümenin sınırları çok daha belirgin hale geldi. Büyümenin ve refahın kaynakları da değişti. Yirminci yüzyıla ana karakterini veren sanayileşme, toplumsal ve siyasal yapıları da beraberinde sürükleyerek, sancılı bir değişmeye yol açmıştı. Malum olduğu üzere bu süreç yirminci yüzyılın başlarında dünya çapında bir dizi savaşa neden olmuş, insanlığı büyük maliyetlere maruz bırakmıştı. Tüm beklentimiz içinde bulunduğumuz bu dönemde de benzer gelişmelerin ortaya çıkmaması. Gelişmekte olan ülkelerin de kalkınma anlayışı değişmeye başladı. Kimisi bu sürecin dönüşüm dinamiklerine uyum göstererek yeni uluslararası işbölümünün bir parçası olmaya ve ekonomilerini bununla uyumlu hâle getirmeye başladı. Kimisi de bu değer zincirinin dışında kalarak kendi içine yöneldi ve iktisadi faaliyetlerini dünyadan izole etmeye çaba harcadı. Böyle bir süreç sürdürülebilir olmasa bile, kendi içlerindeki siyasi öncelikleri bu şekilde yönetebilmek ve kendilerine destek olan kesimlerin taleplerine boyun eğmek zorunda kaldılar. Türkiye bu son gruplardakilerden biri oldu maalesef.  Hata daha da ileriye giderek sahip olduğu ekonomik imkânlara bakmadan, dünyadaki ekonomik yönelimleri yönlendirme hevesi içine girdi. Türkiye’nin böyle bir özgüven patlaması yaşamasında 2000’lı yılların başından itibaren dünya mali sistemine hâkim elverişli olan koşullar büyük rol oynadı. Kendisinin kazanmasına gerek duymadan harcayabileceği ucuz ve bol borçlanma imkânların varlığı, geçmişte Demokrat Partinin ilk dönemlerinde olduğu gibi, bugün de AKP’nin böyle bir illüzyona kapılmasına yol açtı. Bu aşırı özgüven sayesinde geçmişin benzer hataları bugün de yapıldı. Demokrat Parti 1950’lerin ikinci yarısından sonra dünyadaki ekonomik gerçeklerinin ve kendi ekonomik olanaklarının sınırlarının farkına varmıştı. Ama iş işten geçmiş ve kendini yine kendi yarattığı söylemin mahkûmu hâline getirmişti. Giderek kendini iktidar yapan kesimlere daha fazla boyun eğerek, kendi iktidarını sürdürme çabası içine girmiş, ekonominin gerçek ihtiyaçlarının görmezden gelmiştir. Bugün AKP’nin yıprattığı, işlevsiz bıraktığı birçok kurumun Demokrat Parti dönemindeki uygulamalardan çıkartılan dersler neticesinde siyasetimize dâhil edildiği düşünülürse, iki dönem arasındaki benzerlik çok daha belirgin hâle geliyor. Zira bu kurumların günümüz iktidarının yaptığı uygulamalar üzerindeki sınırlamalarından rahatsız olan bir iktidar, bu kez var olan kurumları ortadan kaldırmaya çalışmaktadır. Kuvvetler ayrılığının olmadığı bir sistem içinde kendine mutlak güç atfeden bir siyasi anlayışın, aradan geçen yetmiş yıla aşkın bir süreden sonra, elde edilen kazanımlarımızı hiçe sayarak yeniden kurumları işlevsiz hale getirmeye ve bu yolla kendine mutlak bir güç devşirmeye çalışması trajikomik bir durumdur. Çok daha önemlisi bunları yaparken benimsenen siyasi söylem de dünya ve Türkiye ekonomisi tarihindeki kendi rollerinin yanlış okunduğu anlamına gelmektedir. Bu yanlış okumaların dünya sistemi içinde ülkemizi yanlış konumlandırarak, geçmişte yapılan tarihi hataların tekrar yapılmasına yol açmaktadır. Bugün yirmi yıldır iktidarda olan siyasi kadroların da benzer bir hata içinde oldukları görülüyor.  Sahip oldukları gücü salt Türkiye içindeki konumlarına bakarak abarttıkları çok açık. Bu abartı sonunda ülke ekonomisinde yapılan birçok hatalı uygulamalar, gereksiz bir özgüven içinde yapılabilmektedir. Bu yanlış politikaların sonucunda meydana gelen maliyetler ise yine bu abartılı egonun etkisi altında hiçbir şekilde önemsenmemektedir. Kapitalist sistemin zaaflarıyla baş edebilmek için 2000’lı yıllarda tüm dünyada bollaşan ucuz likidite gelişmekte olan ülkeler için çok güzel fırsatlar yaratmış olsa da biz sadece bu mali imkânlardan ekonomimizin altyapısını yenilemek ve tüketimi desteklemek için faydalanmış olduk. Maalesef sanayideki üretim yapımızı çağın gereklerine uygun bir hâle getiremedik. Ülkenin döviz kazanma kabiliyetini arttıramadık. Hatta bu imkânları aşırı bir şekilde kullanarak ülke ekonomisini daha çok içe dönük bir hale getirdik.
