Rusya’nın kazanım elde etmeden askerlerini Ukrayna sınırından geri çekmesi iç politikada ağır bir eleştiri Tsunamisi yaratabilir. Ancak, Donetsk ve Luhansk’ın kontrol altına alınması Putin’in ‘milliyetçi dalgakıranı’ olabilir. Çağımızın anlık iletişim olanaklarına rağmen 19. yüzyıl diplomasisi tadında bir görüntü sergileyen Batı ile Rusya arasındaki ‘mektuplaşma trafiği’ geride bıraktığımız haftada da devam etti. ‘Savaş ve Barış’ hattındaki ince bir ip üzerine kurulu bu ‘diplomasi salıncağı’ tarafların birbirlerinin aleyhine zaman kazanabilme gayretleri yüzünden oldukça yavaş bir mahiyet aldı. Dahası, Ukrayna çevresinde yaşanan bölgesel gerginliğin küresel bir nitelik kazanması da sürece dâhil olan ülke sayısının çoğalmasına sebebiyet verdi. Bu durum ise müdahil ve muhatap tüm taraflara söz hakkı tanıdığından karar alma mekanizmasını bir hayli karmaşık hale getirdi. Kremlin’in geçtiğimiz haftalarda Washington tarafına ilettiği ve sonucunu bilmesine rağmen sabırsızlıkla beklediği ‘yanıtlar listesi’ nihayet geldi. Perşembe günü ABD’nin Moskova Büyükelçisi John Sullivan aracılığıyla Rusya tarafına resmen sunulan cevap mektubunun tonlaması ve kullanılan ifadelerin keskinliği ABD-Rusya hattındaki iplerin kopabileceği endişesi yaratmıştı. Ancak, Rusya tarafından mektuba dair gelen açıklamalar aslında yepyeni bir sürece girildiğini gösterdi. ABD’nin mektubunda göze çarpan ilk detayın NATO’nun 2008 yılında gerçekleşen Bükreş Zirvesi’nde alınan kararlara yapılan atıf olduğunu vurgulamak gerekir. Özellikle, ‘İttifakın genişleme politikası Ukrayna ve Gürcistan içerecek şekilde tüm NATO üyesi ülkeler tarafından belirlenir’ kararının Kremlin’e resmi olarak hatırlatılması bu bağlamda oldukça önem arz etmiştir. Zira Rusya’nın NATO’nun karar alma mekanizmasına dâhil edilmesi olasılığının bile müzakerelere açık olmadığının vurgulanması önemliydi. Dahası, Rusya’nın bir başka ‘olmazsa olmazı’ (sine quanon) olan Baltık ülkelerinde konuşlandırılmış NATO silahları ve askerlerinin geri çekilmesi talebi de kesin bir dille reddedildi. Aksine, Washington bu bağlamda tavrını sertleştirerek Rusya’nın Ukrayna’yı işgali durumunda Baltık ülkeleri ve Polonya’da konuşlandırılmak üzere 8500 kişilik ek bir askeri güç konuşlandırılacağını açıkça beyan etti. Bu durum ise sert güç ile oyun kurmaya çalışan Kremlin’e verilen diplomatik ‘kısasa kısas’ (quidproquo) mesajı olarak algılanabilir. Mektubun içeriğini oluşturan bütün bu maddelerin Ukrayna ve NATO üyesi ülkeleri ile istişare sonucu belirlendiği ibaresi ayrışık gözüken ittifakın oybirliği ile karar alabildiğini göstermek açısından önemliydi. Bilhassa, ABD Dışişleri Bakanı Blinken’ın konu ile ilgili gerçekleştirdiği basın toplantısında Rusya ile müzakerelere koşulsuz ve şartsız devam etme niyetini açıkça ortaya koyması iki sebepten ötürü önem arz etmektedir. İlk olarak, Rusya’nın taleplerinin daha rasyonel bir çizgiye kayması durumunda uzlaşının mümkün olabileceği mesajının verilmesiydi. İkinci