Depremin sosyolojik olarak kısa bir tahlili- 1

Abone Ol
Bizim ülkemizde ise devlet ile iktidar iç içe geçmiş, iktidar partisi devlet partisi haline gelmiş, devleti de parti devletine dönüştürmüştür. İnsan amaç değil araçtır. İktidarını daim etmek için her türlü yolu kullanmayı mubah sayan bu anlayış depremde enkaz altında kalmıştır. 

Loading...

DEPREMİN ÇIĞLIĞI! Benim adım Adana, benim adım Antakya, Maraş, Malatya. Benim adım, Islâhiye Antep, Osmaniye… Diyarbakır, Urfa benim adım... Benim adım…. Nutkum tutuldu gerisini siz getirin.  1950-1960’lı yıllarda genç, şirin az gelişmiş ama umut doluydum. Güzelliğim baş döndürücüydü. Renk, ışık ve çiçektim. Klikya ve Artukya geçmişini selamlamış çeperlerimde ilk saldırılar başladı. Sustum ve direndim.  Sonra Müteahhitler geldi belediyecilerle birlik olup çalkantılı bir dönem başlattılar. Hükümetler bu suçlara ya göz yumdu ya da ortak oldu. Beni büyütmek adına, her yanımı özensiz, düzensiz, kontrolsüz günah kuleleriyle doldurdular. Yemyeşil göğsüm beton yığınları ardında kayboldu. Adeta “Kör” oldum. Yıllar akıp gittikçe bu ağır beton yığınları, ihanet belgesi gibi son soluk alanlarımı da yuttu...  Artık bana güzel diyen yok... Yorgunum, küskünüm, yalnız ve kırgınım... Zaman akıyor... Hâlâ saldırıyorlar... Artık saldırganlara verebilecek bir şeyim kalmadı. Kapılarımı düne açamıyorum. Kapılarımı yarınlara açamıyorum. Sonra bir gece yarısı zelzeleye tutuldum. Sarsıldım, yıkıldım. Alt üst oldum. Yıkıntılarımın altında yükselen insan çığlıkları içimi yaktı. Ama bir şey yapamadım. Felaketin altında kalanlar yıkımın yaratılmasına göz yummanalardı. Bunu canlarla ödediler. Artık harap haldeyim. Çok yaralıyım, yıkılmış haldeyim. Tekrar ayağa kalkar mıyım bilemiyorum. Yüksek sesle düşünün ve sorun; ‘Adana nerede? Maraş, Malatya nerede? Adıyaman, Urfa, Osmaniye nerede, ya Antep ile Kilis. Diyarbakır nerde. Ben neredeyim?’ Ve buruk bir el sallayın bana ve işte ben gidiyorum, ‘Hoşça kal güzel kentim, Hoşça kal düşler kenti.”   ELEŞTİRİ VE ÖZELEŞTİRİ ŞART Yukarıda depremde yıkılan kentlerin çığlıklarını duydunuz. Peki, neden böyle oldu? Bir daha aynı acıları yaşamamak için ne yapmalıyız? Gündüz gözüyle gerçeğe gözünü kapatan dünyayı sadece kendine gece yapar, gerçek ise bütün çıplaklığı ile orda durmaya devam eder. Gerçeğe gözümüzü kapamayalım, bu kaçıncı oldu, bu kez gözümüzü açalım artık. Gerçeği görmek için daha kaç can yitirmemiz, kaç kentin yıkılmasını seyretmemiz gerekir? O halde kapsamlı bir sorgulama, eleştiri ve özeleştiri yapmak lazım. İdari yapıdan tutun kurumlara, kurumlardan tutun kadrolara kadar herkesin bunda sorumluluğu var. Bunun üstüne örtersek, hataları halının altına süpürürsek daha beterini yaşarız. Daha beterini yaşamak istemiyorsak kurallarımızı, kurumlarımızı, çalışma bicimizi, zihniyeti ve kadroları gözden geçirmeli ve sorgulamalıyız. Hâsılı kelem bu depremden ders çıkarmalıyız. Üstünden biraz zaman geçince evvelkiler gibi unutulmanın karanlık dehlizlerine terk etmemeliyiz.
