Putin’in dev aynası, ‘Karadeniz’de gemileri batmaya devam eden’ bir liderin kendisini, ülkesini Avrupa medeniyetine entegre etmeye çalışan ve Karadeniz’deki en büyük donanmayı kurma hayalindeki bir lider olan I. Petro ile eş görmektedir. Putin geçtiğimiz hafta katıldığı açık oturumda bir kez daha tarih biliminin genleriyle oynadı. Çarpıtılmış ve kişiselleştirilmiş tarih atıflarına bir yenisini daha ekleyerek megaloman ruh halinin gitgide kozmokrat bir kimliğe dönüştüğünü gösterdi. Kendisini sözde ‘Rus Cihan Hakimiyeti’ mefkuresinin ‘seçilmiş’ lideri olarak lanse eden Putin, ayrıca Rus çarı I. Petro ile aynı ‘tarihi’ misyona sahip olduğunu belirtti. Petro’nun ülkesini Batılılaştırma hamlelerini tarih belleğine hiç almamayı tercih eden Putin, Petro ile kıyaslamasını salt askeri fütuhatlar ile sınırlı tuttu. Bu durum, Putin’in post-modern Rus çarı olarak tarihte yer edinebilme hırsını da açığa çıkardı. Bir şekilde tarihteki yerini almış ve almaya devam eden bu iki şahsiyet arasındaki vizyon uçurumunu incelemeden önce Rusya’nın kapılarını ‘Batı’ya açan’ I. Petro ile ‘Rusya’nın kapılarını Batı’ya kapatan’ Putin’in sahip oldukları tek ortak noktaya değinmek isterim. 1681 yılında Rus Çarı Fedor Alekseyeviç’in ölümü üzerine Rus saray erkanı arasında varis seçimi çekişmeleri patlak vermişti. Boyarlar (günümüz oligarklarına denk sayılabilecek ayrıcalıklı feodal sınıf) arasında tezahür eden bu çekişme ‘Hastalıklı İvan’ olarak bilinen Petro’nun kardeşini destekleyen Miloslavski ailesi ile Petro’yu destekleyen Narışkin ailelerini karşı karşıya getirmişti. Petro’nun annesi Natalya Narışkin ise evlat ayrımını çoktan yapmış, kendisinin ve ailesinin Petro’dan taraf olmasını sağlamıştı. Bu iki seçkin ailenin uzlaşıya gidememesi üzerine dönemin Rus patriği Yoakim devreye girmiş ve bir oldu bitti ile Petro’yu Kremlin meydanında çar ilan etmişti. İşte tam bu noktada tarih, tuhaf bir şekilde, Putin ve Petro’nun ‘tahta çıkış’ kaderlerini ortak yazmıştı. 1682 yılında Petro, teamüllere aykırı olarak Rusya’nın ‘Mümessiller Meclisi’ olarak bilinen ‘Sabor-Собор’ onayı olmaksızın Patrik Yoakim tarafından çar ilan edilmişti. Aynı, 2000 yılına girilen o meşhur yılbaşı akşamında dönemin Rus Başkanı Yeltsin tarafından ‘Çarlık’ yolu kendisine açılan Vladimir Putin gibi. Aralarındaki tek ortak nokta da buydu. VAKANÜVİSLERE GÖRE I. PETRO Petro’nun teamüllere aykırı olarak çar ilan edilmesi üzerine Rus ‘yeniçerileri’ olarak adlandırabileceğimiz ‘streltsi – стрельцы’ grup bu durumu kabul etmeyerek kazan kaldırdı. Petro’nun çar olmasını sağlayan Narışkin ailesi başta olmak üzere bütün boyarları ortadan kaldırmak için Kremlin sarayını basan Streltsiler, o zamanlar daha çocuk yaşta olan Petro’nun gözü önünde katliam yaparak Matveev ve Narışkin ailelerinden birçoğunu katletmişlerdi. Bu kanlı sahneler Petro’nun ömür boyu üzerinden atamayacağı bir ruh bozukluğuna sebebiyet vermişti. Özellikle, periyodik olarak kafa titremesi ve öfke atakları yaşadığı söylenen Petro’nun bu hâlet-i rûhiyesi zamanla kendisiyle özdeşleşmiş ve Türkler arasında ‘Deli’ olarak anılmasına neden olmuştu. Küçük yaştaki Petro, devlet yönetimini ve tahtını annesi Natalya ve prenses Sofya’ya terk ederek Moskova yakınlarındaki Preobrajenskoye isimli bir köye yerleştirilmişti. Vakanüvislerde (Летописи) Petro’nun yanına kendisini yetiştirmekle görevli lalası Diyak Zotov adlı şahsın ‘alkolik’ olduğu ve Petro’nun gelişimi ile yeteri kadar ilgilenmediği yazmaktadır. Bu sebepten Petro’nun hayatı boyunca ‘okuma ve yazma’ becerisinin gelişemediği de vurgulanmaktadır. Buna karşın, askerliğe ve marangozluğa merak salan Petro, 1687 yılında tanıştığı Hollandalı Timmermann ve Brandt isimli