Türkiye’nin yaşadığı deprem felaketini 1999 Gölcük Depremi’nde Devlet Bakanı olan Yüksel Yalova ile konuştuk. Yalova, yaşanan felaketin faturasını büyüten mevcut yönetim sistemidir dedi ve ekledi; “Yaşadığımız felakette ilk 48 saatte neredeyse hiçbir yapılmadıysa bunun nedeni tüm yetkileri merkezde, Erdoğan’da toplayan sistemdendir. Her şeyi bir insanın iradesine vermenizin sonucu hiç şey yapamamak olur.”
Sunuş
Türkiye büyük bir deprem felaketi yaşıyor. Depremde 7 gün geride kaldı. 10 ili ve yaklaşık 15 milyon insanı etkileyen depreme devlet kurumları ne yazık ki, zamanında müdahale edemedi. Türkiye benzer bir depremi 1999’da Gölcük’te yaşadı. O zaman da bazı eksiklikler oldu.
Pek o gece yani 17 Ağustos depremi ve sabahında neler yaşandı? İlk hangi kararlar alındı. Tüm bunları O dönem Devlet Bakanlığı yapan Yüksel Yalova ile konuştuk. Kendisi ile uzun bir söyleşi yaptık. Bugünkü bölümde 17 Ağustos deprem gecesini ve sonrasını yarın ise muhalefetin deprem sınavını ve cumhurbaşkanlığı seçimini konuştuk.
Aynı gün içinde Kahramanmaraş’ta peş peşe iki ağır deprem yaşadık. Ağır bir tablo ile karşı karşıyayız. Tabii herkes bu depremi 17 Ağustos 1999 Gölcük depremi ile karşılaştırıyor. Siz o dönem ANASOL-M Hükümeti’nin Devlet Bakanı idiniz. O gece yaşadıklarınızı bugün ile kıyaslama imkanı olabilir mi?
Ben bu soruya cevap vermeden önce şunu ifade ederek başlamak isterim. Bir kere karşı karşıya kaldığımız doğal afet yol açtığı bir yıkım olsa da bu tabloyu, “bu siyasetin konusu değil”, “bunu siyasetle ilişkilendirmeyelim”, “konu siyaset üstü” diyerek geçiştirme lüksümüz yok. Tam tersine bu tablo bizatihi siyasetin konusudur ve siyasi anlayışın ürünüdür.
Bugünkü tabloyu siyaset dışı diyerek, toplumsal tartışmadan uzak tutamayız. Tam tersine bu siyasi iktidarın, başkanın depreme, deprem karşısında alınması gereken tedbirlerin alınmamasının ortaya çıkardığı bir sonuçtur ve sonuna kadar da siyasidir. Bu tabloya siyaset dışı diyerek iktidarı, başkanı dokunulmaz kılmak karşı karşıya olduğumuz tabloyu küçümsemek olur.
Peki ya depremden sonra karşı karşıya olduğumu kaos halini nasıl okumalıyız?
Deprem sonrasında sık karşılaştığımız tespit şu; organizasyon bozukluğu var, organizasyonda çok büyük eksiklik var. Peki sorun organizasyon bozukluğunda mı yoksa fonksiyonel olmayan devlet yapısında mı?
SORUN SİSTEMİN FONKSİYOL OLMAMASINDA
Sizce?
Şu örnekle cevap vereyim. Eğer sorun organizasyonda ise yanı onda bir bozukluk varsa o yapının başındaki kişiyi alıp başarılı bir yöneticiyi başa getirirsen sorunu çözersin. Ama eğer sorun organizasyonda değil yapının fonksiyonel bozukluğunda ise istediğin kadar yönetici değiştir sorunu çözemezsin.
Yani Türkiye’de sorun devlet yapısındaki karar alma süreçlerinde yani organizasyon yapısında değil. Türkiye’de sorun devletin yeni sistemle içine sokulduğu fonksiyonel işleyişte, dağa doğrusu bu işleyişin yol açtığı bozuklukta. Türkiye’nin sorunu organizasyon bozukluğunda değil fonksiyonel bozuklukta.
İlk soruya dönsek yani 17 Ağustos gecesine, sabahına…
Benim devlet bakanı olduğum Ecevit başkanlığındaki hükümet Mayıs 1999’da güvenoyu almıştı. Yani deprem öncesinde henüz 3 aylık bir hükümetti.