Bugün AKP’nin yıprattığı, işlevsiz bıraktığı birçok kurumun Demokrat Parti dönemindeki uygulamalardan çıkartılan dersler neticesinde siyasetimize dâhil edildiği düşünülürse, iki dönem arasındaki benzerlik çok daha belirgin hâle geliyor.
Bu mali genişleme dönemdeki likidite bolluğunun enflasyona neden olmamasının arkasında, Çin’in o devasa üretim gücünün tüm dünyaya sağladığı ucuz girdi üretimi yer almaktaydı. Çinli işgücünün sömürüsüne dayanan uluslararası tedarik zincirlerini kontrol eden ülkeler, bu süreçte üretilen katma değerin çoğuna el koyabilme olanağına erişmişlerdi. Katma değere bu şekilde el koyma merkez ülkelerdeki sermaye birikimine güç katarken, enflasyonla karşılaşmadan genişletilebilen likiditeden, kendi varlıklarını kullanmadan yararlanabilmeleri mümkün olmuştur. Bu şekilde tüm dünya düşük faiz ve enflasyonla birlikte yüksek büyüme dönemi yaşayabilmiştir. Bu süreç Türkiye’nin dışında oluşan ve oluşmasında hiçbir şekilde rol almadığı bir süreçtir. Oluşan uluslararası sistem Türkiye için “veri” alınacak koşulları yaratmıştır. Ama oluşan koşullar lehine olduğu için Türkiye bunlardan en kolay şekilde yaralanabilmeyi tercih etmiştir. Bu tercih “hatasının” yapılmasında Türk siyasetindeki iktidar koalisyonunun yapısı ve bu koalisyonda yer alan ekonomik aktörlerin büyük sorumluluğu vardır. Dolayısıyla bugün karşılaştığımız sorumluluğunu sadece siyasi kadrolara yüklemek hiç de doğru bir yaklaşım olmayacaktır. Artık çok uzun süren bir konjonktürün sonuna gelindi. Dünya ekonomisindeki ucuz ve bol likiditenin artık eskisi gibi enflasyon yaratmadan sürdürülebilmesi mümkün değil.  Özellikle Çin ekonomisinde ücretleri baskılayabilmenin daha fazla sürdürülemeyecek ve elde edilen refahtan çalışan kesimlerin de pay almasının artık engellenemeyecek olması, ister istemez reel ücret artışlarını gündeme getirmiş ve çok uzun zamandır uluslararası düzeyde devam eden bir “saadet zincirinin” sona ermesine yol açmıştır. Emeğin sömürüsünün sonuna gelen Çin, refahın yeni kaynağı olarak teknoloji ve yenilikleri gündeme getirmiş ve ekonomisini buna yönelik değişime uygun bir hâle getirmeyi tercih etmiştir. Yani Çin uluslararası sistemin kendisi için tespit edilen rolün dışında bir rol oynamaya başlamıştır. Hani denir ya, “paradigma” değişti. Yani dünyanın ekonomisindeki genel yönelim ve kısıtların temsil ettiği değerler sistemimizde değişim ortaya çıktı. Bununla birlikte ülkelerin refaha erişim şekillerinde de önemli değişimler oldu. Geniş kitler bu değişimi öncelikle artan finansal maliyetler ve enflasyonla, ardından da geçmişe kıyasla daha düşük seyreden büyüme oranlarıyla hissedecekler. Aslında bu değişimin ipuçları 2013 yılında itibaren görülmeye başlamış, bunu dert edinenler tedbirlerini önceden almaya başlamışlardı. Kendi ekonomilerine çeki düzen verirken, büyümeden, enflasyona, amaçlanan refah düzeyine kadar her konuda yeni bir dengenin arayışına girişmişlerdir. İşte o değişim günü bizim için de geldi. Siz bakmayın iktidarın sürekli her şeyin eskisi gibi olacağını ima eden söylemlerine. Yeni paradigmaya uygun bir yönetim anlayışı ve yeni değerler olmadan Türkiye ekonomisinin istikrarlı bir geleceğinden bahsedebilmek mümkün değildir. Sakın yanlış anlaşılmasın. Bu değişim ihtiyacı hem iktidar hem de muhalefetteki gruplar için geçerlidir. Kimse kendini aldatmasın! Faizleri düşürüp, yüksek büyüme hayali kuranlar bir de bunu düşük enflasyonla gerçekleştirebileceğini iddia edenler akıllarını başına almalılar. Böyle bir dünya kalmadı artık. Türkiye için artık 2000 öncesi eski paradigmaya geri dönüyoruz. Artık yüksek büyümeden ısrar edenler yüksek enflasyonu da göze almak zorundalar. Bundan kaçınmak isteyenler ise, kısa dönemde refah kayıplarını inkâr ederek bir yere varamazlar. Artık zaman bu döneme uyma dönemidir. Daha düşük refaha rıza gösterme dönemidir. Bu rızayı üretecek liderlik dönemidir. Özellikle de meydana gelecek maliyetleri toplumda göreli olarak adil dağıtma dönemidir. Aman yanlış anlaşılmasın. Lafım sadece iktidara değil, aynı zamanda muhalefetin tüm bileşenlerinedir. Sakın kimse sonu gelmeyecek hayaller peşinde koşmasın.