denizciler sayesinde gemiciliğe merak salmıştı. Dahası, zamanının çoğunu Rusya’da yaşayan Almanlar ile geçirdiği bilinen Petro bu dönemde ‘mektepli’ bir şekilde öğrenemediği Avrupa ve Avrupa kültürünü ‘alaylı’ bir şekilde öğrenmeye başladı. Petro, 1689 yılına kadar Preobrajenskoye köyünde yaşadı. Tahtı annesinin elinden aldığı 1694 yılına kadar da Archangelsk başta olmak üzere Rusya’nın çeşitli yerlerinde ikamet etti. Bu dönem zarfında askerliğe iyice merak Petro, arkadaşlarından oluşan bir ‘eğlence alayı’ kurup askeri talimler yapmaya başladı. Bu alaylar daha sonra kendi ordusunun belkemiğini oluşturacaktı. Aynı zamanda, kendisinin ‘akıl hocaları’ olan İskoçyalı Gordon ve İsviçreli Lefort sayesinde beşerî ve askeri reformlarına da start vermişti.
Putin’in son konuşmasındaki Petro atıflarının sadece askeri fütuhatlara odaklanmasının temel sebebi Rusya’nın normatif bir güç olamadığının bilinç altı kabullenilmesinin bir göstergesidir.
Petro devlet işlerinden uzak durduğu dönemde Moskova hükümeti yaklaşık 15 yıl süren post-Viyana savaşları sırasında Batı ülkelerinin Osmanlı İmparatorluğuna karşı oluşturduğu ‘mukaddes ittifaka’ katılmıştı. Ancak, Rusya’nın devlet genetiğinde mevcut Türk ve Türki düşmanlığı Petro’ya da sirayet etmişti. Zira, 1687 yılında Kırım’ı ‘Tatarlar ve Türklerden arındırma’ parolasıyla açılan savaş zamanla Petro’yu da etkisi altına alarak Rusların meşhur Karadeniz ve sıcak denizlere inme politikasını ortaya çıkartmıştı. Lakin, Tatar Hanı I. Selim Giray’ın bu süreçteki cansiperane ve kahramanca savaşması hem Kırım’ın bir asır daha Türk-Tatar hakimiyetinde kalmasını hem de Petro’nun Karadeniz politikasının çökmesini sağlamıştı. Mukaddes İttifak ile Rusya’nın Osmanlı İmparatorluğuna karşı oluşturduğu iş birliğini devam ettiren Petro bu sayede ülkesini Avrupa Cemiyetine entegre etmek istiyordu. Bu süre zarfında Avrupa hanedanlıkları ile ilişkilerini geliştirmeye çalışan Petro, İsviçreli Lefort önderliğinde Avrupa’ya yollanan bir elçi grubunun içine isim ve kılık değiştirerek bizzat kendisi de katılmıştır. Bu seyahati sırasında Avrupa’yı ve farklı kültürleri inceleyen Petro, Rusya’ya döndüğünde ilk iş olarak kendisini ‘Avrupalılaşmakla’ suçlayan streletsleri, yani yeniçerileri ortadan kaldırmıştı. Petro’nun bizim tarihimize ‘deli’ olarak geçmesinin bir diğer nedeni de sabırsız ve aceleci bir kişiliğe sahip olmasından kaynaklanmaktadır. Bu sebeple, askeri reformlarını tamamlamadan giriştiği Narva (bugünkü Estonya sınırlarında) meydan muharebesinde 40.000 kişilik Rus ordusu 8.000 kişilik İsveç ordusu tarafından bozguna uğramış; 1711 yılında Osmanlı İmparatorluğu ile giriştiği Prut savaşında da Rus tarih kitaplarının bahsetmekten kaçındığı ‘utanç verici’ bir yenilgi almıştı. Öyle ki, ordusu imha olmak üzereyken bizzat Petro tarafından kaleme alınan ve Moskova’ya hitaben yazılan mektupta ‘beni çarınız olarak tanımayın’ ifadeleri kullanılmış ve hayatını Baltacı Mehmet Paşa ve yardımcısı kâhya Osman Ağa’nın iradesizliği ve dirayetsizliği sayesinde kurtarabilmişti. Bu ağır yenilgiler üzerine Rusya’nın güçlü bir askeri reforma ve donanmaya sahip olması gerektiğini acı bir şekilde kabul etmişti. Buna müteakip Avrupa’dan birçok askeri uzman ve mühendisi de ülkesine davet etmişti. Fakat Petro’yu Putin’den farklı kılan çok önemli bir özellik daha vardı: Rusların düşünce ve hayat tarzını Batılılaştırmadan hiçbir askeri reformun başarıya ulaşamayacağını anlaması. Bu sebeple, ölüm cezasına kadar varan sert uygulamalar ile Rusların ‘kılık-kıyafetinden’saç-sakalına’ kadar uyulmasını zorunlu kıldığı fermanlar yayımlamıştır. Putin’in yaşadığı ideolojik kriz ve tarihsel tezat ise tam olarak bu noktada başlamaktadır.