Ben devlet bakanıydım. Devlet bakanları başbakan adına işleri yürütürler. Bana o dönem daha önce 13 ayrı devlet bakanına verilmiş görevler yüklenmişti. Düşünün ki, ekonominin yüzde 40.6’sını tekabül eden kuruluşlar bana bağlanmıştı. Mesela özelleştirme kapsamındaki kuruluşlar ki içinde THY, Tüpraş, Petkim, SEKA, Ereğli Demir-çelik, İskenderun Demir-çelik gibi kuruluşlar var. TRT, AA, Vakıfbank, Vakıflar Genel Müdürlüğü gibi kurumlar var. Dolayısıyla çok geniş bir görev alanından sorumluyum.
O gün yani 16 Ağustos Meclis açıktı ve biz gece yarısı 12’yi geçene kadar çalışmıştık. Ben göreve geldiğimde geniş bir sorumluluk alanım olduğu için çalışma arkadaşlarımı 8’er saatten 3 vardiyaya dağıtmış ve 24 saat çalışan bir bakanlık yapısı kurmuştum.
Meclis çalışmaları gece 12’yi geçti. Mecliste benimle görüşmek isteyen milletvekilleri ile görüştüm. Sanırım saat 1’yi geçiyordu. Eve değil Kızılay’da çalışma büroma gittim. Saat 3’ü bir-iki geçe bir daha hiç unutmadığım o uğultulu, sinir bozucu sesi duydum. Anladım ki bu bir deprem.
İLK İŞ DEPEREMİN FOTOĞRAFINI ÇEKMEK OLDU
İlk ne yaptınız?
Yaptığım ilk şey bana bağlı olan TRT ve Anadolu Ajansı Genel Müdürlerini aradım. Onlara dedim ki; “Bu bir talimattır –ki bu kelimeyi hiç sevmem-, 30 dakika içinde bütün muhabirlerinizi sahaya süreceksiniz ve onların gördükleri resmi siz bana eksiksiz ileteceksiniz. İyi ki öyle yapmışım.
Onda sonra başbakanlıktaki görevlileri arayıp, bakanları, müsteşarları, ilgilileri aramasını ve Ankara’da olanların başbakanlığa gelmesini istedim. O arada korumama de dedim ki, bu durumdan sorunlu bakan olan Hüsamettin Özkan’ın korumalarını arayıp bakana haber vermesini istedim. Çünkü süreci fiili olarak yürütecek olan o. Başbakanı da o uyandırsın dedim.
Başka?
Bana bağlı olan Tüpraş Genel Müdürü’nü aradım. Ankara’ya yola çıkıyordu. “Sen orada kal” dedim.
Türkiye’de sorun devletin yeni sistemle içine sokulduğu fonksiyonel işleyişte dağa doğrusu bu işleyişin yol açtığı bozuklukta. Türkiye’nin sorunu organizasyon bozukluğunda değil fonksiyonel bozuklukta.
TRT ve AA muhabirlerinden ilk yarım saat içinde gelen raporlardan anladık ki, yaşanan deprem Türkiye’nin görmüş olabileceği en büyük depremlerden birisi. Buradan bütün iktidarlara şu tavsiyeyi yapıyorum; muhabirlerin ellerini bıraksınlar, onların ayaklarını öpsünler. Devletin talimatla yaptıramayacağı işi o muhabirler bize yarım saat içinde sundular. Onlara ne kadar teşekkür etsek az.
Bakın ilk yarım saat belki bir saat ben fiili başbakan gibi, bir sürü insanı ardım, talimat verdim, Başbakanlıkta toplantı organize ettim. İşte bütün bunlar parlamenter sistemin nimetleri. O gün parlamenter değil bugünkü gibi bir sistem olsaydı bugüne yaşanan sorunlar o gün de yaşanabilirdi. Yani ben bu organizasyonu yaparken, Başbakan Ecevit ne der? Başbakan Yardımcısı Genel Başkanım Mesut Yılmaz ne der diye düşünmedim. Oysa bugün biliyoruz ki, kimse Erdoğan bir şey demeden adım atmıyor.