Burada devleti ele geçirmiş olan iktidarın ihmali çok fazladır. Japonya’da 8 şiddetindeki depremlerde bile binalar yıkılmıyor, insanlar ölmüyor. Vatandaş haklı olarak soruyor: “Onların başardığını biz neden başaramıyoruz?”
MERKEZİYETÇİ İDARE ŞEKLİ ÇÖKTÜ Bu depremde aşağıdan yukarıya, yukarıdan aşağıya ne oldu, neler yaşandı ve ne olması gerekirdi sorularını serinkanlı bir biçimde cevaplamalı, işe buradan başlamalıyız. Bildiğiniz üzere bir süredir ülke Türk Tipi Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi denilen katı merkeziyetçi bürokratik bir yönetim şekli ile yönetiliyor. Bu deprem katı bürokratik merkeziyetçi yapının iyi bir yönetim şekli olmadığını, kriz anlarında çöktüğünü, bunun da vatandaşlara acı, eziyet, ölüm olarak geri döndüğünü gösterdi bize. Oysa çağımızda çağdaş yönetim tarzı sorunları yerinde çözen ademi merkeziyetçi anlayıştır. Her şeyin tek bir kişiye bağlandığı bir idare şekliyle sorunların üstesinden gelinemez. Zira deprem Ankara’dan çözülemez, yangınlar Ankara’dan söndürülemez, seller Ankara’dan durdurulamaz. Türkiye 85 milyonluk büyük bir ülke, bu ülkenin kaderi, sorunlarının çözümü tek bir adamın iki dudağının arasında çıkacak bir söze bırakılamaz. Bu depremde bu acı gerçeği bir kez daha bize gösterdi ve biz bunu 6 Şubat depreminde ve sonrasında yaşadık ve gördük. O halde bu sistemi behemehâl değiştirmemiz gerekir. DEVLET İŞLETİLEMEDİ Çünkü bu kati merkeziyetçilik sistemi tıkamış, siyaseti kirletmiş, devleti kilitlemiştir. Devlet insanların belli sınırlar dâhilinde bazı kurallar çerçevesinde bir araya geldiği, buna göre kurumlar oluşturduğu, bu kurumları işletecek liyakatli kadroları görevlendirdiği kurumun adıdır. Eğer bir yerde kurallar işlemiyorsa, kurumlar deforme olmuşsa, kadrolar liyakatsiz ise orada etkin bir devletten bahsedilemez. Orada denetlenmeyen, yapanın yanına kâr kalan, şeffaf olmayan keyfi bir devlet ortaya çıkar ki onu ele geçirenler bu devleti ve olanaklarını kendi kişisel, siyasal yararları için kullanmaya devam ederler. Bu da devleti çürütür ve yozlaştırır. Böyle bir sitemde devlet insanlar için yoktur, insanlar devlet için vardır. Yani insanın devleti iş başında değildir, devletin insanı söz konusudur. Böyle bir devlette vatandaşın haklarından ziyade görevleri vardır. Devlet bu çerçevede şişmanlayıp gürbüzleşirken yurttaş yoksullaşıp zayıflar, böylece vatandaş ceberut devlet karşısında çaresiz kalır. Böyle bir yapılanmaya tâbi olmuş bir devlet insanını insanlık onuruna yakışır bir düzeyde yaşatamaz. Oysa yurttaşlar devlet işlerinin yürümesi için vergi verirler, yurt savunması için askerlik yaparlar, dara düştüğünde devletlerinin yanında olurlar.  Kendileri de dara düştüğünde devleti yanlarında görmek isterler. Ne ki Maraş depreminin ilk günlerinde vatandaş aradığı devleti yanında bulamadı, yalnız ve çaresiz kaldı. YARDIM REKLAMA, FELAKET SİYASETE ALET EDİLMEMELİ Bu depremde devleti ele geçirenler yardımı reklama, felekti siyasete alet etmeye çalıştı ve bunun sonucunda büyük bir keşmekeşlik ortaya çıktı. 43 bin civarında ölü, yüz binden fazla yaralı verdik. Hâlâ enkazda insan olduğu var sayılıyor ve ölü sayısının artmasından endişe ediliyor. Oysa iyi bir organizasyon olsaydı, devletin kurumları ve kurtarma ekipleri zamanında enkaza yetişip kurtarma faaliyetlerini bihakkın yürütseydi birçok insanımız bugün yaşıyor olacaktı. Burada devleti ele geçirmiş olan iktidarın ihmali çok fazladır. Japonya’da 8 şiddetindeki depremlerde bile binalar yıkılmıyor, insanlar ölmüyor. Vatandaş haklı olarak soruyor: “Onların başardığını biz neden başaramıyoruz?”