Rusya’nın yaşadığı bu ‘emperyal miraj’ işgal altındaki Mariupol şehrinde dağıtıldığı iddia edilen Sovyet pasaportlarından, askeri ekipmanlara iliştirilen Sovyet flamalarına kadar uzanmaktadır.
Petro, Rusya’nın cihanşümul bir güç olabilmesinin yolunun uygar ve gelişmiş bir toplum oluşturabilmekten, bunun da Batı medeniyetine entegre olmaktan geçtiğine karar vermişti. Putin ise Batı’yı ve Batı kültürünü ‘bütün kötülüklerin kaynağı’ olarak lanse etmektedir. Putin ve Petro arasındaki bu tutarsızlıklar ve uyumsuzluklar Putin’in, Petro’nun yapmak istediklerini anlayamadığı ve/veya yanlış anladığını göstermektedir. NORMATİF GÜÇ vs. SERT GÜÇ Putin’in kendisiyle özdeşleştirmeye çalıştığı Petro’nun ‘Avrupalılaşma’ çabalarını hangi sebeplerden ötürü görmezden geldiğini incelemek aydınlatıcı olabilir. Batı’nın Rusya üzerinde zamanla kültürel üstünlük kurması ve normatif bir güce dönüşmesi Rusya’da hayranlık ve kıskançlık arasında bir duyguya denk gelen ‘yetersizlik komplekslerine’ sebebiyet vermiştir. Bu komplekslerin çıkış noktasını çarlık Rusya’sının gücünün doruklarında olduğu dönemlere kadar götürebiliriz. Bilhassa, söz konusu bu dönem süresince Rus elit sınıfına mensup bireylerin Rusça konuşmayı tercih etmediklerini biliyoruz. Hatta bu yüksek zümre arasında Rusça konuşmanın bir ‘eğitim’ ve ‘sınıf’ seviyesi düşüklüğünün belirtisi olarak algılandığını, dolayısı ile kendi aralarında Fransızca ve Almancayı ‘ortak konuşma dili’ olarak tercih ettiklerini görüyoruz. Bir diğer deyişle, dönemin Rus elitlerinin ‘lingua franca’ olarak Almanca ve Fransızcayı benimsediklerini söyleyebiliriz. Zira Dostoyevski, Tolstoy, Turgenyev gibi klasik Rus edebiyatının duayenlerinin kaleme aldığı eserlerde Rus elitlerinin arasındaki diyalogların bolca Fransızca-Almanca olması bu durumu doğrulamaktadır. Buna karşılık, Batı ülkelerinde Rus dilinin böyle bir ayrıcalık yaratamaması Rusya’nın Batı karşısında kültürel ve normatif anlamda hissettiği yetersizliği daha da derinleştirmişti. Bu ise zamanla Rus zihin kodlamasına eklemlenmiş bir kompleks haline dönüşmüştür. Söz konusu bu kompleks, Rusya’da halen devam eden ‘Batılı mıyız yoksa Asyalı mıyız’ tartışmasının Avrasyalı olmak ile geçiştirilmesine kadar uzanmaktadır. Rusya, Asya milletleri üzerinde kurduğunu düşündüğü sosyo-kültürel üstünlüğü övünç ile dile getirirken Avrupa’ya karşı yetersizliğini de ‘Rus istisnacılığı’, yani ‘ ile örtmeye çalışmaktadır. Bu trendin devamını Sovyetler Birliği’nin 74 yıllık hikayesinde de görebiliriz. SSCB’nin küresel izolasyon uygulayarak bünyesindeki halkları bir fanusa hapsetmesi, onları dünyanın SSCB’den ibaret olduğuna dair arkaik bir algıya zorlamıştı. Baskı ile tecrit ve inzivaya itilmiş milletler kendi yaşamlarını dünyanın geri kalanı ile kıyaslayabilecekleri bir mekanizmadan yoksun kalmışlardı. Bu durum ise neredeyse hiçbir muhalif düşünceye alan açmadığından Sovyet yönetim kadrosu için eşsiz bir konfor alanı sunmaktaydı. Zira Putin’in Sovyetler Birliği özleminin temelini de bu konfor alanına olan nostalji oluşturmaktadır.