Ve Başbakanlıkta toplandınız…
Evet sanırım saat 4.30-5.00 idi. Koray Aydın, Yaşar Okuyan, Erkan Mumcu, Hüsamettin Özkan geldi, Ecevit geldi. Toplantı başladı. Bir bakan arkadaşımız; “Eğer ölü sayısı 25-30 ise Meclis’teki yasaları görüşmelere devam edelim” dedi. Ben biraz sert konuştum ona. Tabii o tabloyu henüz bilmiyor. O saatte o toplantıya katılan bir bakanın resmin tümünü görmesini beklemek insafsızlık olur. Ben görmüşüm, çünkü ayaktayım daha yatmamışım. Bir başka bakan arkadaşımız da ben “Askere görev verelim dediğim” için beni militarizmi destekliyorum diye düşündü. Ona da sert çıktım ve bendeki tabloyu özetledim. Ki öncesinde Başbakan Ecevit’e de anlatmıştım, toplantı öncesi.
İLK KARAR ASKERİN ARAMA KURTARMA İÇİN SAHAYA İNMESİ OLDU
Ne kararlar alındı?
Toplantıda hemen askere görev verdik. Bakanlar olarak farklı illere gitmeye karar verdik ve sahaya çıktık. Bakın bir afet anında önemli olan strateji doğru kurmaktır. Winston Churchill’in bir lafı vardır; “Soruna yakın olan, çözüme yakın olur” der. Yani problemi çözecekseniz önce problemi doğru teşhis edeceksiniz, anlayacaksınız. Problemin çözüm yollarını düşüneceksiniz. İskandinavların dediği gibi “bunu, kim, nasıl çözmüş, ben nasıl çözerim” diyeceksiniz. Sağ olsun Ecevit’e Hüsamettin Özkan’a müteşekkirim. Orada kararları aldık ve deprem bölgesine hareket ettik.
Ben bu organizasyonu yaparken, Başbakan Ecevit ne der? Başbakan Yardımcısı Genel Başkanım Mesut Yılmaz ne der diye düşünmedim. Oysa bugün biliyoruz ki, kimse Erdoğan bir şey demeden adım atmıyor.
Ordu da arama kurtarma çalışmalarına çıktı…
Evet. Zaten hemen karar verildi. Yani biz depremin 3.saatinde tüm gücümüzle sahadaydık. O gün yaklaşık 35 bin civarında askerimiz sahaya indi, Genelkurmay Başkanı’nın verdiği emirle.
Böyle zamanlarda bırakın saatleri, dakikalar ve saniyeler bile önemli. Karar çok önemli, strateji çok önemli ve cesaret çok önemli. Risk almak da çok önemli.
Alacağınız her karar için anket yapmaya kalkarsanız, bu karar bana oy kaybettirir mi, kazandırır mı diye bakarsanız çok can kaybedersiniz. Bazen risk almanız gerekebilir ve ben o gece risk aldım, inandıklarımı yaptım.
Böyle anlarda askerin saha çıkmasının, arama kurtarma çalışmasına katılmasının militarizme ilgisi yok. Ki bugün öyle algılanabiliyor hâlâ. O geceden dolayı, o süreçte gösterdiği çabadan dolayı Hurşit Tolon Paşa’yı saygı ile anıyorum. Seninle bir şey paylaşacağım.
Buyrun…
Kriz dönemlerinde yönetimde bulunan insanlar, elbette emir komutayla hareket ederler ama bu görev ve yetkiyi kullanmada şahsi inisiyatiflerini ortadan kaldırmamalıdır. O gece benim için de önemli kurumların başında TÜPRAŞ geliyordu. Çünkü orada rafineri falan vardı. Ama ondan daha önemli bir kurum vardı.
Neydi?
Yine benim bakanlığıma bağlı Türkiye Gübre Sanayi A.Ş. var.
Neden önemliydi bu kurum?
İçinde 13 bin ton amonyak var. Ve o gece Sapanca izale hattı depremde kırılmıştı. Ki bu çok hayati bir olaydı. Bu durumda üç şey yapılabilirdi. Biri TV’ye çıkar ve “Sapanca izale hattı şöyle kırıldı, hükümet olarak görev başındayız, tamir etmeye çalışıyoruz” dersiniz ve krizi büyütürsünüz.
İkinci bir şık, bunu bakanlar kurulunda anlatır ve kolektif sorumluluğunu alırsınız. Ama bunun da bakanların paylaşacakları insanları ve kurumları düşündüğünüzde kaos yaratma imkânı olabilir. Bir şık daha var…
13 BİN TON AMONYAK PATLASAYDI…
Nedir o?
Kimseye söylememek ve risk alarak çözüm üretmek. Ben onu yaptım. Şimdi sen soracaksın neden diye…
Neden?
Çünkü içinde 13 bin ton amonyak var ve izale hattı zamanında tamir edilmezse, ısı yükselirse sonucu depremden daha felaket olur.