olarak ise Kremlin’in tansiyonu düşürmeye karar vermesi durumunda NATO-ABD hattının bu iyi niyete paralel bir şekilde konumlanabileceğinin belirtilmesiydi. Bu durumun Kremlin açısından tam olarak ‘Havuç-Sopa’ dinamiği yarattığı söylenebilir. Kremlin’in bu gelişmelere ilk tepkisi Washington’un beklentileri ile paralellik arz etmiştir. Buna göre, Rusya Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Alexei Zaitsev perşembe günü yaptığı açıklamada ‘Rusya-Ukrayna hattında bir savaşın söz konusu olamayacağı zira iki kardeş ülkenin savaşmasının kabul edilemez bir senaryo olduğunu’ belirtmiştir. Bu açıklamanın hem tansiyon düşürme hem de Moskova açısından ‘sempati artırımı’ hamlesi olarak okunabileceğini önemle belirtmek gerekir. Rusya’nın yönelim değişiminin bir başka göstergesi ise cuma günü katıldığı‘GovoritMoskva–ГоворитМосква’isimli söyleşide Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov’un yaptığı açıklamalar olmuştur. Buna göre, Rusya’nın genel güvenlik endişelerinin giderilmemiş olmasına rağmen yeni görüşmeler için alan bırakıldığını beyan eden Lavrov ülkesinin kesinlikle Ukrayna’ya karşı bir savaş planlamasında olmadığının da altını çizdi. Bütün bu gelişmeler Kremlin’in‘tehdit diplomasisinden’ istediği sonuçları elde edemeyeceğinin kabullenişi olarak görülebilir. Bilhassa, ABD’nin sonsuz müzakere kredisi tanıdığı Rusya’nın gerçek niyetinin sorun yaratmak mı yoksa sorunları çözmek mi olduğu da bundan sonra netlik kazanacak gibi gözükmektedir. Müzakerelerde ilk devrenin son düdüğünü çalan hiç şüphesiz ki ABD oldu. Ancak Washington tarafının Rusya’nın taleplerini cevaplandırdığı bu mektuptan hangi çıkarımlar yapılabilir? Ancak, en mühim soru Rusya’nın müzakerelerin devamı için ABD’nin diplomasi çağrısına uyarak ikinci devrede sahadaki yerini alıp almayacağı olarak öne çıkmaktadır. TERS TEPKİME Geçtiğimiz hafta İngiltere Savunma Bakanı Ben Wallace tarafından kaleme alınan ve bakanlığın resmi sayfasından yayımlanan makale, Ukrayna krizine dair oldukça çarpıcı tespitler içermekteydi. Buna göre, Rus lider Vladimir Putin’in‘etnik milliyetçilik retoriği üzerinden tarihi nefretleri tekrardan canlandırmaya çalıştığını’ belirten İngiliz bakan bunun bölgede yaratabileceği uzun sürebilecek yıkıcı etkilerine dikkat çekti. Zira, Ukrayna halkı nezdinde ‘ölü doğan’ Rus dünyası fikri ve Rus üstünlük kompleksinin tahammül edilemeyecek noktaya ulaşması bu görüşü doğrulamakta. Böylesi bir sıkışmışlık içinde bulunan Kremlin yönetimi açısından bir başka başarısızlık ise Ukrayna’yı ‘Finlandiyalaştırma’ taktiğinin ters teperek bütün yakın çevresindeki ülkeleri ‘Ukraynalaştırdığı’ gerçeğidir. Estonya, Litvanya, Letonya, Finlandiya, İsveç ve Polonya dahil Rusya’yı coğrafi olarak çevreleyen bütün ülkeleri üst düzeyde askeri teyakkuza geçiren Kremlin böylece kendi eliyle kendisine karşı bir kuşatma yaratmış oldu. En çarpıcı olanı ise SSCB’nin çöküşüyle işlevselliğini kaybeden NATO’ya Putin dış politikasının tekrardan