Rusya, Asya milletleri üzerinde kurduğunu düşündüğü sosyo-kültürel üstünlüğü övünç ile dile getirirken Avrupa’ya karşı yetersizliğini de ‘Rus istisnacılığı’, yani ‘ ile örtmeye çalışmaktadır.
Böylesi bir fikri çoraklık Putin’in tarihi atıflarını sert güç ile sınırlandırmaktadır. Dolayısı ile Putin’in son konuşmasındaki Petro atıflarının sadece askeri fütuhatlara odaklanmasının temel sebebi Rusya’nın normatif bir güç olamadığının bilinç altı kabullenilmesinin bir göstergesidir. Hem de Petro’nun Avrupa ile ittifaklarını görmezden gelircesine. Putin kişisel tarih sunumu yaptığı bu konuşmasında Petro’nun çarlığı boyunca Batı’nın ilmini, bilimini, kültür ve sanatını Rusya’nın özümsemesi için uğraştığı gerçeğinden söz etmemiştir. Bu bilinçli seçicilik Putin’in AB’ye karşı müsamahakâr bir tavır alırken NATO’ya karşı takıntı derecesinde tahammülsüzlüğünü de açıklamaktadır. Öyle ki Rusya, Ukrayna’nın AB üyeliğine itiraz etmezken 2008 yılında bir daha gündeme gelmemek üzere rafa kaldırılmış NATO üyeliği meselesini ‘savaş nedeni’ haline getirebilmiştir. Rusya’nın Ukrayna işgalini meşrulaştırma için imal ettiği diğer savaş nedenlerinin de devamlı değişim göstermesi Kremlin’in yaşadığı bu fikri çoraklığı ve zihin bulanıklığını ortaya koymaktadır. Örneğin, 24 Şubat günü ‘özel askeri operasyon’ adı altında başlayan işgal zaman içerisinde farklı isimler alarak ‘Ukraynalı milliyetçileri etkisiz hale getirme’, ‘Nazilerden arındırma’, ‘Rusları özgürleştirme’, ‘NATO genişlemesi’, ‘Batı’ya karşı savaş’ ve son olarak da ‘tarihi olarak Ruslara ait olanı geri alma’ noktasına kadar gelmiştir. Rusya’nın yaşadığı bu ‘emperyal miraj’ işgal altındaki Mariupol şehrinde dağıtıldığı iddia edilen Sovyet pasaportlarından, askeri ekipmanlara iliştirilen Sovyet flamalarına kadar uzanmaktadır. Dahası, benimsenen bu etnik ve kültürel milliyetçiliğin Sovyetler ‘kamuflajı’ altında empoze edilmeye çalışılması da ideolojik karmaşanın boyutlarını anlamak açısında önem arz etmektedir. Bir diğer deyişle, Pan-Rusçuluk ve Pan-Slavizm arasında gidip gelen bu dinamiğe göre Rus üstünlüğünü kabul etmeyen Slav halkların, aynı Ukrayna örneğindeki gibi, millet ve ülke olmaya hakkı bulunmamaktadır. NATO TAKINTISI Altının önemle çizilmesi gereken bir başka nokta da NATO’nun, Putin için faydalı bir ‘şeytana’ dönüştüğüdür. NATO’nun geçmişte Afganistan, Somali, Libya gibi kanlı müdahalelerini ve Soğuk Savaş döneminde ABD’nin ‘özel örgütü’ işlevselliği almış olduğunu görmemek sübjektif bir yaklaşım olur. Fakat NATO tarihinde, Rusya’nın Gürcistan, Suriye ve Ukrayna’da izlediği ‘kan, silah ve zorbalıkla’ genişleme politikasının olmadığını da objektif bir biçimde ortaya koymak gerekmektedir. Özellikle, bu günlerin gelebileceğini öngören eski ‘Demir Perde’ ülkelerinin NATO’ya üye olabilmek adına birbirleriyle yarıştıklarını bir gerçektir. Özellikle yeniden hortlayacağını bildikleri Rus irredantizmi, Doğu Avrupa ülkelerini ‘sürdürülebilir bağımsızlık’ için NATO’ya sığınmaya zorlamıştı. Bu sebeplerle, Slav kökenli Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinde NATO’ya desteğin sert bir artış trendinde olduğunu gözlemlemekteyiz. PEW araştırma grubunun 2021 verilerine göre Hırvatistan, Bulgaristan, Kuzey Makedonya, Slovakya, Slovenya, Polonya gibi Slav kökenli ülkelerde yaptığı çalışmada bu halkların NATO üyeliğine desteğinin %55-70 seviyelerine çıktığı görülmektedir. 2022 yılına ait veriler açıklandığında bu oranların Ukrayna savaşının yarattığı Rusya antipatisi ile daha da artacağını öngörebiliriz.