Bakın o dönem Ereğli Demir-çelik de bana bağlıydı ve ben depremden etkilenen tüm yerel yönetimlere oradan her türlü yardımı, ihtiyacın giderilmesi için talimat verdim. Böyle zamanlarda ayrımcılık, particilik, kutuplaşma, kimlik siyaseti olmaz.
Ne yaptınız peki?
Hemen Devlet Su İşleri Genel Müdür Yardımcısı Emin Bey’i aradım. Allah ondan razı olsun. Dedim ki; “Bana güvenir misin?” “Evet” dedi. “Bak böyle, böyle bir şey var. Bizim Sapanca İzale hattını derhal tamir etmemiz lazım DSİ olarak”.
O arada Tüpraş Rafinersi’nde yangın var ve Almanya’dan Frankfurt İtfaiyesi gelmişti, onların kontrolündeydi. Ben oradayım. Bir yandan da Sapanca İzale hattı tamir ediliyor.
O bölgeye o günlerde benim iznim olmadan kimseyi almadık.
O günlerde bakanlar kurulunda bir prensip kararı almıştık, rafineride can kaybı olmadan atlatacaktık. Biz de yangının kendiliğinden yana yana sönmesini tercih ettik.
O günlerde İsmail Cem -Allah rahmet eylesin- dedi ki, “Yükselciğim 1-1.5 milyar dolar arasında hasar var TÜPRAŞ’ta, nedir durum?” dedi.
Ona, “Bak İsmail, 1 ile 1.5 milyar dolar arasında tam 500 milyon dolar fark var. Bir tahmin yapılırken böyle şey yapılmaz. Ben sana söyleyeyim; Artı, eksi yüzde 5 payı ile 110 milyon dolar zararımız var” dedim. Niye artı, eksi yüzde 5? Çünkü devam eden bir yangın var. Ve eklerim hepsi reasüre edilmiş. Yani sigorta da sigortalanmış yani kamu zararı yok.
Aynı günlerde TÜPRAŞ müteahhitlerini çağırdım, projeleri inceledik. Allah hepsinden razı olsun, proje çok sağlam yapılmış. 9 şiddetinde depreme dayanıklı yapılmış proje. Sonuçta yanında söndü. Sapanca izale hattı da tamir edildi. Eğer o hattı 1 ya da 1,5 gün daha tamir edemeseydik ortaya çıkacak sonuç depremden daha korkunç olabilirdi. 13 bin ton amonyak nedeniyle.
Hemen şunu ekleyeyim, bugün karşı karşıya olduğumuz felaketin yaralarını sarmaya gelen her insan ister yerli ister yabancı hepsini birer nimet kabul etmeli, madalya takmalıyız.
Risk almışsınız…
Evet ama bu benim sorumluluğumu ortadan kaldırmıyor. Burada önemli olan ortaklaşma. Mesela bu depremde ne gördük, yerel yönetimler arasında ayrım. Böyle biz zamanda böyle bir şey olmaz.
Bakın o dönem Ereğli Demir-Çelik de bana bağlıydı ve ben depremden etkilenen tüm yerel yönetimlere oradan her türlü yardımı, ihtiyacın giderilmesi için talimat verdim. Böyle zamanlarda ayrımcılık, particilik, kutuplaşma, kimlik siyaseti olmaz. Ki buna birazdan değinelim.
O GÜN YAPTIKLARIMIZIN HİÇBİRİ BUGÜN İLK 48 SAAT YAPILMADI
Sizin anlattıklarınızdan şu çıkıyor; siz depremim ilk 48 saatinde yapılmayanları 1999 Depremi’nin ilk saatlerinde yapmışsınız?
Yapmaya çalıştık. Elbet eksimiz olmuştur, bazı yerlere de yetişememiş olabiliriz o günün koşullarında ama iyi niyetliydik. Herkese ulaşmaya çalıştık, herkesi kucaklamaya çalıştık.
Eğer son yaşadığımız felakette ilk 48 saatte neredeyse hiçbir yapılmadıysa bunun nedeni tüm yetkileri merkezde, Erdoğan’da toplayan sistemdendir. Her şeyi bir insanın iradesine verdiğinizde sonucu hiç şey yapamamak olur.
O gün devlet çöktü diye manşet atana gazeteler, yazarlar bu deprem için ne dediler? Bu sorunun cevabı bile çok şey anlatır.
