Doğru tektir, o da benimki!

Abone Ol
DOĞRU TEK MİDİR? Bilgi bile sonsuz bir itaat ve sadakate layık değilken inanç ya da fikirler söz konusu olduğunda beklentimiz daha esnek duruş olur. Ancak durum böyle olmaz. İş ideoloji, inanç ve fikirlere geldiğinde “doğruluk” meselesi iyice katılaşmaya başlar. Çünkü hayatın ve benliğin boşluklarını hikayelerden oluşan dolgu maddeleri kullanarak anlamlandırmak isteriz. Yörünge ve yön arayan insan saçılmış bir yıldız tozu gibi un ufak olmamak için kendisine “inançlardan” oluşan bir merkez üssü, fikirlerden yapılı bir yer çekimi yaratır. Bu nedenle inançlar, bilginin bile hakkı olan itibarı göremediği yerde krallığını ilan eder. Böyle e inanç ve fikirler ile kurduğumuz ilişkiler daha yapışkan olur. İnşa ettiğimiz ve üzerine ayak bastığımız koca gökdelenlerin harcıdır onlar. Bu nedenle onlarla aramızda daha duygusal, daha coşkulu, daha tutkulu bir bağ oluşur. Bu yapışkan tutkuya eklenen bir şey vardır: “Doğrunun tek olduğu ve onu da bizim bulduğumuz” inancı. Dolayısıyla çoğu kişi, dünyanın gerçeğini bulmuş olduğu yanılsaması ile yaşar. Bir şeylerin yanlış olabileceğini düşünmenin sancısı, yanılma ihtimalinin kayganlığı, tutkusuzluk ve belirsizliğin boşluğuna dayanmak istemez. İnançlarla örülü bir yorgan ve doğrulardan yaratılan bir beşik; üşümemizi engeller.  “İnsanlık derdinin” şifası (afyonu?) bu olur. Ki insanın en azından bir süreliğine bu tür semptomlara ihtiyacı vardır. Yarattığımız illüzyonlar ve kendimize söylediğimiz yalanlar, hatırladığımız masallar ya da unuttuğumuz gerçekler olmadığında ne ile karşılaşacağımızı biz bile kesitemeyiz. Bunaltı? Anlamsızlık? Buhran? “Doğru tektir ve o da benim ki.” İnsan dünyanın gerçekliği ile kendi zihninkini özdeşleştirir. Yani kendi zihnimizin, gerçekliği birebir yansıttığını ve herkesin de bizim gibi olduğunu ya da olması gerektiğini düşünürüz. Dolayısıyla öteki insanları ya bizim gibi zanneder ya da bizim gibi yapmaya çalışırız. Buna da kimi psikolojik kuramların literatüründe “zihinsel füzyon” denir. “ Sen, bensin ya da ben olmalısın”. Bu durumda kişiler arası ilişkiler dünyasında çoklu gerçeklikler ihtimalini yitirmiş oluruz. Kendi ihtiyacımızı başkasının ihtiyacı, kendi kurtuluşumuzu başkasının kurtuluşu zannederiz. Acıktığımızda karşımızdakini de doyurmaya çalışır, üşüdüğümüzde üstünü örtebiliriz. Bu; ortada iki öznenin, iki öznelliğin olmadığı tek kişilik (zihinlik) bir dünya anlamına gelir. Kişiler arası ilişkiler, bağ kurmak, diyalog geliştirebilmek; iki kişi olarak kalabilmeyi gerektirir. İki özne, iki öznellik, iki ev. Bu evlerde iki farklı gerçeklik vardır, yer yer ve kesişen yer yer ayrışan. Olması gereken; kişilerin birbirlerinin evlerini ziyaret edebilmeleri, daha sonra kendi evlerine çekilebilmeleri ve her ne kadar zaman zaman misafir kabul etseler de bir ötekini kendi evlerine doğru çekiştirmemeleri gerekir. Karşılaşma; siz bir diğerinin evini ziyaret edebildiğinizde gerçekleşir. Örneğin: Ortada A’ya  göre üzücü bir durum yoktur. B’ye göre ise üzücü bir durum vardır. A, B