Özetin özeti, depremde yalnız bırakıldık. Ancak gördük ki yeni bir yaşam biçimi mümkün. İnanıyorum ki yeni dönemde hukukun üstünlüğünün ve demokrasinin tesisi ile bunu gerçek manada geliştirmek söz konusu olacaktır.
Seçimler yaklaştıkça Türk siyaseti çirkin ifadelerin, saldırıların, tehditlerin, şantajların hüküm sürdüğü bir sürece evriliyor. Ne olursa olsun, bu tür bir siyaset yapma biçiminin milletin daha müreffeh, daha aydınlık, daha güneşli bir geleceği görmesine engel olmayacağından eminim. Çünkü bu sistemin daha fazla sürme ihtimali yok. Maalesef milletin onlarca çok daha acil ve yakıcı konusu varken, bir süre daha bu dertlerle uğraşacağa benziyoruz.
Bu hafta deprem konusunu yeniden konuşmak istiyorum. Deprem felaketi ve sonrasındaki sürecin siyasal ve toplumsal hayatımızda etkileri çok büyük olacak. Üzerinden biraz zaman geçti diye unutmayalım, onları kaderlerine terk etmeyelim. 50.000 insanın göz göre göre öldüğünü, enkaz altında titreye titreye hayatını kaybettiğini, birçok kayıp olduğunu, insanların hayatlarının yok olduğunu, birçok evcil hayvanın aileleriyle depremde ölmedilerse ailesiz ve sahipsiz kaldığını, şehirlerin tümüyle yıkılıp gittiğini, bazı yerlerin tamamen haritadan silindiğini ve bu hükümetin 72 saat bölgeye gitmediğini unutmayalım.
Deprem bize buz gibi bir gerçeği gösterdi; bu garip sistemde hükümet ve devlet neredeyse birbirinin aynısı hâline getirildi. Devletin reflekslerini kullanma ihtimali zayıfladı, kurumların içi boşaltıldı, hafızası silindi. Geldiğimiz şu noktada başta depremzedeler olmak üzere hepimiz gördük ki “orada ilk 72 saat devlet yoktu”. Vatandaş yalnız bırakılmıştı, başının çaresine bakmak zorundaydı.
DEVLET BABA
Cumhuriyetin kurucu babaları Fransa örneğinden hareket ederek bir ulus devlet inşasına giriştiler. Ancak Osmanlı Devleti’nden miras kalan “pederşahî” anlayışı bir anda yıkmak öyle kolaylıkla yapılacak bir iş değildi. “Tarihçilerin kutbu” Hâlil İnalcık, Osmanlı Devleti’ne dair yaptığı değerlendirmelerde gerek Sultan ve tebaa arasındaki ilişkilerde, gerekse toplumdaki her alandaki örgütlenmede bu “patrimonyal” anlayışın hâkim olduğunu vurgulamıştır.
Böyle bir yapıda, ülkenin tüm siyasal, ekonomik ve idari yapısı padişahın şahsî tasarrufu altındadır. Nitekim ülkeyi “babasından devralmıştır” bu yüzden onu hâlkıyla beraber doğrudan kendi miras hakkının sonucu olarak, kendisine ait bir varlık olarak algılar. Bu yüzden otoritesi de tartışılabilir değildir.
Elbette demokrasi mücadelesi Osmanlı’da başlayarak, cumhuriyet döneminde de sürmüştür. Bu devlet ve vatandaş ilişkilerinin sürekli yeniden kurgulandığı uzun ve çekişmeli bir yolculuktur. Her ne kadar yeni Cumhuriyetle bu “devlet baba” anlayışı yıkılıp yerine modern vatandaşlık nosyonu getirilmeye çalışılsa da tüm bu süreci değerlendirdiğimizde bunun pek de Batılı ölçülerde başarılamadığını üzülerek görüyoruz.
Şimdi geldiğimiz noktada ise, siyaset bilimci Ersin Kalaycıoğlu’nun ifadesiyle “neo-patrimonyal sultanlık rejimi” ile yaşıyoruz; padişahların yönetimi bile daha manalı. Bunun açık bir devlet krizi olduğu ve bu şekilde daha fazla gidemeyeceği ortada. Burada devletten bahsederken, hükümeti kastediyorum elbette ama bunun ikisinin aynı şey olmadığını da bir kere daha yinelemek isterim. Sadece şu an bu garip sistemde bu şekilde bir bütünlük söz konusu.
Depremde gördük ki baba gelmemekle kalmamış, bir de umursamıyor. Bunun millette yarattığı duygusal yükü azımsamayın. Deprem sonrasında kırılan kalplerin sadece edebiyata ait bir konu olduğunu düşünmeyin.