Eğer son yaşadığımız felakette ilk 48 saatte neredeyse hiçbir yapılmadıysa bunun nedeni tüm yetkileri merkezde, Erdoğan’da toplayan sistemdendir. Her şeyi bir insanın iradesine verdiğinizde sonucu hiç şey yapamamak olur.
Bugün 17 Ağustos depremine ve sonrasına baktığınızda içiniz rahat mı?
Tek üzüntüm hayatını kaybeden insan sayısının çokluğu. Resmi rakamlar 17-18 bin ölü var diyor ama ben onun daha fazla olduğunu biliyorum. Çünkü bizim insanımız ölüye azap çektirmeyi sevmez ve hemen gömer. Ben o rakamın 30 bin üzerinde olduğunu düşünüyorum.
Ama şunu da söyledim bakanlar o dönem; biz devlet olarak hangi coğrafyada yaşadığımızı, bu coğrafyada yaşayabilmenin kanunlarının ne olduğunu bilmiyoruz.
COĞRAFYAYA UYGUN YAŞAMIYORUZ
Nasıl yani?
Ben Mübeccel Kıray’ın öğrencisiyim. Her ne kadar siyaset bilimi alanında çalışmış olsam da hukukçu Yaşar Gürbüz’ün asistanı olsam da ben Mübeccel Kıray’ın da öğrencisi oldum. Şehir Sosyolojisinde benim tezim, “İstanbul’da apartmanlaşma” üzerine idi. Dolayısıyla hukukçu kafam eskiden bazı şeylere basmazdı ne zaman şehir sosyolojisi okudum sonra bazı şeylerin daha fazla farkına vardım. Ve olaylara sadece hukuki bakışın asla yeterli olmadığını öğrendim. Biz yaşadığımız coğrafyaya uyumlu yaşamayı hâlâ öğrenemedik. Hala bu coğrafyaya açıkçası meydan okuyoruz ya da okuduğumuzu sanıyoruz ama son deprem felaketinde gördük. Bunun hiçbirimize faydası yok.
Bakın binlerce jeoloğumuz, jeoloji mühendisimiz var. Hem de çok önemli çalışmaları olan insanlar bunlar. Peki bunların ne kadarından kamu kurumları olarak yararlanıyoruz. Sanırım yüzde 1 civarında bunların kamuda istihdamı.
Son 20 yılda kamuda bu insanlardan yararlanmadığımız gibi bu insanların kurdukları kurumlardan da paydaş olarak katkı almıyoruz. Onları karar süreçlerine dahil etmiyoruz. Onların uzmanlıklarından yararlanmıyoruz. Açıkçası ben buna da şaşırmıyorum.
Neden?
Çünkü AKP iktidarının liyakat olarak tanımladığı şey, mesleki liyakat değil ideolojik liyakat yani partili olmak. O yüzden siz yazılı sınavlardan 99-100 alsanız bile mülakatlardan AKP'li olmadığınız için eleniyorsunuz.
Şunu da ifade edeyim bizim o deprem sonrasında koyduğumuz tüm yasalar bu iktidar döneminde değişti, tüm bağımsız kurullar işlevsiz hâle getirildi.
ÇIKARDIĞIMIZ TÜM YASALAR DEĞİŞTİRİLDİ
Peki bu yasaların değişmesini kim istedi?
Bizim koyduğumuz yasalardan rahatız olanların başında müteahhitler geliyor. AK Parti’nin destekçisi olan kesimlerin başında müteahhitler geliyordu. Çünkü AK Parti politika olarak inşaat sektörüne yatırım ile kalkınmayı tercih etti. Onların baskısı büyük oldu.
O dönemden bu yana askerden olan korkuları yüzünden askeriyeyi işlevsiz bıraktılar. Bakın normal şartlarda Hatay Havaalanını Hava Kuvvetlerinin istihkamı 6 saatte tamir eder. Ya da Kara Kuvvetlerinin herhangi bir istihkamı, herhangi bir dere üstüne 7-8 saatte köprü kurar. Hazır mazotu vardır, hazır giysisi vardır, hazır yiyecek, içecek şeyi var. Bütün köylere anında dağılabilir. İktidar bu dönemde ordunun birtakım fonksiyonlarını ortadan kaldırmıştır.
Açıkçası siyasi iktidar her alanda kendi iktidarını konsolide edecek bir düzen kurdu ve bunu korumaya çalışıyor. Ama düzenin Türkiye’ye maliyetini bugün her alanda görüyoruz.
