Bu yazıda okurun dikkatini şu ayrıma vermesini istiyorum; din ve dinsel düşünce (teoloji/ilahiyat) arasındaki ayrıma. Bu yazıda, 16 Ocak’ta yazdığım “İntiharı Düşünmek” yazısında kısaca üzerinden geçtiğim bir konuyu tartışacağım. Genel olarak dinin serencamından ve Türkiye’deki rolünden bahsedeceğim. Elbette her kısa yazıda olduğu gibi bu yazı da böylesine kapsamlı bir konu için son sözü söyleyecek ve okuru bu konuda yeteri kadar bilgilendirecek bir yazı niteliğini taşımayacaktır. Dolayısıyla belki de bunu bir yazı dizisine çevirmek gerekebilir. Şimdi, bu yazıda okurun dikkatini şu ayrıma vermesini istiyorum; din ve dinsel düşünce (teoloji/ilahiyat) arasındaki ayrıma. Din per se ve ham haliyle: “Din, takipçilerini kurtarıcı, aydınlatıcı veya özgürleştirici bir ilişki olarak tarif edilen bir ilişkiyle, kişisel olarak dönüştürücü dua, ritsel meditasyon ve/veya tövbe ve kişisel yenilenme gibi ahlaki pratikler vasıtasıyla bu gerçekliğe kılavuzluk eder.[1] O halde dini Frazer’ın tanımladığı gibi “doğanın ve insan hayatının seyrini yöneten insandan daha üstün güçlerin teskin edici ve yatıştırıcı gücü[2]” olarak anlamak da mümkündür. Buraya din hakkında ne kadar tanım yazsak bir o kadar farklı fikir ortaya çıkacağı için, bu tanımı basitçe bizim bildiğimiz anlamda dinin ne olduğuna indirgememiz şimdilik yeterlidir. Ancak dinin bu tanımı tek başına tatmin edici olmadığı içindir ki teolojiye ihtiyaç duyulmuştur. Birisi pekâlâ çok başarılı bir ateist din filozofu olan Graham Oppy gibi “ben hiçbir şekilde doğaüstü varlığa inanmıyorum, dahası kadir-i mutlak, her şeyi bilen ve mükemmelen iyi bir varlığın mevcudiyetini öngören özel bir gerekçe olduğunu sanmıyorum ve bu şekilde bir gerekçemin de olması kendi işinde kadir-i mutlak, her şeyi bilen ve mükemmelen iyi bir varlığın olmadığına delildir[3]” diyebilir. Buna karşı inanan başka bir din filozofu Swinburne gibi “eğer İsa’nın Tanrı ile kişisel bir ilişkisi olduğu doğruysa o halde Tanrı vardır[4]” da diyebilir. Ya da basitçe bir Müslümanın “Allah’ın indinde son din İslam’dır” demesi de yeterlidir. Bu sebeple “dinin özünü” şimdilik burada tartışmayı bırakalım. İster inanın ister inanmayın (hem mecazi hem de lafzen) dinin görünümleri kimi zaman felsefesi kadar düşündürücüdür. DİN/DAYAN Arapça “din (دین)” ve İbranice “dayan (דיין‎)” aynı Proto-Sami dili kökünden gelme: Karar vermek, hükmetmek, borçlu olmak ve bunlara yakın ya da yan anlamları ifade ediyor. 16 Ocak’taki yazımda dinin aslında iktidarın bir kontrol aygıtı olarak görülen Durkheimcı-Marksist anlayışın bir sonucu olarak çıkmadığını iddia etmiştim. Bu büyük yazarlara karşı kibirli bir meydan okuma olarak görünse de bu iddiamın sebebi gördüğüm bir tutarsızlıktan. Dini inançların ilk insanların zihninde oluştuğu dönemler Frazer’ın dediği gibi “büyünün dini öncelediği” dönemlerdi. Burada tutarsızlık nerededir? Tam olarak şuradadır. Eğer büyü dini önceliyorsa, din bir tanım olarak (şu yukarıda bahsettiğim Sami dillerindeki tanım gibi) buradan devşirilmiş olduğu için bir konstrükt olarak yer