bir ‘varoluş’ sebebi hediye ettiği gerçeğidir. Örneğin hem NATO çerçevesinde hem de AB nezdinde Rusya’ya karşı oluşturulacak ortak duruşu bozan aktör olmakla suçlanan Almanya dahi tarafını belli etmek zorunda kaldı. Bu bağlamda, Almanya’nın yeni lideri Olaf Scholz Ukrayna’ya karşı olası bir Rus saldırısı durumunda Kuzey Akım-2 projesinin rafa kaldırılması ve Rusya’nın SWIFT sisteminden çıkarılması dahil birçok yaptırımın gündemlerine alınacağını beyan etti. Buna ek olarak, Almanya’nın Ukrayna ordusuna sembolik de olsa yardım için 5000 adet çelik kask ve bir Sahra hastanesi kurulumu için gerekli bütün ekipmanların sağlanacağını belirten Scholz, ülkesine karşı ‘oyun bozucu’ ithamlarını haksız bulduğunu belirtti. Söz konusu bu suçlamalarla ilgili belki de en dikkat çeken açıklama Alman Dışişleri Bakanı Annalena Baerbock‘dan geldi. ‘Bütün NATO üyesi ülkelerin forvet oyuncusu olamayacağı dolayısı ile Ukrayna’ya desteğin ve yardımın farklı şekillerde de yapılabileceğini’ beyan eden Alman Bakan olası bir askeri eskalasyonun Rusya için aklı selim bir seçenek olmayacağı mesajını net olarak Rus tarafına iletmiş oldu. Moskova’nın sürecin başından beri tarafsızlığına bel bağladığı Almanya’nın da safını belli etmesi Rusya açısından topyekûn Ukrayna işgalini optimal bir seçenek olmaktan çıkardığı söylenebilir. Ancak, Putin için yaklaşık iki aydır kademeli olarak Ukrayna sınırına konuşlandırılan 120.000 Rus askeri ve teçhizatının hem ekonomik hem de iç siyaseten bedeli olabileceğini unutmamak gerekmektedir. Dolayısı ile Rus lider Putin’in Ukrayna sınırındaki askerleri bir anda çekmesini beklemek gerçekçi bir senaryo olmayabilir. Kremlin’in hali hazırda farklı opsiyonları değerlendirdiği şüphe götürmez bir gerçek. İç politika-Dış Politika-Ekonomi üçgeninde sıkışan Putin’in elindeki tüm opsiyonları ince eleyip sık dokuğunu varsayabiliriz. Özellikle, geniş çaplı bir askeri operasyonun neredeyse ihtimal dışı kalması Rusya’nın hibrid bir yönteme başvurabileceği olasılığını arttırmaktadır. Geçtiğimiz haftalarda Ukrayna bakanlık sayfalarına yapılan siber saldırılar ve İngiliz MI-6’ın ortaya çıkardığı Kiev’de Rusya yanlısı siyasetçi Murayev’in iktidara getirilme planları bu olasılığı kuvvetlendirmektedir. Lakin, Kremlin’in harekete geçmesi durumunda kendisine en güvendiği alan olan askeri gücünü sınırlı da olsa kullanacağına kesin gözüyle bakabiliriz. Böylesi bir gerçeklik akıllara ilk olarak ‘kontrollü ve sınırlı saldırı’ planlarını getirmektedir. Bilhassa, Rusya’nın vesayet unsurları olan DNR ve LNR (Donetsk ve Luhansk ayrılıkçı yönetimleri) aracılığıyla kontrol altında tuttuğu Donetsk ve Luhansk bölgelerinde Kremlin bir vesayet artırımına gidebilir. Aslında, geçtiğimiz hafta Rus Dumasında oylamaya sunulan Donetsk ve Luhansk bölgelerinin resmen tanınması önerisini Putin’in ‘en kötü senaryo’ karşısındaki planı olarak okuyabiliriz. Ukrayna sınırında konuşlu 120.000’lik bir askeri güç için Donetsk ve Luhansk ilk bakışta oldukça cılız