Bir örgütlenme biçimi olan devletin en temel fonksiyonu, onu oluşturan insanların hayatlarını risklere karşı korumak. Muhalifte olsa, yandaş da olsa bu devletin tüm vatandaşına karşı görevi bu. Bunu yapamıyorsanız, devlet ne için var diye sorabilirsiniz.
Loading...
Deprem ilk günkü tazeliğini koruyor yüreklerimizde. İktidar yanlısı ve muhalif olan hepimizi bir vicdan muhasebesiyle baş başa bırakıyor.
Kolay olmayacağa benziyor yaşanan bunca acıyı unutmak. Geçmişte unutulduğu söylenilebilir. Büyük Marmara Devremi, Van ve İzmir’de yaşadığımız depremleri hatırlayın. Aynı acılar. Ama bir süre sonra unutuldular. Ama her biri kalplerimizde devlet adına barındırdığımız olumlu bir şeyleri de beraberinde alarak unutuldular. Görmek istediğimiz sağlık, eğitim ve adalet hizmeti veremeyen devlet, yaşama hakkımızın da güvencesini vermez hâle geldi. Sorgulamaya başlıyoruz: o zaman devlete neden gerek var diye.
Zira bir örgütlenme biçimi olan devletin en temel fonksiyonu, onu oluşturan insanların hayatlarını risklere karşı korumak. Muhalifte olsa, yandaş da olsa bu devletin tüm vatandaşına karşı görevi bu. Bunu yapamıyorsanız, devlet ne için var diye sorabilirsiniz.
Bu kez durum öncekilerden çok farklı. Zira depremin büyüklüğü görülmemiş düzeyde. Dahası çok daha geniş bir alanı etkiledi. Deprem sonrasının yönetimi depremin bizzat kendisinden çok daha belirleyici oldu kayıpların ve acıların büyümesinde.
Daha önceki depremlerde olmayan başka bir şey daha gördük bu depremde. Depremin büyüklüğü nedeniyle iktidarın içine düştüğü telaş ve bu telaşın yol açtığı panikle, toplumu kutuplaştırmaya yönelik gayretlerini gördük. Bunca sene bu kutuplaştırmanın bir siyasi strateji olduğunu düşündük. Ama gördük ki, doğal tepki şekli buymuş. Hatta böyle bakıyorlarmış hayatın kendisine.
İktidar hiçbir suçlamanın kendine yapışmasına rıza göstermiyor. Eşyanın tabiatında olanlarla iddialaşıyor. Tüm kamu yetkilileri varları yoklarıyla, tek bir kişinin imajının zarar görmesini engellemeye çalışıyorlar. Onun imajı dışında ülkede hiçbir şeyin önemi yok gibi. Ama o imajın depremle ve sonrasında takınılan tavırla gittiğinin farkında değiller.
Ancak başka konularda olduğu gibi, deprem ve sonrasında yaşananları kamuoyu dikkatinden kaçırmanız mümkün olmuyor. Medya olarak bunu yapsanız, maliyeti çok büyük. Göze alamıyorsunuz. Her şeyinde bir sınırı olduğunun farkına varıyorsunuz. Bazı şeyleri saklamaya çalıştığınızda da çok zorda kalıyorsunuz.
Bu boyutta bir felaketi yandaşınız olan medyanın bile görmezden gelmesi mümkün değil artık. Haberlerde ilk sıralara çıkıyor ister istemez deprem. Bir de sonrasındaki sergilenen haberciliğin kötü kalitesi devreye girdiğinde, kamuoyunun gözünde imajınızın zarar görmemesi mümkün değil.
Suçlu bulabilseler, tüm günahı çoktan onun üzerine atacaklar. Aslında bazıları yapmaya çalışıyor. Dış güçler diyor; demek istiyor. “ABD’nin sismik silahları” diyorlar. Ama ABD’nin böyle güçlü ve etkili bir silahı neden sadece Türkiye’de uyguladığını açıklayamıyorlar. Öyle ya böyle bir silahın Rusya ve Çin’de uygulanması ABD’nin daha çok işine gelebilir. ABD’nin bu denli çaba göstermesi için Türkiye’nin neden önemli görüldüğüne bir türlü cevap verilemiyorlar.
Bu faciada “
doğa” suçlamaya çalışacakları tek “
dış güç”. Ama orada da AKP gibi muhafazakâr zeminde siyaset yapan bir anlayışın temel çelişkileri ortaya çıkıyor. Doğanın herhangi bir ilahi güçten bağımsız yol açtığı böyle bir eylem olabilir mi? O zaman kadere, ilahi bir gücün iradesine tevekkül ve inançlar sorgulanmaya başlıyor. Bilemiyorum bu köşeye sıkışmışlığı nasıl aşacaklar.
Ama bizlerin bunlardan bağımsız olarak depremin hem manevi hem de ekonomik tahribatlarını hesaplamak ve bunlara çözüm getirmek gibi bir problemimiz var. Adam sendecilikle, ya da siyasi sıkışmışlığın yarattığı çaresizlikle köşemize çekilmenin doğru olmadığını düşünüyorum.
