Depremzedelerin zararlarından kim sorumlu?

Abone Ol
Tek sorumlu olanın müteahhitlermiş gibi gösterilmesi, depremzedelerin haklarını elde etmelerinin önündeki en büyük engeldir. Vatandaşlar açacakları davalarda, her aşamada devletin sorumluluklarının izlerini sürdükleri ölçüde haklarını elde edebilecekler…  Türkiye’de her zaman çarpık bir devlet algısı oldu. Devlet her daim muazzam yetkiler ve güç kullanırken, iş sorumluluk ve hesap vermeye gelince görünmez oldu. 6 Şubat’ta yaşadığımız korkunç deprem felaketinden sonra da aynı şeyler olacak gibi görünüyor. Bir müteahhit avı başladı ve bütün dikkatimizi çürük binaları diken, malzemeden çalan, gözü kâr arzusuyla dönmüş insanlara çevirmemiz isteniyor. Onlar bu depremin günah keçileri. İnsanların haklı olarak duydukları öfkeyi, infial duygularını üzerlerine boca edecekleri paratonerler müteahhitler. Sanki o müteahhitler, bu binaları Çin’de, Japonya’da ya da Amerika’da inşa etmişler gibi… Uzak bir ülkede, Türkiye’den hiçbir kamu görevlisinin sorumluluğu olmadan, yanlış işler yapmışlar ve bunun sonucu olarak da on binlerce insan ölmüş, sakat kalmış, yüz binlerce insan yaşam alanlarını kaybetmiş gibi… Öfkeyi onların üzerine yönlendirmek siyasal iktidarın işine geliyor. Böylece; kaçma teşebbüsü içindeki bir müteahhitti yakalayıp cezaevine tıktığında bütün sorumluluklarından kurtuluyor devletimiz. Aynı zamanda, depremzedeler tarafından talep edilecek tazminatlar için de insanlara “kolay” ama sonuç almanın pek de mümkün olmadığı hedefler gösteriliyor. Dünyada belki de en kalabalık müteahhit sınıfına sahibiz. Ekonomik büyümeyi inşaat sektörü üzerinden yapmayı kendine marifet bilmiş siyasal iktidarın gözdeleri onlar. Bu nedenle de depremden önce her türlü teşviki gördüler.
Bugün sorumluların ceza mahkemeleri önünde hesap vermesi, devletin de vatandaşların zararlarını son kuruşuna kadar ödemesi, yarınlarda insan onuruna yaraşır bir ülkede yaşamanın en önemli güvencesidir.
Kolayca kredi aldılar, kolayca ruhsat aldılar, kullandıkları malzemelere kimse dikkat etmedi; üç kat yerine beş kat inşa ettiklerinde, bir sonraki imar affıyla yasa dışı olanın yasal olana dönüşeceğini ve muazzam karlar elde edeceklerini biliyorlardı. Bugün yaşadığımız korkunç felaketin üç beş müteahhittin işi olmadığı, Türkiye’de bu ve önceki iktidarların yarattığı müesses nizamla doğrudan bağlantılı olduğu çok açık. Ama insanların hukuk alanında da uğradıkları zararlar için o müesses nizamı sorgulamayıp, bütün taleplerini, bu zararları karşılamalarının mümkün olmayan müteahhitlere yönlendirmek istiyorlar. Hâlbuki, deprem bölgelerini imara açmaktan başlayarak, çürük inşaatların yapılmasına göz yummaya varıncaya kadar, kâğıttan kuleler gibi yıkılan bütün o binaların enkazları altında kalıp hayatlarını kaybeden insanlardan devlet sorumludur. Kurtarma çalışmalarının geç yapılmasından devlet sorumludur. On binlerce insan, hiçbir kurtarma ekibinin semtlerine uğramadığı ilk üç günde hayatlarını kaybettiler. Sayın Cumhurbaşkanı, arama ve kurtarma çalışmalarının geç yapılmasından dolayı “helâllik” istiyor. Ama onun “helâllik” istediği konuya idare hukukunda “hizmet kusuru” adı veriliyor ve bu ağır hizmet kusuru karşısında devletin ölen insanların yakınlarına tazminat ödemesi gerekiyor. Sadece geç kurtardığı için değil, evleri barkları yıkılan insanlara çadır, battaniye götüremediği için, su veremediği için, bir tas sıcak çorba sağlayamadığı için.
