Loading...
Şüphesiz insanoğlu doğaya hükmedemiyor. Doğa üzerinde kurmaya çalıştığı iktidar hep insanın kendisini vuruyor. Bizzat yaşadığım ve hâlen her gece etkisini hissettiğim 17 Ağustos depremi; devletin, yöneticilerin, siyasilerin ihmalinin de bir neticesiydi.Ülkemizin en büyük sorunu olan fiziksel depremler kadar sosyal depremler de inanılmaz büyük yıkımlar yaratır. 6 Şubat Pazar gecesi milletçe yaşadığımız deprem, hemen ardından yaşanan sosyal depremi de ortaya çıkardı. Deprem için gönderilen yardım kolilerinden çıkan topuklu ayakkabıları ve abiye kıyafetlerini, muhabirlerin deprem felaketini anlattığı ve vatandaşın haykırdığı zamanlarda yayınların kesilmesini, devlet yöneticilerinin deprem bölgelerinden geçerken araç konvoyları ile PR yapmalarını, belediyelerin yardım tırlarının önündeki brandaların zorla çıkarılıp valilik brandalarının yapıştırılması çabasını, AFAD’a yardım etmek isteyen insanların Diyanet Vakıflarına yönlendirilmesini, yardım faaliyetlerinin bürokratik engellenmelerini, YİMER’de (İnsan Ticareti Mağdurları için Acil İletişim hattı) Rusça, Petruşça dil desteği verip Kürtçe dil desteği vermemesini, depremin sıcaklığı hala önümüzdeyken yeni çıkarılması planlanan imar affını, dünyanın öteki ucundaki Japonların Ankara’daki devlet yetkililerinden daha hızlı gelmesini, binaların kolonlarını kesip zincir market yapan şirketleri, yıkılan hastane-belediye-cami binalarını, AFAD kıyafetleri ile evlerde hırsızlık yapanları, marketleri yağmalayanları, bir simidin 14 liraya bir kase çorbanın 50 liraya satılmasını falan hiç konuşmayalım, orda öylece kalsınlar, öylece… Anadolu var olduğundan bu yana hep risk altındaydı. Peki, gerekli tedbir alındı mı? Asla. Felaket olduktan sonra, “Ölenlere rahmet, kalanlara baş sağlığı diliyoruz” gibi birkaç söz, sonrası unutulup gidecek her şey. Türkiye'nin esas felaketi de bu: sosyal deprem ve sorumsuzluk. Her şey olup bittikten sonra duygusal sözler, vatan millet edebiyatı… Yöneticiler her şeyi toplumun balık hafızasına terk ederek sorumluluğu üzerinden atıyor. Mesele yüksek standartlı bina yapmaya geldi mi, devlet dahil herkes sus pus. Bizler 17 Ağustos 1999 Depremi'nin şokundan kurtulamamışken, şimdi Kahramanmaraş depremini yaşadık. Eğer depremin bir dili olsaydı “Ey Türkiye, sen ne garip bir ülkesin? Ben doğal bir olayım ve sen benimle yaşamaya alışamadın. Deprem kaos yaratıyorsa bu senin yüzündendir. Zemin araştırması yapılmadan, gerekli mühendislik tedbirleri almadan bina yapılamaz. Bu, dünyanın doğasıyla dalga geçmektir” derdi. Şüphesiz insanoğlu doğaya hükmedemiyor. Doğa üzerinde kurmaya çalıştığı iktidar hep insanın kendisini vuruyor. Bizzat yaşadığım ve hâlen her gece etkisini hissettiğim 17 Ağustos depremi; devletin, yöneticilerin, siyasilerin ihmalinin de bir neticesiydi. Zira o yıllarda ihalelerin vatandaşa değil başkalarına yaradığını, insanlara 60 senelik çadırların verildiğini, prefabrik ihalelerini alanların çalgılı çengili kutlamalar yaptıklarını, toplanan yardım paralarının ise buhar olduğunu görmüştük. Bu ilk değil, zira örneklerini Soma'da ve diğer felaketlerde de gördük. Yaşadığımız her acı deneyim kalitemizi, ahlaksızlığımızı ve utancımızı bir kez daha kanıtlıyor. Görülen o ki depremde dahi siyaset yapmaya, insanlarla dalga geçmeye devam ediliyor. Deprem gibi bir acı bile, siyasetçilerin bu utanç verici alışkanlıklarından vazgeçmelerini engelleyemedi. Bizim ihtiyacımız olan şey ahlak, adalet ve bilim. İçinde yaşadığımız bu rantçı, rüşvetçi inşaat düzenine son veremediğimiz sürece aynı acıları yaşayacağız. Ölen insanlarımıza Allah’tan rahmet diliyorum ve bu tür acıların yeniden yaşanacağını da biliyorum. Uzaya falan çıkıp, batıyı kıskandırmak istemiyoruz. Biz sadece insan gibi yaşamak, uyduruk ve çirkin kentsel dönüşüm yapılaşmayla büyüyen şehirlerin evlatlarımıza mezar olmasını istemiyoruz, o kadar.