Çözümü de ülkemizin daha çok sivilleşmesinde görüyorum. Zira AKP 1990’lı yılların özgürlükçü toplumsal uyanışın bir ürünü olarak, Türk siyasetinde kendine yer edindi. Ama geçmişte devletin ve devletçi kamu yapılarının kadrine uğramışlığın yaralarıyla iktidara gelmişti. Geç gelen iktidarın giderek özgürleşen yapısının yarattığı rahatsızlıkla, o yapıyı eski haline geri getirdi AKP. Eskisinden de fazla merkeziyetçilik yaratarak, geçmişte kendisinin mahrum kaldığını iddia ettiği özgürlükleri bugünün toplumunun elinden almaya çalıştı. Böylece, bir süredir devam ettiği şekliyle “
nehrin akıntısını tersine kürek çekmeye” başlandı.
Bu faciada “doğa” suçlamaya çalışacakları tek “dış güç”. Ama orada da AKP gibi muhafazakâr zeminde siyaset yapan bir anlayışın temel çelişkileri ortaya çıkıyor. Doğanın herhangi bir ilahi güçten bağımsız yol açtığı böyle bir eylem olabilir mi?
Ülkemizin sivil toplumu bu deprem sonrası yaşananlara son derecede güzel tepki vermiş, birlik ve beraberlik içinde davranmasını bilmiştir. Ülke için bir tehdit değil, zenginlik olduğunu kanıtlamıştır.
Bu krizle birlikte sivil toplumun hâlâ dirençli ve zinde olduğu tüm çıplaklığıyla tekrar ortaya çıkmıştır. Hem de siyasi iktidarın tüm aksi uygulamalarına rağmen. Dolayısıyla sivil toplumun deprem sonrası yaraların sarılmasında da aktif olarak rol oynaması mümkündür. Aksi takdirde bu faciayı fırsat bilenler, devleti kutsayarak yine kamu kaynaklarını kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaya çalışacaklardır.
Unutmayın ki, 2001 krizi sonrası uygulanan reform programında geçen
şeffaflık ve
hesap verilebilirlik gibi temel yönetim ilkelerinin toplumda çabuk kabul görmesi ve herhangi bir dirençle karşılaşmamasının temel sebebi, Büyük
Marmara Depremi sonrasında şahit olunan usulsüzlükler ve yönetsel beceriksizliklerdi. Bu tecrübeler ışığında toplum kamu yönetiminde bu ilkelerin bir gereklilik olduğuna çok daha önceden ikna olmuştu.
Kanımca bu ikna olmuşluk ülkemizde bir ilkti. Zira Türkiye Cumhuriyeti devleti geçmişten devraldığı mirasla “
hesap vermez”. Verse de kendi içindeki organizasyonlar vasıtasıyla, resmi olarak verirdi. Ama 2001’de kastedilen topluma verilecek bir hesap ve şeffaflıktı. Diğer bir deyişle kamu kendi sınırlarının dışında, ilk defa sivil topluma açılıyor ve onu eşiti gibi, onunla muhatap oluyordu. Hatta ona hesap vermeyi bir yönetim ilkesi olarak benimsiyordu.
Bu toplum için iyi, ama yıllardır hesap vermeye alışık olmayan ve toplumu hiyerarşik olarak aşağıda gören kamucu bakış açsısına göre kabul edilemez bir durumdu. Edilmedi de zaten. Bugün kamu yönetimi bakımından geldiğimiz nokta 1999 öncesinin çok gerisinde bir durumdur.
Fakat merkeziyetçi kamu yönetim anlayışının anlaması gereken gerçek şudur. Türkiye ekonomisi ve toplumu çok çeşitli ve çok katmanlıdır. Bugüne kadarki kalkınma pratiğimiz dengeli ve kontrollü olmadığı için, maalesef böyle bir durumla karşı karşıya kalmış durumdayız. Kamunun, çeşitliliği bu denli fazla ekonomiyi, bu denli çok katma sahip bir toplumu merkezi olarak yönetebilecek ne ekonomik kaynağı var ne de organizasyonel kabiliyeti. Belki Orta Asya’daki bir Türki Cumhuriyette bu tarz bir yönetim sonuç verebilir. Toplumsal ihtiyaçları sınırlı tutar, baskılarsınız, ya da bu talepleri karşılayacağınız maddi kaynaklarınız vardır.
Ama bizdeki mevcut iktidarın temel iddiası ihtiyaçları baskılamak üzerine kurulmamış ki. Hizmet siyaseti ve halka refah sağlama propagandası yapan bir siyasi dile sahip. O yüzden refah taleplerinin baskılanması mümkün değil. Ama kaynağı da yok. Dolayısıyla bizdeki siyasi yönetim tarzının, sahip olduğumuz ekonomik ve toplumsal gerçeklerle uyumu zayıflıyor ister istemez.
Maalesef bu şekilde sürmez. Bu uyumsuzluklar böyle kitlesel etki doğuran facialarda daha iyi görünür oluyorlar. Kamu yöneticileri istedikleri kadar çabalasınlar, bu yönetim tarzıyla sivil toplumu yok sayarak ve her şeyi ben yaparım mantığıyla sorun çözmek çok zor.
Türkiye’nin derhal bu yönetim tarzını terk etmesi lazım. Aksi halde bu yönetim tarzı, bırakın mevcut probleme çözüm üretmeyi, yeni problemlerin doğmasına da kaynaklık edecektir.