Deprem, nihilizm, öfke ve isyan: Bir filmin düşündürdükleri

Abone Ol
Everything Everywhere All at Once; çoklu evrenler temasını olay örgüsünün en merkezine alan ama aynı zamanda aile, varoluşçuluk, nihilizm, göçmen yaşamı ve kültür çatışmaları gibi bir dizi toplumsal meseleyi özellikle Amerika’da yaşayan Uzak Asya toplumu açısından ele alan bir film. Her Şey Her Yerde Aynı Anda (Everything Everywhere All at Once), 2023 Oscar’ların kelimenin tam anlamıyla silip süpüren, en iyi fim, en iyi yönetmen ve en iyi kadın oyuncu dahil 6 oscar alan bir komedi, gerilim, aksiyon, macera, bilim kurgu ve dram filmi. Ben bu kadar ödül alacağını tahmin edememiştim, sanırım ‘yaş aldıkça’ zevkler daha rafine veya seçici olmaya başlıyor. Ben The Banshees of Inisherin ve Colin Farrell’ın ödülleri alacağını zannediyordum. Ama paralel evrenler hayatın kendisinden daha çekici gelmiş Oscar jürisine belli ki. Ayrıca Tar filmindeki performansıyla Cate Blanchett nasıl Oscar almadı, hiç anlamadım. Oscar jürisini kınıyorum. Ancak filmi birlikte izlediğiniz kişi ‘kafanıza’ uygunsa zaten o film otomatik olarak ‘şahsi hikâye’ Oscar’ı alıyor. Filmi izlerken bana eşlik edene de ben bir Oscar veriyorum. Gelelim filmimize… Filmin yönetmen koltuğunda sinema sektöründe “Daniels” olarak bilinen ikili Daniel Kwan ve Daniel Scheinert var. İkili aynı zamanda filmin senaristliğini ve yapımcılığını da üstleniyorlar. Hatta Daniel Scheinert filmin bir sahnesinde aktörlük de yapıyor. Janr’ları kullanımları, hızlı geçişleri, seyirciyi koltuğa çivileyip tek bir sahnenin dahi önemli olduğu intibasını uyandırmasıyla yönetmenliği çok başarılı buldum. Özellikle filmin hızının bizi boğduğu noktada iki kayanın iç sesleriyle konuştukları (yoksa taşça mı demeliydim) durağan görünen ama sözleri filmin hızından daha vurucu olan sekans ile dinlendirmeleri enfesti. Everything Everywhere All at Once; çoklu evrenler temasını olay örgüsünün en merkezine alan ama aynı zamanda aile, varoluşçuluk, nihilizm, göçmen yaşamı ve kültür çatışmaları gibi bir dizi toplumsal meseleyi özellikle Amerika’da yaşayan Uzak Asya toplumu açısından ele alan bir film. Bir filmden önemli ve sevilen bir sahnenin başka bir filmde tekrarlanması, ona şapka çıkartılması hep hoş sahneler doğurur, kişisel olarak çok eğlendiğim, metinlerarası veya filmlerarası bir paylaşımdır söz konusu olan. Ve Daniels’lar bunu çok iyi yapmışlar, belki de onlara Oscarları getiren kült filmlere durduğu selamlardı, kim bilir? Ratatouille, Matrix, Bertolucci’nin Dreamers, Godard’ın Bande à partTsai’nin Goodbye, Dragon Inn filmleri ilk bakışta fark ettiğim gönderme yapılan filmlerdi. Filmin kahramanı olan Evelyn, çoklu evrenlerle birlikte sosis parmaklı Evelyn’den şarkıcı formuna kadar pek çok alternatif hayatı olabileceğini görüyor. Fark ediyor ki yıllar önce kocasıyla evlenip çamaşırhane işletmeseymiş bambaşka güzel hayatlara sahip olabilirmiş. Alfa Waymond'un bir sözü de bunu doğruluyor zaten. 'Şu an bu evrende kendinin en kötü hâlini yaşıyorsun.' Eşinizi seçmeseydiniz daha iyi bir hayatınız olur muydu? Ya da insan canlısı kötü tercihlerini anlamlandırırken ‘keşke’ ve ‘belki’ kelimelerini sürekli kullanmalı mıdır gibi sorular akla geliyor. Ancaaaakkk… Büyük Güneydoğu Depreminden sonra yazdığım ilk film analizinde kendimden de bir parçadan söz etmek istiyorum; Nihilizm…
Kim bilir, belki de İslam Tevhid mottosunun her şeyi ret ile başlaması (La) nihilistik bir karşı duruşun getireceği, doğuracağı bir zemin hazırlıyordur.
