Babacan’ın kurucu kadrosundaki siyasetçi, akademisyen ve teknokrat üçlemesindeki, siyasetçi ve akademisyenlerin toplumsal karşılığı yok.Bir diğer mesele Babacan’ın kurucu kadrosundaki siyasetçi, akademisyen ve teknokrat üçlemesindeki, siyasetçi ve akademisyenlerin toplumsal karşılığının olmayışıdır. DEVA tek taraflı teknokrat karakteriyle öne çıkıyor ancak siyaset etme ve bu siyaseti belirli bir vizyona oturtma konusundaki siyasetçi ve akademisyen boşluğunu dolduramıyor. Nurettin Kalkan’ın deyişiyle söylersek; siyasetçi partiyi iktidara getirir, akademisyen ve entelektüeller iktidarı genişleterek devam ettirir, teknokratlar ise iktidarı işlevselleştirir. Bütün bunlarda sadece teknokratlarla bir seçim kampanyası yürütmektense; halkta karşılığı yüksek siyasetçiler ve akademisyenlerle ekip güçlendirilebilir ve yola öyle devam edilebilirdi. Oysa siyasetçi ve akademisyen ekiplerin, seçkin vasfının yüksek ve fakat toplumsal karşılığı düşük isimler olduğunu görebiliyoruz. Sonuncu mesele uzunca süredir hayatı ağır biçimde kuşatan iktidarın ürettiği otoriter tahakkümcü tecrübe ile bunun muhaliflerde biriktirdiği öfkenin girift biçimde konsolidasyonu oldu. Aksiyoner iktidar tecrübesi ile reaksiyoner muhalif öfke iç içe geçti. Bu durum tahakkümcü tecrübeden çıkarak, meşru ikna edici gerekçeler sunamayan Babacan’ın muhalif öfkenin tarafına geçmesini krize dönüştürdü. Muhalifler haklı olarak uzunca süredir gerek ekonomik gerek siyasi gerekse gündelik hayatta ödedikleri ağır bedelin tam karşılığını almanın arifesindeyken, Babacan’ın bu bedele ortak olmaksızın hatta bedeli yaratan kısmi aktörlüğünün cezasını çekmeden muhalif sürecin lütfuna mazhar olmasını istemiyorlar. Babacan’ın iktidar cephesinden muhalif cepheye geçişini muhalifler ahlaki olarak kabul etmiyorlar, ahlaki olarak etmedikleri gibi pragmatik olarak da çıkarlarına uygun görmüyorlar. Babacan bu noktada yapacağı şey, biriken tecrübe ile öfke arasında meşru bir geçişken alan yaratmak olabilir. Bu alana tepeden rızasız girmek tepkiyi büyütüyor, kendisini ve partisini de küçültüyor. Geçmişe dönük kendi pozisyonunu teknokratik ve bürokratik olarak haklı zeminde savunmasını anlamak mümkün, büyük ölçüde başarılı bir dönem ve aleni biçimde şahsi bir yanlış da görünmüyor ancak iktidar şemsiyesi altında görev almaktan doğan ontik sorumluluğu kabul etmesi ve bu otoriter tahakkümdeki rolünün diyetini kamu önünde ödemesi gerekiyor. Başkanlık sistemine geçildikten ve o ağır şartlara rağmen muhalif belediyeler kazanıldıktan sonra ancak muhalif siyasete soyunmuş bir aktörün kamu önünde muhaliflerce sigaya çekilmesi bana oldukça tabii görünüyor. Dolayısıyla kendisi bu bedeli ödemekten çekindikçe birtakım toplumsal eylemler ona bu bedeli zaten ödetecek, ödetiyor. Ben toplumsal inisiyatiften ziyade kendi inisiyatifini kullanmasını, süreci hafifletmek adına önerebilirim. Toplumsal inisiyatif çok daha ağır ve acımasız işler hatırlatmakta fayda var. Dolayısıyla tecrübe ile öfke arasında meşru bir alan açılmasının iki ayağı var. Birisi Babacan’ın saf değiştirmesinde kendisine dair haksız ve haklı gerekçeleri bir bütün halinde çekinmeden toplumla paylaşmasıdır. Diğeri, tahakkümcü tecrübe ile muhalif öfkenin ayrışarak ve sönümlenerek araya normallik sızıntılarının girmesini beklemektir ki buna dair Babacan’ın yapacağı bir şey yok, daha doğrusu kendi siyasi programıyla muhalefete destek olmaktan öte bir sihirli formül yok.
DEVA’nın derdi
Beklenen büyüme bir türlü gerçekleşmedi. Bunun en önemli sebebi şu ki, onların sandığı gibi iktidardan tamamıyla boşalmış ve yeni sahibini bekleyen konsolide bir merkez açığı yoktu, iktidar ile muhalefete dağılmış parçalı merkezler vardı.