edinmiştir. Birileri, filanca padişahın tahta çıkması için ilahi terennüm eder, birileri filanca hükümdar için ezan okur, başka birileri filanca kralın metresiyle evlenebilmesi için dindeki kalıcı evlilik hükümlerini kaldırabilir, boşanmayı tanıtır. Bu din midir? Eğer bu tanıma bağlı kalacaksak, din budur. Ancak bir de dualar, tanrılar, ve ilişkiler vardır, bu yukarıdaki tanımlarla çok çelişkilidir. Eğer büyü dini önceliyorsa büyü çağında hiçbir inancın kesin ritüel ve akaidinin olmadığını biliyoruz. Şimdilik dinler tarihinde dinlerin önce pagan-şamanist-animist iken sonradan monoteist ve Hume’un deyimiyle “vahyedilen” dinlere dönüştüğünü kabul edelim. Eğer akış şeması bu şekilde işliyorsa bu tabloda bir tutarsızlık vardır; dinin bir manipülasyon aracı olarak çıkması için bunun çok önce fark edilmiş olması gerekirdi. O hâlde burada Wittgensteincı bir pozisyon alıp bu tanımlar arasındaki salt ilişkilerin rolüne bakmak gerekir. O zaman tanrıların rolünü daha iyi anlayabiliriz: Emile Cammaerts’in G. K. Chesterton’a atfettiği gibi: “İnsanlar tanrıya inanmayı bıraktığında bu hiçbir şeye inanmadıkları değil, aksine her şeye inandıkları anlamına gelir.” Ve bir anda Showtime’da üç sezon boyunca yayınlanan Penny Dreadful dizisinde Viktor Frankstein’ın canavarına sözleri kulağımızda yankılanır: Tanrı hariç her şeye inanırım. Dini bu bağlamda ele alalım. Belki bazı “kapılar” açılacaktır.
Dinsel düşünce belki de bu sebeple bir tespit vidasıdır. Dinin tanımından ve herkesçe farklı algılanmasından doğan müphemliği önlemek ister.
FARKLILIKLAR Austin Osman Spare, 20. yy’da yaşamış bir filozof, ressam, sanatçı, okültist. Onun bir sözü aklıma geldi: “Kimse Ateist değildir, kimse otobiyografisinden azat değildir, korkusuz bir zevk düşkünü yoktur![5]” Bir anlamda bu kelimeler ağı içerisindeki çeşitli boşluklar ve ilişkiler üzerinden yürüyoruz. Dini tanımladığımızda onun toplumların kontrolü üzerindeki otoritesini kabul etmemek mümkün değildir. Tam tersini gösteren örnekler nadiren de olsa vardır ancak sorunun kökeni aslında bu tanımın ne kadar kaypak olduğunda yatar. Dinsel düşünce belki de bu sebeple bir tespit vidasıdır. Bu müphemliği önlemek ister. O der ki “Aşai Rabbani ayininde ritüel şöyle yapılmalıdır, bu ritüelin altında yatan filanca sebep şudur.” “Namaz kılmanın hikmetleri şöyle şöyledir.”, “mitzvah’nın temelleri ibadettir”. Bunlarda hep belirli bir sebep ve hikmet bulmak gerekir. Dinin ölümcüllüğü de tam olarak burada başlar. Bunda dinin bir açıklamaya ihtiyaç duymadığını iddia etmiyorum. Tam tersine kendi rasyonalitesini kendine borçlu olduğu anda din olarak tanımlanmaya başladığını ve bu sebeple de haklı olarak eleştirildiğini düşünüyorum. Eğer cennete gideceğinize yönelik şu ya da bu şekilde gerekçelendirilmiş bir inancınız varsa -bu inancın gerekçesi ne kadar irrasyonel olursa olsun- bunu niye başkalarına dayatmayasınız?
Eğer cennete gideceğinize yönelik şu ya da bu şekilde gerekçelendirilmiş bir inancınız varsa -bu inancın gerekçesi ne kadar irrasyonel olursa olsun- bunu niye başkalarına dayatmayasınız?