ÖZERKLİK DESTEKLEYİCİ EBEVEYN
Psikologlar ve çocuk gelişimi uzmanlarının pek iyi bildiği bir konu var: ebeveynlik biçimleri. Bu ebeveynlik biçimleri arasında çocuğun bireysel özerkliğini kazanmasını sağlamaya yönelik tutumların son dönemde daha fazla ön plana çıktığını görmekteyiz. Özerklik destekleyici şekilde davranan anne babaların çocuklarının hayat karşısında daha kolay bireysellik kazandıklarını ve bu şekilde duygusal dayanıklılığının daha yüksek olduğunu ifade ediyorlar.
Hemen tüm çalışmalarda bunun belli kriterleri olduğu belirtiliyor. Bunların en önemlisi çocuğun koşulsuz sevilmesi ve kabul edilmesidir. İkincisi çocuğun hayat karşısında olumlu bir katkı sunacak niteliği haiz olduğunun hissettirilmesidir. Üçüncüsü çocuğun bağımsız davranışlar geliştirmesine izin verilmesi ve bunun desteklenmesidir. Bir diğer kriter de çocuğun biricik olduğunu öğrenmesi ve ona bu şekilde davranılmasıdır.
Şimdi “Bunun devletle ne ilgisi var?” demeyin. Politika yalnızca partilerin birbiriyle rekabet ettiği, seçimlerin yapıldığı, güç savaşlarının verildiği bir alan değildir. Öznesi insan olan bu alan tümüyle psikoloji üzerine temellenmiştir. Bu yüzden devlet birey ilişkilerini, hele ki Türkler gibi devlet baba düşüncesini nesilden nesle aktarmış ve bu anlayışla büyümüş bir milleti düşünürken “aile kavramını” değerlendirmeden bakarsak eksik bakmış oluruz. Derdimize derman arıyorsak, bu tam da devletteki bu aile modelinin kendisindedir. Tıpkı demin anlattığım modeldeki gibi, devletin de vatandaşının bireyselliğini destekleyici yönde bir ebeveynlik yapması çağdaş normlarla uyumlu bir tutum olacaktır.
DEPREMİN ARDINDAN AYAĞA KALKMAK
Depremde aranılan devlete ulaşılamaması, işte tam bir var olan babanın yokluğu durumudur. Bu zamana kadar bize iyi kötü bakan bir babamız vardır, başımıza bir iş geldiğinde geç kalabilir, ama eninde sonunda gelir. Hatta pek de sorunları çözme konusunda mahir olamayabilir, kendine göre birtakım destekler sunar. Bu şekilde kör topal bir baba evlat ilişkisi götürülmektedir.
Ancak depremde gördük ki baba gelmemekle kalmamış, bir de umursamıyor. Bunun millette yarattığı duygusal yükü azımsamayın. Deprem sonrasında kırılan kalplerin sadece edebiyata ait bir konu olduğunu düşünmeyin. Bunlar sadece yaklaşan seçimlerdeki oy dağılımları açısından etkili olmayacaktır, bu belki sıcağı sıcağına çok da fark yaratmayabilir ama uzun vadede bu kopuş ve bu kalp kırıklığı yeni bir anlayışa yön verebilir.
Nitekim tam da bu kriz anında “evlat” kendi bireysel bağımsızlığını keşfetti. İnsanlar kendi aralarında dayanıştıklarında neler başarabildiklerini gördüler. Evet, devlet imkânlarının kolaylaştırıcılığı olmadığı için yetersiz kaldı ama “her şeyi devletten bekleme kardeşim” sözünün lafta kalmaması gerektiğini de tecrübe etmiş olduk.
Doğrudur, çok acı bir tecrübeydi. Yine de tam da bu boşluk, evlat için yeni bir yaşam şekli kurmak için bir nefes alma aralığı yaratabilir. Demek istediğim, vatandaş ve devletin karşılıklı sorumlulukları olduğunu ve bunu sağlamayan devletin işlerliğinin eleştirilebilirliğini yeniden hatırlayabiliriz.
Bu, bizler için karanlığın ardından gelen yeni bir gün olabilir. Vatandaş olarak doğrudan vatandaş olmaktan kaynaklı haklarımız olduğunu ve hükümetlerin (devletle kendini bir tutsa da tutmasa da) bize bu hakları bağışlamadıklarını, zaten hakkımız olduğunu görmeliyiz. Bu bizim için yeni bir yaşam düsturu edinme ihtimali olabilir. Bundan sonra yaşamımızın her alanında müdahale eden bir babaya ihtiyacımız olmadığını, yetişkin evlatlar olarak baba ile olan hukukumuzu sınırlı tutabilme hakkımız olduğunu ve yaşamımızı nasıl idame ettireceğimizi kendimizin belirleyeceğini görmeliyiz. Modern vatandaşlık tam da böyle bir şey.