Şehirlerin böyle gelişi güzel büyümesi ülkeyi topyekûn köylü olmaktan çıkarmış ama modernleşme de sağlayamamış, arada kalınmıştır. Bu gelişmede yanlış ekonomi politikalardan kaynaklanan düzensiz göçlerin payı büyüktür. 
Japonya vb. ülkelerde devlet ve hükümetler insan yaşamını önceleyen, buna göre şehirler inşa eden bir mantaliteye sahipler. Bizim ülkemizde ise devlet ile iktidar iç içe geçmiş, iktidar partisi devlet partisi haline gelmiş, devleti de parti devletine dönüştürmüştür. İnsan amaç değil araçtır. İktidarını daim etmek için her türlü yolu kullanmayı mubah sayan bu anlayış depremde enkaz altında kalmıştır. ÇARPIK KENTLEŞMENİN YARATTIĞI DEMOGRAFİK ŞİŞME ÖNLENMELİ! Sosyolojik açıdan demografik, ekonomik ve sosyo-kültürel bir değişmeyi ifade eden kentleşme bizim kentlerimizde normal sürecini yaşamadığı için bunun yerini çarpık kentleşme almıştır. Demografik açıdan, kentlerimiz kentleşmeden ziyade aldığı ölçüsüz nüfusla “demografik olarak şişmiş”; ekonomik açıdan baktığımızda kentlere gelen nüfusu istihdam edecek bir sanayii olmadığı için varoşlara sürüklenen insanlar köylü olmaktan çıkıp kentli de olamamış, arada kalmıştır. Sosyo-kültürel açıdan ise, kentlileşme gerçekleşmediği gibi bu süreç anomik kentleşmeyi, yabancılaşmayı ve arabeskleşmeyi ortaya çıkarmıştır. Böylece göç olgusu kentlerde dramatik sonuçlar ortaya çıkarmış, bu sonuçlar depremlerde bize büyük felaket olarak geri dönmüştür. Ne yazık ki bu durum Maraş Depreminde bir kez daha acı bir gerçek olarak yansımıştır. ŞEHİRLEŞME POLİTİKASI(ZLIĞI) GİDERİLMELİ! İkinci önemli eksiğimiz ülke genelini kapsayan doğru dürüst bir şehirleşme politikamızın olmayışıdır. 20 yıldır ülkeyi şantiye ve rantiye anlayışıyla inşaata boğan iktidarın bir şehirleşme politikasının olmadığı depremle birlikte bir kez daha gün yüzüne çıktı. Türkiye’nin kıyı şeridi başta olmak üzere bazı bölgelerde toplanmış milyonluk kentleri ha bire büyürken ve yoğunlukları artarken öte yanda birçok bölgede kilometre kareye düşen insan sayısı bunların onda biri kadar bile olamamıştır. Şehirlerin böyle gelişi güzel büyümesi ülkeyi topyekûn köylü olmaktan çıkarmış ama modernleşme de sağlayamamış, arada kalınmıştır. Bu gelişmede yanlış ekonomi politikalardan kaynaklanan düzensiz göçlerin payı büyüktür.  DÜZENSİZ GÖÇLER ÖNLENMELİ! Geçtiğimiz 70 yılda üç göç dalgası şehirleri plansız programsız yakaladı ve amorf bir biçimde büyüttü. Birincisi, 1950’lerde başlayan, tarıma makinenin girmesi ile boşa çıkan iş gücünün kentlere akın etmesidir. 