Dahası eğer tüm bu akait manzumesi içerisinde birini geri çekip, diğerini öne çıkarmamak için bir gerekçenin de olmaması gerekir. Bu da ayrı bir paradokstur. Herkes istediğine inansın denir ancak bir anda öncelik istediğine inananın dinin ayıpladığı, menfur veya mekruh gördüğü bir pratik olduğu önceliği ortaya çıkar. Tıpkı bilgisayardaki “bug” gibi, insanın algoritması da önceliğini şaşırabilir. İşte bu önceliğin şaşması durumu bizi Türkiye’deki bir takım problemlere götürüyor. DİNİN HAŞREDİLMESİ Kendisi oldukça inançlı bir Katolik ve aynı zamanda Marksist olan Terry Eagleton’ın Kültür ve Tanrı’nın Ölümü kitabının giriş cümlesi şu harika tespitle başlar: “Toplumlar dinden vazgeçtiklerinde değil, özellikle onun tarafından ajite olmadığı zaman seküler olurlar.[6]” Burada durup dinin yukarıdaki zorlu tanımlarını ve bunun Türkiye’de nasıl karmakarışık bir şekilde, kaotik ve gelişigüzel bir şekilde duyumsandığını düşünün. Meşhur teolog John Calvin sensus divinatis sonucudur, sebebi değil. Devletin kabarık sicilinin onlarca Kristallnacht’ından biri olan 6-7 Eylül pogromunda Rum ekalliyete yönelik korkunç davranışın sebebi sadece sözde Atatürk’ün evinin bombalanması değildir; İslam’dır da. Maraş katliamında “Allah için savaşa” diye cama yazılan cümle size neyi söylüyor? Sivas katliamından, iktidar tarafından kınanmaya dahi gerek görülmeyen bilakis Konya’da bir maçta ölülerin yuhalandığı Ankara Garı katliamından ve Roboski katliamlarından bahsetmeye gerek var mı? En inançlı Müslümanların bile dönüp bakmadığı Diyanet’in skandallarından, tecavüzcü ve katil tarikat yurtlarına kadar her yerde bu var. Bu aslında ne dinin ne de aklın alanı. Bunu diyorum ve bunu herkese anlatmaya çalışıyorum. Türkiye’de var olan laiklik, yukarıda değindiğim muğlak bir dinsel düşüncenin ve yarı-pozitivist aksak bir modernizmin karıştırılarak sos olarak döküldüğü ve bize yedirildiği başarısız bir uygulamadır. Bu tuhaf ve uygulama Cübbeli Ahmet gibi bir iktidar destekçisini bile “madem nass diyorsun şeriat gelmedi ki[7]” diyecek kadar çıldırtmıştır. Bu garabet, Dersimli bir parti liderinin Dersim katliamından sorumlu partinin lideri olması ironisini taşımaz sadece… Aynı zamanda aynı parti liderinin iktidar tarafından hiç de sorumlu olmadığı onlarca şeyden dinsizlik, terörizm ve akla hayale gelmeyen bir sürü suçlamayla suçlanmasını da sağlamıştır. Türkiye bu sebeple hiçbir zaman laik olmamıştır. Burada laiklik ve demokrasi adına M. Kemal tarafından teşvik edilen kimi kazanımların boş olduğu anlamı çıkmasın. Demek istediğim şudur; eğer Eagleton’ı tercüme edecek olursak gerçekten laik ve seküler bir toplumun ihtiyacı olan şey tanrısızlık veya tanrı değildir. Sadece din tarafından değil biz bizzat Allah tarafından ajite oluyoruz. Eğer araya başka bir güncel mesele girmezse buna sonraki yazımda değineceğim. Esen kalın. --- [1] Charles Taliaferro, https://kualiafelsefedergisi.com/2021/03/din-felsefesi-stanford-felsefe-ansiklopedisi/ çev. T. Argun Sezer [2] James George Frazer, The Golden Bough: A Study of Magic and Religion,  The Floating Press, s.125. [3] Graham Oppy, Arguing about Gods, Cambridge University Press, s.259. [4] Richard Swinburne, The Coherence of Theism, Clarendon Library of Logic and Philosophy, s.6. [5] Austin Osman Spare, Ethos, s.57. [6] Terry Eagleton, Culture and The Death of God, Yale University Press, s.2. [7] https://t24.com.tr/haber/cubbeli-ahmet-nas-anladik-da-burasi-seriat-devleti-mi-oyleyse-ona-gore-davransinlar-nas-in-azi-cogu-olmaz,998015