Ali Babacan, DEVA Partisi’ni kurduğunda siyasete dair büyük bir muhalif merkez boşluğu olduğunu düşünüyordu. Ona göre siyasi tablo adeta 2002 gibiydi, siyaset yeni baştan kurulacaktı. Liberal demokrasi vadeden merkez bir parti kurulursa ve bu parti ekonomi ağırlıklı teknokrat karakteriyle öne çıkarsa merkeze oturabilirdi. Böylece birkaç seneye kalmaz önce onlu rakamları sonra yirmili puanları ve hatta otuzları görebilirdi. Öyle olmadı, beklenen büyüme bir türlü gerçekleşmedi.
Bunun en önemli sebebi, Babacan’ın ve danışman ekibinin sandığı gibi iktidardan tamamıyla boşalmış yeni sahibini bekleyen konsolide bir merkez açığı yoktu, iktidar ile muhalefete dağılmış parçalı merkezler vardı.
İktidar siyasi olarak bir süredir marjinalleşmesine rağmen kurduğu tarihi büyüklükteki kayırmacı ağla yarattığı kültürel nepotist sınıfla beraber, merkezin kendi cephesini ekonomi dışı reel faydaya dayalı olarak hala ayakta tutabiliyordu.
Merkezin muhalefetteki diğer kısmı ise uzun süredir sosyalizm ve milliyetçilik gibi ideolojik referanslarını kısarak hayatın gündelik ihtiyaçlarına odaklanmaya çalışan CHP ve İYİP’e dağılmıştı. Merkezde Babacan’ın sandığı gibi kendi partisini bekleyen büyük bir oy boşluğu olmadığı da kısa sürede görüldü.
Merkezdeki görece boşluk şehirli ve eğitimli daha genç ve yeni orta sınıflardan oluşan beyaz yaka seçmenin muhalefet içindeki pozisyonunda düğümleniyordu. Babacan ile bu seçmen arasında partinin ekonomi ve bilişime dayalı teknokratik karakteri itibariyle bir yakınlıktan söz edilebilirdi. Bu yakınlık bir kültürel kimlikle konsolide edilmeye ihtiyaç duyuyordu. Babacan bu noktada da fırsatı kaçırdı.
Beyaz yaka yeni orta sınıf seçmenin kültürel kimlik hassasiyetini bütüncül bir ekonomik ve siyasi okumaya dayandırmayan genel başkan danışmanları, Babacan’ı da yanlış yönlendirdi ve kurucu değerleri karşısına alarak ürettikleri marjinal muhafazakâr ya da radikal liberal söylemlerle bu beyaz yaka seçmeni de kaçırmayı başardı.
Danışmanların bu parti hikâyesini, geçmişte tam olarak alınamamış anti Kemalist hınçların gölgesine, yetmez ama evet çizgisinin sonu nereye varacağı meçhul yetmezciliğine ya da post Kemalist paradigmanın hatalı teşhis ve tedavi sürecine oturtmak istemelerini anlayabiliyorum. Onların partinin menfaatinden bağımsız bir kurguları ve ajandaları var, sosyolojiyi kendi rüyalarındaki gibi yorumluyorlar ve kendi seçkin hikâyelerine hapsetmek istiyorlar ancak Babacan’ın bu politikaları icra etmesini anlayamıyorum zira küfe tümüyle onun sırtında duruyor.
Netice itibariyle, memlekette böylesi radikal bir muhafazakâr ya da marjinal bir liberal orta sınıf beyaz yaka seçmen olmadığını göremediler. Hatta tam tersine ülkenin büyük şehirlerde kümelenmiş orta sınıf yeni beyaz yakalarının, Ata’ya referansla gelişen kurucu seküler değerler etrafında bir liberal demokrasi arayışı olduğunu dahi görmezden geldiler. Böylece ekonomi, bilişim, dijital dönüşüm gibi partiyi muhalefetten ayıran ve ülkeye ufuk açacak programlarını hatalı okunan bir kültürel kimlik açmazına feda ettiler.
Kemalizm’in dönem itibariyle ideolojik aşırılıkları ve otoriterlikle malul biçimleriyle ürettiği pratiğin, Cumhuriyet idealizasyonunu yaralayan taraflarını partiye tavsiye ediyor değilim; naçizane kurucu değerlerin Cumhuriyet idealizasyonuna uygun, eşit ve hür vatandaşlığı temin edecek atıflarıyla bir liberal demokrasi hikâyesi yazmalarının daha mümkün bir sosyolojiye denk düştüğünü söylüyorum.