Bu korkunç felakette, işlerin bir avuç günah keçisinin üzerine yıkılıp, çarpık düzenin kusurlarının görünmez hâle getirilmesine izin vermemeliyiz!
Hele hele bu “hizmet kusurlarıyla” Türkiye’deki çarpık düzen arasındaki bağ bu kadar görünür bir hâle gelmişken... İnsanlar soğuktan tir titrerken elindeki çadırları satan bir Kızılay’ımız var örneğin… İnsan hakları hukukunda devletlerin vatandaşlarının can güvenliğini sağlamak için atmaları gereken adımlara “pozitif yükümlülükler” adını veriyoruz. Yani devlet, insanların can güvenliğini korumak için olumlu eylemlerde bulunmak zorunda. İnşaatın düzgün zemine yapılmasından, o inşaatta doğru düzgün malzeme kullanılmasına kadar her şey devletin sorumluluğundadır. Depremden sonra doğru düzgün bir arama-kurtarma faaliyeti yapmak; depremden zarar gören insanlara düzgün bir sağlık hizmeti sunmak, o bölgede güvenliği ve asayişi sağlamak, hepsi de devletin sorumluluğundadır. Bu “pozitif yükümlülükler” can kayıplarının ve yaralanmaların olduğu her durumda, devletin etkin bir soruşturma yürüterek, bütün sorumluları saptayıp yargı önüne çıkarma ve sanıkların kusurlarıyla orantılı ceza almalarını sağlama ödevini de içerir. AİHM’nin Öneryıldız/Türkiye davasında veciz bir şekilde ifade ettiği gibi, devlet “elindeki tüm imkânları kullanarak yaşama hakkını korumak için oluşturulan yasal ve idari çerçevenin doğru bir şekilde uygulanmasını ve bu hakka yönelik yapılan ihlallerin durdurulup cezalandırılmasını sağlayacak yeterli – adli veya diğer– tepkileri verme görevi” altındadır. Ümraniye çöplüğünün patlaması sonucu insanların yaşamlarını kaybetmesini konu alan bu dava Türkiye’deki devlet zihniyetiyle uluslararası hukuktaki “devlet sorumluluğu” kavramının dramatik bir çarpışmasını ortaya koyar. Devlet bu davada yaptığı savunmalarda, Ümraniye çöplüğü etrafındaki yapılaşmaların yasa dışı olduğunu bunlara izin vermediğini söyleyerek sorumluluğu üzerinden atmaya çalışmışsa da AİHM, çöplük etrafında oturan vatandaşların tehlikeler konusunda uyarılmamasından, orayı terk etmeye davet edilmemelerine, çöplüklerin işletilmesi konusundaki mevzuat eksikliğine kadar pek çok nedenle Türkiye’nin bu kişilerin “yaşam haklarını” ihlal ettiği sonucuna ulaştı. Türkiye’de deprem nedeniyle oluşan zararlardan da devlet sorumludur. Tek sorumlu olanın müteahhitlermiş gibi gösterilmesi, depremzedelerin haklarını elde etmelerinin önündeki en büyük engeldir. Vatandaşlar açacakları davalarda, her aşamada devletin sorumluluklarının izlerini sürdükleri ölçüde haklarını elde edebilecekler… Türkiye’de yargı da “devleti koruma” refleksiyle değil, “vatandaşın yaşam hakkını” koruma güdüsüyle hareket ettiği oranda adaleti sağlayacaktır. Bugün sorumluların ceza mahkemeleri önünde hesap vermesi, devletin de vatandaşların zararlarını son kuruşuna kadar ödemesi, yarınlarda insan onuruna yaraşır bir ülkede yaşamanın en önemli güvencesidir. Bu korkunç felakette, işlerin bir avuç günah keçisinin üzerine yıkılıp, çarpık düzenin kusurlarının görünmez hâle getirilmesine izin vermemeliyiz!