Dolar Nereye Koşuyor?
Dövizde gelen en son şok karşısında bile, TCMB sessizliğe bürünmüş durumda. Gelişmeleri sadece izlemekle yetiniyor. Öyle ya, elinde müdahale edebilecek faiz dışında çok da aracı kalmadı. Onda da inisiyatif Sayın Cumhurbaşkanında.
Döviz kurundaki yükseliş devam ediyor.
Sıradan vatandaş için dolar kurunda uzun zamandır psikolojik sınır oluşturan 10 TL seviyesi şimdiden aşıldı bile. Dalgalanma devam etse de piyasaların direnci, kuru 10 TL’nin üzerine doğru çekmekte. 2018 yılında yaşadığımız kur şokunun aksine bu kez yetkili makamlar son derecede sessiz.
Ancak son bir haftadır ekonomiden ve maliyeden sorumlu bakan Lütfü Elvan, uzun süreli sessizliğini bozarak “piyasa dostu” açıklamalar yapmaya başladı. Özellikle bu açıklamaların, TCMB başkanının bir önceki enflasyon raporunu açıklarken kamuoyuna açıkladığı görüşlerinden farklı olması kamuoyunun dikkatlerinden kaçmadı. Bir bakıma iktidar içinde bir muhalefet havası doğuran bu açıklamaların, TCMB’nin para politikasında etkili olup olmayacağını ise 18 Kasımda yapılacak olan para kurulu toplantısından sonra görebileceğiz. Ama bu şekliyle bile Sayın Elvan’ın yapmış olduğu açıklamalar, ekonomi yönetiminde görüş ayrılıklarının ipuçlarını vermektedir.
Dövizde gelen en son şok karşısında bile, TCMB sessizliğe bürünmüş durumda. Gelişmeleri sadece izlemekle yetiniyor. Öyle ya, elinde müdahale edebilecek faiz dışında çok da aracı kalmadı. Onda da inisiyatif Sayın Cumhurbaşkanında. Onun da bu aracı nasıl kullanacağı konusunda piyasaların kafası karışık. Ekonomide tam bir belirsizlik hâkim; hatta tedirginlik var. Zira kurda ve enflasyonda ipin ucu neredeyse kaçtı kaçacak gibi.
Merkez Bankası’nın ileri sürdüğü “cari fazla-enflasyon” açıklaması çok ikna edici bulunmasa bile, en azından Ağustos ve Eylül aylarında cari işlemler dengesinin fazla vermesi (sırasıyla 0,8 ve 1,6 milyar dolar) ve bunun şu an için devam etme ihtimalinin olması kamuoyu tarafından tek olumlu gelişme olarak algılandı. Özellikle sermaye girişlerinin tersine döndüğü böyle bir dönemde, şimdilik ihracat gelirlerinin bu şekilde artması bir ölçüde piyasalara ümit veriyor.
Ancak böyle bir kur politikasının ithalata bağımlılığı yüksek, döviz cinsinden borçlu olan bir ekonomide çok uzun süre devam ettirilebilmesi pek mümkün görünmüyor. Özellikle Covid-19 salgını sonrası dönemde canlanan ve arz kısıtlarının etkili olduğu bir dönemde dış talebin bu günkü seviyelerinde seyredeceğini beklemek pek olası görünmüyor. Bu bakımdan TCMB’nin “yeni” (?) para politikasının kurumsal çerçevesinin sürdürülebilir bir çerçeve olmadığını düşünmek mümkün.
En son FED açıklamalarının ardından birçok ülke merkez bankaları politika faizlerini arttırma yoluna gitti. Bunlardan bazıları Avustralya, Norveç, Çekya, Romanya, Meksika, Polonya ve Tayland’dır. Filipin merkez bankası ise, en azından şimdilik faizleri sabit tutmayı tercih ederek farklı tepki verdi. Güney Kore ise yaz sonunda, hatta daha Covid-19 salgını devam ederken, politika faizlerini artıran ilk ülkelerdendi. Merkez bankalarının bu faiz arttırma yarışına girmelerinin ana sebebi, FED’in yapmış olduğu varlık alımlarını azaltma kararının dünya mali piyasaları üzerinde yarattığı olumsuz havaya uyum gösterme çabasıydı.
Dünya ekonomisinde artan riskler, merkez bankalarını tedbir almaya iterken, harcama politikalarını da azalan finansman imkânlarıyla uyumlu hale getirmeye zorunlu kılmaktadır. Merkez bankaları politika faizlerindeki artışlar üzerinden, dünya ekonomisinde oluşan yeni risk algıları hakkında ekonomik aktörlere güçlü mesaj vermeyi tercih etmişlerdir. Bu mesaj artık büyümenin değil, fiyat istikrarının öne çıkartılacağı yönünde bir mesajdır.
Bu mesaj, büyüyen ekonominin sağladığı pazar imkânlarından yararlanarak yapılan “kar maksimizasyonu” yerine, istikrarlı seyredecek pazar koşulları altında, üretici kesimlerin kullandıkları kaynakların daha etkin ve verimli kullanımını sağlayacak “maliyet minimizasyonunun” yapılacağına dair bir mesajdır.