için de üzülecek bir şey olmadığını zanneder ya da onu kendi evine girmeye zorlar, ortada üzülecek bir şey olmadığını kanıtlamaya çalışır ve ötekinin evine girmeyi (neye üzüldüğünü görme ve anlama çabası) reddeder. Oysa çoklu gerçeklikleri kabul ettiğinizde ve ilişki denen şeyi  “gerçek gerçekliğin” ortaya çıkarılacağı bir münazara gibi değil de herkesin diğerinin gerçeğini anlama alanı gibi gördüğünüzde, her şey değişir.Kendi evinizden çıkar öteki kişinin evini ziyaret edersiniz. “Bakayım senin evinde neler var, hangi mobilyalar kırık, bu vazo nasıl düşmüş, hangi resimler asılmış, ne nasıl yanmış..? Kişi kendi anlam dünyasında neye, nasıl, hangi düşünceler ile üzülmüş?” A kısa süreliğine kendi evini terkedip B’ninkini ziyaret eder. Onun elinden tutarak kendisini odalarda dolaştırmasına izin verir. Bu; karşılaşma, tanışma ve yakınlaşmadır. A, sonra kendi evine döner ve daha doğru bir zamanda kendi evinde neler olduğunu (olayın ona göre neden üzücü olmadığını)B’ye  anlatabilir. Ancak bunu duyabilecek kulak;  ziyaret edilmiş ve yatışmış kulaktır. “Türkiye bana göre güvensiz ve huzursuzluk veren bir yerdir”. Bu gerçekten gerçek mi, konusundan daha öncelikli olan, bunun benim gerçeğim olmasıdır. Evimi ziyaret etmeyenin kendi meramını duyurması da imkansız hal gelir. Başkasının zihinsel gerçekliğini bir gerçeklik olarak teyit etmediğimizde empati ve tanışmanın yerini tahakküm, zorbalık ve inkar alır. Anlama/anlaşma bağlamları, bir haklılık yarışına dönüşür. Ortak buluşmalar yerini kazanma ya da kaybetmeye bırakır. Ortada iki kazanan değil, birinin zaferi gibi gözüken fakat esasen iki kaybedenin olduğu bir “çatışma” vardır. İlişkilerde biri için hava soğuk ise onun için hava soğuktur. Ve diğer kişi onun evini ziyaret ettiğinde “onun ne kadar üşüdüğünü” görmelidir. Kendi evinde hava çok sıcak olabilir. Buna rağmen ötekinin üşüdüğü gerçeğini kabul eder. “Hayır hava çok sıcak, üşüyecek ne var” dediğinde diğer zihin reddedilmiş olur ve ortada bir zihin, bir gerçeklik kalır. GERÇEK İÇİN DİYALOĞUN ZORUNLULUĞU Gerçekliğin, gerçekten ne olduğunu tartışmak bazı bağlamlarda gerekli olabilir. Ancak ilişkisel ve duygusal bağlar söz konusu olduğunda gerekli olan “hakikatin” ne olduğu değil öteki kişinin kendi hakikatine alan tanımaktır. Öznel doğruların dayatmacı, zorba, reddedici ve tehditkar bir hal almasının sebebi ortada iki tane zihin, yani iki tane gerçeklik olduğu bilgisini yadsımamızdır. Bu durumda herkesi aynı zihnin içine sıkıştırmaya çalışırız. Çoklu gerçeklikleri hesaba katmadan kendi zihnimizi tek gerçek dünya olarak görür ve herkesi bu yapının içine doğru çekiştiririz. Çekemiyorsak da onu tamamen dışarı iter ve ilişki kurmanın mümkünatsız olduğu bir noktaya sürükleriz. Türkiye’de olan şey, herkesin birbirini kendi evine çekiştirmesidir. Diyalog adını verdiğimiz durumların çoğu dayatma ve zorbalık halini alır. Ortada, görecek göz ve duyacak kulaklar değil de tahakküm kurmaya çalışan organlar vardır. Konuşmanın olmadığı gürültüler dünyasında herkes kendi evinde ve yalnız kalmıştır.