Rus işgalinin ortaya çıkardığı bir diğer önemli sonuç ise yeni küresel güvenlik paradigmalarında ‘tarafsızlık’ statüsünün artık mümkün olamayabileceğidir.
Buna ek olarak, Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmesiyle savaştan önce Rusya ve Ukrayna arasındaki etnik ve lengüistik farklılıklara vâkıf olmayan ülkelerde bu farkındalık artmıştır. Daha da önemlisi, Putin’in dünyadaki ‘Batı emperyalizmine’ karşı koyan ‘sert lider’ algısının ve Sibirya’da yaptığı seyahatlerdeki maskülin resimlerinin yerini ‘savaş suçlusu’ bir imaj aldığını da gözlemlemekteyiz. En önemlisi, Rus saldırganlığının küresel çapta Ukrayna’ya karşı bir sempati yarattığı ve Ukraynalıların, Rus dünyasından ayrışık bir millet olarak kendilerini benimsetmeye başlamasıdır. Dolayısı ile Rus yumuşak gücünün eridiğini ve Rusya’nın, Sovyetlerin mirasçısı olduğu iddiasının tamamen çöktüğünü belirtebiliriz. Rus işgalinin ortaya çıkardığı bir diğer önemli sonuç ise yeni küresel güvenlik paradigmalarında ‘tarafsızlık’ statüsünün artık mümkün olamayabileceğidir. Zira Petro’nun ‘kuzey savaşlarına’ yapılan ısrarlı atıfların Finlandiya ve İsveç’e dönük olması bu iki ülkenin tarafsızlık statülerini terk ederek NATO’ya girme kararlarının ne kadar isabetli olduğunu göstermektedir. Bilhassa Narva ile Finlandiya’nın güney bölgelerinin aslında Slavlara ait olduğu ve Petro gibi kendisinin de buraları ‘geri alma’ niyetini beyan eden Putin, genişleme siyasetine yönelik şüpheleri de ortadan kaldırmış oldu. Helsinki ise tepki olarak Rusya ile 1300 km uzunluğundaki sınırına duvar öreceğini ve NATO’ya katılım süreci tamamlanana kadar ABD ve İngiltere ile ikili güvenlik anlaşmaları imzaladığını açıkladı. Richard Haass, geçtiğimiz hafta Foreign Affairs dergisinde kaleme aldığı yazıda çok isabetli bir tespitte bulunarak Ukrayna ve Batılı müttefiklerin savaşı bitirmekten ziyade savaşı yönetmeye odaklanmasını tavsiye etti. Özellikle, iki taraf içinde ‘zayiat savaşına’ dönüşen Ukrayna’daki çatışmalar, Rusya açısından iç politikada tektonik bir sarsıntı doğurabilir. Bu durum Putin rejiminin sonu anlamına da gelebileceğinden şu an için gerçekçi bir ‘barış’ opsiyonu bulunmadığını varsayabiliriz. Sonuç olarak, Rusya’nın Ukrayna işgalinin AB ve NATO arasındaki kırıkları birleştirici bir tutkal görevi gördüğünü ve Putin’in bunu hesaplayamadığını gözlemlenmektedir. Bu gerçek Putin’in bir zamanlar yakın arkadaşları olan Schröder-Chirac-Berlusconi üçlüsünden Kiev’i ziyaret ederek kendisine sert mesajlar yönelten Scholz-Macron-Draghi üçlüsünü bulmasından anlaşılabilir. Dolayısı ile dev aynası, ülkesini dünyadan tecrit etmeye çalışan ve ‘Karadeniz’de gemileri batmaya devam eden’ bir liderin kendisini, ülkesini Avrupa medeniyetine entegre etmeye çalışan ve Karadeniz’deki en büyük donanmayı kurma hayalindeki bir lider ile eş görmektedir.