Bu yeni koşullarda, dış kaynak kullanımına muhtaç Türkiye gibi ekonomilerin biraz yavaşlayarak, dışarıdan gelmesi muhtemel enflasyon risklerini göz ardı etmeden, mali sistemlerindeki istikrarı devam ettirmeleri beklenir.
Fakat Türkiye’deki bugünkü iktidarın siyasi kırılganlığı, ekonomik tercihlere yansımakta ve alınan ekonomik kararlarda siyasetin etkisi her geçen gün çok daha belirgin hale gelmektedir. Düşük faiz ısrarının da nedeni iktidarın bu kırılganlığıdır. Mali kaynak akımlarının yavaşladığı, hatta tersine döndüğü böyle bir dönemde, Türkiye ekonomisi büyümeyi ve bununla uyumlu harcama yapmayı tercih etmiştir. Bekleneceği gibi bu durum, ekonomiyi ciddi bir yüksek enflasyon riski ile karşı karşıya bırakmakta; ayrıca bizim için büyük önem arz eden mali istikrarın sürdürülememesi riskini doğurmaktadır.
İNAT
Sayın Cumhurbaşkanımız “ekonominin kitabını” yazdığını söylüyor. Sanırım son günlerdeki gelişmeler bu kitaptan. Ama yaşadığımız gelişmeler aynı zamanda kitabın son bölümünün nasıl biteceği konusunda da yavaş yavaş ipuçları vermeye başladı.
Zira 2018 yılında yaşadığı kur şokunun ardından, kamuoyu kurda istikrar sağlamanın yolunun piyasaya döviz satmak olmadığını anlamış durumda. Bu yapıldığında da, ekonomik maliyetinin 128 milyar dolar gibi uçuk bir rakama ulaşabileceğini gördü. Dahası bugün böyle bir kaynağın olmayışı tek başına kamuoyunda tedirginlik yaratmaya yetmektedir. Maalesef tüm bunlar, değişen konjonktüre rağmen, dünyanın faizleri arttırdığı bir ortamda, Sayın Cumhurbaşkanımızın faizleri düşürme inadı yüzünden başımıza geldi.
Elbette bu inadın nedeninin siyasi olduğu düşünülebilir. Ancak değişken dünya gündeminde maliyeti de giderek artıyor. TCMB’nin en son faiz indirimine dayanak olarak gördüğü birtakım iyi niyetli okumaların, dünya ekonomisindeki yeni gelişmeler ışığında geçerliliğinin kalmadığı görülüyor. ABD’deki enflasyonun geçici olduğu yönünde yaratılmak istenilen algı, her ay daha yüksek çıkan enflasyon oranlarıyla ortadan kalkmaktadır. Daha bu hafta içinde İngiliz Merkez Bankası başkanının İngiltere’de baş gösteren enflasyon sebebiyle endişeli olduğunu açıklaması da, dünya ekonomisinde yaşadığımız gelişmelerin hiç de TCMB’nin beklediği yönde gerçekleşmediğinin ipuçlarını vermektedir.
Geçen ayki faiz indirimi sonrasında, ülkemizdeki enflasyon sürecinin de tersine döndüğünü söyleyebilmek son derecede güç. Enflasyonun düşmesi bir yana, hala ÜFE ile TÜFE arasındaki devasa fark varlığını sürdürmektedir. Her ne kadar açıklanan enflasyon oranları konusunda kamuoyunda tartışmalar olsa da, mevcut haliyle ÜFE-TÜFE farkının bu boyutlara varması, üretici kesimlere ciddi bir yük bindirmekte; çalışma sermayelerinin erimesine yol açmaktadır. Bir noktadan sonra bunun firmaların faaliyetleri üzerindeki olumsuz etkileri kendini gösterecek ve arzu edilen büyümenin bu işletmeler bakımından olumlu sonuçlar doğurması mümkün olmayacaktır. Önlem alınmadığında ise ortaya çıkacak sermaye yetersizliği, var olan işsizliğin artmasına, gelir dağılımında bozulmaya ve yoksulluğun yaygınlık kazanmasına yol açabilecektir. Dahası bunlar yüksek bir enflasyonist süreç içinde yaşanacağı için kamuoyunda hissedilen şiddetleri de artacaktır.
Aslında tüm bunlar, düşük faiz inadı uğruna toplumun katlanması gereken maliyetler olarak düşünülmelidir. Bu maliyetleri kimin ve nasıl ödeyeceği ise değişmeye aday siyasi dengelerle belirlenecektir.
Dövizinbu boyutta değer kazanması bir yana, ulaştığı bugünkü boyutların Türkiye ekonomisinin mevcut üretim gücüne kıyasla çok abartılı bir düzey olduğunu söylemek mümkün. Ekonomimizin layık olmadığı bu seviyelerin, daha çok yabancı yatırımcıların Türkiye ekonomisinin yönetiminden ve tabi iktidardan umutlarını kaybetmelerinden kaynaklandığı da düşünülebilir. Bu noktadan sonra mevcut iktidar ve mevcut ekonomi yönetim modelinin içeride ve dışarıda hiçbir ikna edici kabiliyeti kalmamıştır. Ekonomi yönetiminde başka bir yönetim anlayışına gerek vardır.