Bakın deprem oldu, Cumhurbaşkanı sadece AK Partili yerel yöneticileri aradı. Normal demokrasilerde bu olmaz. Ama AK Parti’nin kurduğu yapı içinde bu normal. Bu açıdan kendi içlerinde tutarlılar. Çünkü CHP’li ya da diğer muhalefet partisinden belediyeleri hiçbir zaman kabullenmediler.
2017 referandumu ile hayata geçen yeni anayasa ile AK Parti-devlet eklemlendi. Yasama, Yürütme, Yargı tek kişiye bağlandı. Bu yapı içinde farklı düşünen herkes AK Parti’nin ötekisi oldu.
Bakın bugün siz AFAD Genel Müdürünü tanıyor musunuz, son depremlerde ekranlarda görünüz mü? Ben görmedim. Sonuçta kendisi iyi bir insan olabilir ama CV’sine baktığınızda gördüğümüz şu; İmam Hatip sonra İlahiyat, sonra tasavvuf konusunda master yapmış birisi. Sonrasında Diyanet’e geçmiş vs. En son AFAD’ın başına geçmiş. Ben kendisini görmedim. Onun adına Cumhurbaşkanı Yardımcısı hazırlanmış basın bültenini okuyor. Açıkçası buna şaşırmıyorum.
ERDOĞAN BİR FIRSAT DAHA KAÇIRDI
Neden?
Çünkü Başkanlık rejiminde bakanlar, başkanın birer sekreteri oldular. Cumhurbaşkanı Yardımcısının basın bülteni okuması beni şaşırtmıyor. Hükümet yok, bakanlar kurulu Anayasa’da yok.
Dahası AK Parti MHP ile hiçbir koalisyon protokolü olmadan, hiçbir hukuki yükümlülük yüklemeden ortak oluyor. Bakın demokrasiler öyle zannedildiği gibi filozofik anlamlar yüklenecek müesseseler değildir. Usuller esastır. Bugün Türkiye’de hayatta olan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin hangi dile çevirirseniz çevirin dünyada karşılığını bulamazsınız.
Diğer yandan son felaket Erdoğan’ın da AK Parti’nin de toplumla buluşması için bir fırsattı ama onu da kullanmadılar.
BİZ VE ÖTEKİ AYRIMINI SÜRDÜRÜYOR
Nasıl kullanabilirlerdi ki?
Ortaya çıkan acı üzerinden toplumla o acıyı paylaşarak. Erdoğan toplumla acıyı paylaşsaydı, o acıyı hissettiğini topluma gösterebilseydi olabilirdi. Bir taşı kaldırmaya yardımcı olsaydı, olurdu. Tüm medya mensuplarını toplasa, onlara “burada benim gözüm kulağım olun” dese meşruiyeti artmaz mıydı? Bence artardı. Kendisine mesafeli medya bile bunu sahiplenebilirdi. Ya da “Kemal Bey siz Hatay’a mı gitmek istiyorsunuz? Buyurun beraber gidelim”. Ya da “Meral Hanım siz de Antep’e gidin” dese, aynı şekilde diğer siyasi parti liderlerine de benzer sıcak adımlar atsa; bambaşka Türkiye olabilirdik.
Bakın Yunanistan resmi TV’sine. Sabah programı bir Türkçe türkü ile açtılar, bizim acımızı paylaştılar Yunanlılara sempati ile baktık değil mi? İşte bu kamu diplomasisi.
Ne yazık ki bu kullanılmadı tam tersine bildiği politikaları uygulama devam etti. Erdoğan Aydın’da AK Parti Genel Başkanı kimliği ile seçimde muhalefet öyle bir çakalım ki, bellerini doğrultamasınlar diyor. Deprem bölgesinde Cumhurbaşkanı kimliği ile; bu makamda olmasan muhalefete daha farklı konuşurdum diyebiliyor. Ya da deftere yazıyoruz sonra bu defteri açacağız diyerek toplumu tehdit edebiliyor. Böyle bir anlayış toplumla barışabilir mi? Ben zannetmiyorum açıkçası.
Ki belediyeleri de ayırdı, CHP’li belediyeleri aramadı…
Evet çünkü benden misin, değil misin diye bakıyor.
Yarın: Eski Türkiye ile Yeni Türkiye farkı neler?
Muhalefet başarılı mı?
Muhalefetin cumhurbaşkanı adayı kim olmalı?
Erdoğan yeniden aday olabilir mi?