Devlet için ölelim, devlet için kurşun atan da kurşun yiyen de kafasında takılıp kalırsak, vardığımız son durak parti binalarının kurşunlanması, muhaliflerin linç girişimleriyle korkutulması, vatandaşın devlet karşısında kul köle konumuna düşürülmesidir.
DEVLET MİLLET ELELE
Öte yandan devlet-vatandaş ilişkilerini değerlendirirken, içinde yetiştiğimiz bu toplumun bir başka yönünün daha olduğunu da gözden kaçırmamak gerekiyor. Batı tipi modern vatandaşlık anlayışını benimseyen bireylerde dahi gözlemleyebildiğimiz duygusal bağ kurma yönü. Birçok kişi Batı Avrupa’da devletle ilgili böyle bir duygusallığın söz konusu olmadığını savunuyor.
Bu bir ölçüde doğrudur, en azından devlet aygıtına karşı böyle bir meftunluk söz konusu değil ama ülkeyle kurulan duygusal bağın da azımsanacak bir boyutta olduğunu düşünmüyorum. Belki gösterme biçimi bizimkinden farklı olduğu için böyle düşünülüyor olabilir.
Tam da bu noktada, modern vatandaşlık anlayışının hâkim kılınmasıyla, nesilden nesle aktardığımız devlet ve milletin birliği düşüncesinden sıyrılmamız gerekmiyor. Vatanseverliğimizi devlete tapmakla karıştırmayalım. Devleti daha iyi çalışması ve bizlere daha iyi hizmet edebilmesi için dönüştürmek gerekiyor. Bu dönüşümün yönü de demokratik dünya, çerçevesi de çağdaş hukukî ve yasal normlardır.
YENİ MİLLİYETÇİLER
Ben burada özellikle son dönemde yükselişe geçen seküler Türk milliyetçilerinin veya yeni milliyetçilerin (neo-nasyonalistler) önemli ve belirleyici olacağını düşünüyorum. Geçmişten gelen Türk devlet mirasıyla, modern vatandaşlığı harmanlayacak ve millete hak ettiği bir yaşamı sunacak anlayışı onlar destekleyip yüceltebilirler.
Yoksa devlet için ölelim, devlet için kurşun atan da kurşun yiyen de kafasında takılıp kalırsak, vardığımız son durak parti binalarının kurşunlanması, muhaliflerin linç girişimleriyle korkutulması, vatandaşın devlet karşısında kul köle konumuna düşürülmesidir. Bunun nihai varacağı yer devlet millet arasındaki duygusal kopuştur ve bu hiç de arzu etmediğimiz yıkımın son aşamasıdır.
Açıkçası bunu başarabilirse İYİ Parti’nin başarabileceğini düşünüyorum. Çünkü modern vatandaşlığı savunurken, cumhuriyet kazanımları ve Atatürk milliyetçiliğinden yana duruşu ile güzel bir model oluşturuyor. Her ne kadar düzensiz göç konusunda ilk konuşan parti olması hasebiyle gerçekçi bir politika sergilemiş olsa da Zafer Partisi son kertede dışlayıcı ve uzlaşmacı olmayan tutumuyla geleceğe dair bir şey sunamıyor.
Diğer irili ufaklı partisiz milliyetçilerin de tek bir ideolojiye saplanıp kalmaları durumunda uzun vadede eriyeceklerini düşünüyorum. Umalım ki, yeni milliyetçiler Türk siyasetine, seküler konumları ve birleştirici tutumlarıyla yeni bir soluk getirsin.
BABADAN ÖZGÜRLEŞMEK
Özetin özeti, depremde yalnız bırakıldık. Ancak gördük ki yeni bir yaşam biçimi mümkün. İnanıyorum ki yeni dönemde hukukun üstünlüğünün ve demokrasinin tesisi ile bunu gerçek manada geliştirmek söz konusu olacaktır. O zaman bu vatan için yaşayarak da hizmet etmenin mümkün olduğunu çocuklarımıza öğretebiliriz. Harikalar Diyarında yaşamıyoruz, tabii ki hayatta her zaman mücadele vardır; birilerinin mutlaka bu ülke uğruna ölmeyi göze alması gerekebilir. Fakat uğrunda öldüğü devletin umursamaz ve babalık görevini yerine getirmeyen bir sözde baba olmadığını ve bir yetişkin evlat olarak arkasında bıraktığı ailesini onları arayıp aramayacağı meçhul bir babaya değil, yasaya ve hukuka emanet edeceğini bilerek ölür. Böyle bir ölüm ise değerlidir. Artık babamızdan özgürleşme vakti gelmedi mi?