bir ‘zafer’olarak gözükebilir. Ancak, işlevselliği açısından iç ve dış politikadaki sıkışmışlıktan Putin’i çıkartabilecek tek hamle de bu olabilir. Örneğin, herhangi bir kazanım elde edilmeden askerlerin Ukrayna sınırından geri çekilmesi iç politikada ağır bir eleştiri Tsunamisi yaratabilir. Ancak, Donetsk ve Luhansk’ın kontrol altına alınması böylesi bir tehlikeye karşı Putin’in ‘milliyetçi dalgakıranı’ olabilir. Dahası, topyekûn Ukrayna işgali senaryolarının konuşulduğu bir ortamda Donetsk ve Luhansk işgali ile tamamlanabilecek bir süreç Rusya’yı olası Batı yaptırımlarından da kurtarabilir. En önemlisi ise Putin diplomasisinin can damarı olan Ukrayna üzerinden Batı ile çatışmacı dinamiği devam ettirebilme olanağını koruyabilmesi olacaktır. TÜRKİYE’NİN SEÇİMİ 2008 yılındaki Abhazya ve Güney Osetya işgalinden günümüze kadar başarılı bir şekilde Batı’yı ‘kilitleyebilen’ geleneksel Putin diplomasisinin Rusya açısından artık beklentileri karşılamadığını varsayabiliriz. Özellikle, Batı tarafından bundan sonra bir ‘Sovyet Çarı’ gibi karşılanmayacağının belirtilmesi Rus lideri yeni arayışlara itebilir. Nitekim, Putin’in 14 senedir sürdürdüğü bu stratejinin Ukrayna, Gürcistan, Beyaz Rusya, Kazakistan ve hatta Ermenistan halkları nezdinde anti-Rus eğilimleri arttırdığı gerçeğiyle yüzleşmesi yeni arayışında yardımcı bir faktör olabilir. Putin’in olası bir yeni arayışında Türkiye nerede konumlanabilir sorusunu cevaplamak için henüz erken. Lakin, geçen hafta yaşanan gelişmeler bu sorunun cevabını bulmak adına ışık tutabilir. İlk olarak, Türkiye’nin krizin muhatabı taraflardan biri lehine seçim yapmaktan çekinmesinin oldukça ihtiyatlı bir yaklaşım olduğunu belirtmeliyiz. Lakin, yakın çevresindeki iyi ve potansiyeli yüksek ilişkilere sahip olduğu iki ülke arasında beliren bu krize Türkiye’nin kayıtsız kalamayacağını da kabullenmek gerekmektedir. Gelinen noktada Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın krize yönelik kademeli olarak yükselttiği tonunu da bu açıdan değerlendirmek faydalı olabilir. Bu bağlamda, Erdoğan’ın Ukrayna topraklarına karşı olası bir Rus işgalini ‘akıl dışı’ olarak tanımlaması ve böylesi bir durumda Türkiye’nin Ukrayna’nın yanında yer alacağını belirtmesi oldukça çarpıcıydı. Nitekim, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 3 Şubat’ta Ukrayna Başkanı Zelenski’yi Kiev de ziyaret edeceğinin açıklanması da bir o kadar önem arz etmekteydi. Zira, geçtiğimiz hafta Türkiye’nin diplomasi zirvesi teklifine küçümseyici bir şekilde burun kıvıran Kremlin sözcüsü Peskov’un Şubat ayında Putin’in Türkiye’ye geleceğini deklare etmesi Türk diplomasisinin hanesine yazılan bir başarı olarak kabul edilebilir. Sonuç olarak,katılımın her geçen gün daha da arttığı ‘Diplomasi Olimpiyatları’ bir süre daha ilgiyle izlenecek gibi duruyor. Madalyaların kimlere gideceği henüz net olarak kestirilemese de mücadelenin savaşa evirilmeden diplomasi sınırlarında devam edeceğini ön görmek mümkün gözükmektedir.