1980’lere kadar süren bu dönme “emeğin kentleşmesi” dönemi diyebiliriz. Marşal yardımı, Menderes’in, “kentlerin her mahallesinde bir milyoner yaratacağız” söylemi süreci daha da hızlandırmış, kentlere gelenlere devlet sahip çıkmamış, yerel yönetimler de sorunların üstesinden tek başına gelememiş, böylece kentlere akın edenler  kendi olanaklarıyla gecekondular biçiminde şehirlerin çeperlerine yerleşmişlerdir. İkinci önemli dönem 1980’de Özal’ın Türkiye’yi dışarıya açması ve küreselleşmeyle birlikte sınırlarda mal ve hizmetler için açık kapı politikasının uygulanmaya başlanmasıyla oluşan kentleşme sürecidir. Dev AVM’lerin, fiyakalı binaların, yüksek gökdelenlerin pıtrak gibi kenetleri sardığı bu döneme sermayenin kentleşmesi diyebiliriz. Ne ki bu dönemde artan kent rantlarına sermaye açgözlü bir biçimde denetimsiz ve kontrolsüz saldırmış, ortaya çıkan manzara 1999 Marmara Depremiyle çökmüştür. Marmara Depremi bize bir şey daha göstermiştir: Türkiye’nin ekonomisin, sanayisinin ve nüfusunun %60’nın bir bölgede toplanmasının yanlış bir strateji olduğu ortaya koymuştur. Kaldı ki Marmara Depremi sonrası çıkarılan deprem yönetmeliğine de tam uyulmamış, sonra meydana gelen depremlerde bu gerçek acı kayıplarla önümüze çıkmıştır. Nitekim 2000’den sonra yapılan yapılar da depremlerde yıkılmış, en son 6 Şubat Maraş merkezli depremlerle bunun sebep olduğu yıkımlar dayanılmaz boyutlara ulaşmıştır. Üçüncü büyük göç dalgası, 1990’lardan sonra doğu ve güneydoğuda yaşanan çatışma ortamından dolayı bölgeden batıya doğru dramatik dalgalar şeklinde yaşanan zorunlu göçlerdir. Bu göçler o kadar yoğun yaşandı ki bazı kentlerin nüfusu 15-20 yıl içinde ikiye hatta üçe katlandı. Depremin yaşandığı Adana, Hatay, Urfa gibi illerin nüfusları hızla aratmış ancak alt yapı, kent olanakları ve düzgün yapılaşma buna paralel oluşmadığı için yaşanan sarsıntılarda meydana gelen kayıplar telafi edilemez boyutlara ulaşmıştır. Bu nüfus yoğunluğu arsa rantlarını artırmış, arsa spekülatörleri müteahhitlerle birlik olup kısa sürede düzgün olmayan, sorunlu konutlar üretmiştir. Devamı yarın… ---  Kaynaklar Fırat, M. (2020). Afet Sosyolojisi. (İ. Can, Dü.) Çizgi Kitabevi. Nasreen, M. (2004, July 2). Disaster Research: Exploring Sociological Approach to Disaster in Bangladesh. Bangladesh e-Journal of Sociology, 1(2), 21-28. Yasin Keskin, Afete Sosyolojik Bakış,  6 Şubat 2021, Kent Sosyolojisi, sosyolojikmudahele.com, Şükrü Aslan, Deprem Sosyolojisi, Bir gün gazetesi 12.02.2023.