Bence nihilizm çok yanlış anlaşılmaya müsait bir felsefi akım/düşünce. Teknolojik tepetaklak oluşların ve deprem gibi felaketlerin akabinde zuhur eden bireysel ve toplumsal arayışların kıskacındayız. Çevremizde çok fazla şey, fazla süratli biçimde değişiyor. Cep telefonları, internet, tabletler, TV platformları, sosyal medya ve diğer genişleyen kitlesel iletişim imkânları insanı bir taraftan huzura kavuştururken, diğer bir taraftan da boğulmanın eşiğine getiriyor ve yalnızlaştırıyor. Radikal ve baş döndürücü dönüşümlerin ortasında bir başına kalan “ortalama insan” kademeli olarak bir çıkış yolu aramaya başladı. Nitekim dünyada son 10-15 yılda mütemadiyen artış eğilimi gösteren psikolojik-psikiyatrik vakalar ve buna bağlı olarak yaygınlaşan ilaç tüketimi aslında tecrübe edilen devrimin yarattığı toplu endişeyi çok açıkça teşhir etmektedir. Nihilizm tam da bu çıkışsızlıkların getirdiği çaresizlik ve yalnızlık duygusunun bastırılmasına yaradı. Yıkmak, yıkmak ve yine yıkmak. Arındırmak, ıslah etmek yahut değiştirmek değil – yıkmak. Nihilistin nihaî amacı işte buydu. Dinî otorite, ulus ve aile fikirleri, ahlâkî değerler, adetler, gelenekler, üretim ilişkileri ve dahi bütün kültür şubeleri yıkılmalı ve paramparça edilmeliydi. Nihilist bakış açısı insan yaşamının, ilahi bir varlığın iradesinde, kader veya ahlak gibi daha geniş bir bağlamda anlam kazandığı görüşüne karşı çıktı. Hatta bazı yorumlara göre nihilist düşünce, herhangi bir şeye değer ya da anlam atfetme girişimlerini de küçümsedi. Hem Thomas Bernhard’ın beni değiştirmesi, üstüne de deprem gibi bir musibeti yaşayanlar üzerinden deneyimlemem beni bir miktar nihilist yaptı. Bunun konjonktürel bir durum olma ihtimali de yok değil. Nietzsche’nin “Tanrı’nın ölümü” tartışması ve dahi Dostoyevski’nin “Tanrı yoksa her şey mubahtır” (“Tüm kötülükler serbest olur” anlamında kullanılır) formülü o çağın Batı toplumlarına dair hem bir tespit hem de bir endişe kaynağını simgeliyordu. Nitekim Camus, 1955 yılında verdiği bir röportajda vaktiyle Dostoyevski’nin Ecinniler’de portresini çizdiği nihilizmin aslında o yıllarda “en cömert ideolojileri bile kuşattığını” ve bu tavrın “bize sandığımızdan çok daha yakın olan insanlar tarafından içselleştirildiğini” söyleyecekti. Kim bilir, belki de İslam Tevhid mottosunun her şeyi ret ile başlaması (La) nihilistik bir karşı duruşun getireceği, doğuracağı bir zemin hazırlıyordur. Not; deprem bölgesinde yaşamayan, televizyon ve sosyal medya aracılığı ile etkilenen bireylerin ‘unutmalı, normalleşmeliyiz’ yaklaşımlarını reddediyorum.