Devlet, liyakatsiz bürokratların koca koca olanaklara sahip olduğu devasa bir örgüt olmak zorunda değil; tam tersine covid salgını sırasında ve deprem sonrasında da gördüğümüz gibi ihtiyacı olanla olanağı olanı buluşturmak konusunda aracılık etmesi gereken bir örgüttür.
Loading...
Pazarcık-Elbistan Depremi, bir milat olacaktır; artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmaması için güçlü bir potansiyel oluşmuş durumdadır.
Kendiliğinden olmaz elbette; bunun için örgütlü mücadele şarttır.
Bugün sorulması gereken sorulardan biri, “
örgütlü mücadele ama nasıl” sorusudur?
Sorunun yanıtı için tarihe bakın derim. Çünkü tarih, yalnızca kara kaplı deftere not edilen olaylar yığını değildir; ihtiyaç hâlinde geleceğe ışık tutabilen bir el feneridir aynı zamanda.
Hangisini tercih edeceğimiz, nasıl yaşamak istediğimiz ile doğru orantılıdır. Olaylar yığını arasında da kaybolabiliriz; her bir olayı olgularla birlikte ele alıp geleceğe ışık tutan el fenerlerine de dönüştürebiliriz.
Bir toplum için hiçbir iktidarın açıklamaları referans olamaz; çünkü iktidarlar, doğası gereği, gerçeğin üstünü örterler. Yaptığının farkındadır her iktidar, o nedenle geniş halk yığınlarının gerçeğe ulaşmasını istemez; olaylar yığını arasında debelenip durmasını ister. O kadar ki gerçeğe ulaşan, olaylar ve olgular arasında bağ kurma ve dolayısıyla sorunun özüne inme çabasında olanları da şeytanlaştırıp halktan koparmak, izole etmek çabasına girer.
NASIL BİR MODELE İHTİYACIMIZ VAR?
Milat kabul etmek, yetmez; aslolan gereğini yapmaktır.
Bugünkü iktidarın alt yapısını inşa etmek için örgütlü güçlerin ve bilim yuvalarının üzerinden buldozer gibi geçen 12 Eylül’e bakalım örneğin. 12 Eylül de, pek çok açıdan milat kabul edilebilecek bir tarihti.
Birçoğunuz şiddetle itiraz edecek, “
yenilmedik, ayaktayız” diyecek; biliyorum ama 12 Eylül, toplumsal muhalefeti, önce fiziksel, ardından da ideolojik olarak yerle bir etti. Sonra da algılar ile yönetilen bir düzen inşa etti ve o algılar dünyasından çıka çıka bugünkü iktidar çıktı.
Öyledir; algılar dünyasında, algınızı siz yönetmez iseniz, önce algınızı, onun ile birlikte sizi de başkaları yönetir. Yaşadığınız gerçek, muktedirler tarafından yönetilen algı illüzyonuna yeniler; abartı sanmayın, siz bile yaşadıklarınızın gerçek olmadığına inanacak hâle gelirsiniz.
Muktedir algılarını ters yüz edip, gerçeğin yalnızca gerçeğin egemen olması için ne yapmamız gerekiyor?
Soru, yanıttan önemlidir derler; o nedenle soralım, “
nasıl bir yönetim modeli istiyoruz?”
İki model var, kabaca…
Birisi, her şeyi bilenlerin, bizim adımıza yönettiği bir model; bu modelde, muktedirler, her tülü iletişim mecrasını da kullanarak, kendilerinin istediği bilgileri bize ulaştırırlar. Onlar gerçeğin sadece bir kısmının bize ulaşmasına izin verirken, biz, “
Allah başımızdan eksik etmesin” diye dua ederiz onlara.
Bu modelin en belirgin tarafı, cafcaflı
“hizmet yarışı” adı altında verilmek istenen “
ben daha iyisini yaparım” mesajıdır.
Ben ise ikinci yönetsel modelden yanayım; yani yöneten konumundakilerin attığı her adımda, gerçekleştirdiği her eylemde kitlelerin olurunu alan bir modelin egemen olmasını tercih ederim.
Esasen, bu modelin, evimizde, işyerimizde, sokağımızda, derneğimizde, sendikamızda, partimizde ve insanın bulunduğu her yerde uygulanabilir olması gerekmez mi?
“
İstemek, başarmanın yarısıdır” derler.
Seçimlerde “nispi temsil sistemi” benimsensin ve herkes nasıl bir süreç yönetimi gerçekleştireceğini anlatıp, aldığı oy oranında yönetim süreçlerinde söz sahibi olsun. Ve hepsinden önemlisi, “halkın geri çağırma hakkı” olsun.
GERİ ÇAĞIRMA HAKKINA NE DERSİNİZ?
Başarmak için ne yapmalı?
Katılımcı bir yönetim modeli oluşturalım; herkes yönetsel süreçlere katılsın. Yönetim olarak adlandırılan kurul, bir çeşit moderasyon görevi görsün. Seçimlerde “
nispi temsil sistemi” benimsensin ve herkes nasıl bir süreç yönetimi gerçekleştireceğini anlatıp, aldığı oy oranında yönetim süreçlerinde söz sahibi olsun. Ve hepsinden önemlisi, “
halkın geri çağırma hakkı” olsun.
Olabilir mi?
Neden olmasın?
Necmettin Erbakan, bir zamanlar, “
garson devlet” tanımı yapmış, o tanım, yoksullardan çok ilgi görmüştü.
Uzatmak istemem ama belirtmek isterim ki Erbakan ile aramızdaki fark, temel bir farklılık; gene de onun ile onun geleneğinden geldiklerini ve “
millî görüş gömleğini çıkardıklarını” söyleyenler arasına kalın bir çizgi çekmeyi de bir sorumluluk olarak görüyorum.
“
Millî görüş gömleğinden sıyrılanlar”, inşaat ihtiyacı doğdukça ellerini ovuşturan bir siyasal topluluğa dönüşmüş durumdalar; dolayısıyla insan nedir, nasıl yaşatılır, pek de önemsemediklerini biliyoruz.
O nedenle onlar için “
depremle geldiler, depremle gidecekler” deniyor.
Gene de belirtmek isterim ki Erbakan’ın tahayyülünde de halk edilgen tutulacak, “
garson devlet” etken olacaktı.
O tahayyül için “
daha iyisini biz yaparız” tanımlaması yapabiliriz; bizim geleneğimiz ise “
birlikte başarabiliriz” şeklinde özetlenebilir. Bu nedenle “
söz, yetki, karar, iktidar halka” diyoruz.
DEVLETİ YENİDEN TANIMLAMAK MÜMKÜN MÜ?
Slogan güzel; mitinglerde atılabilir, makalelerin arasına renk katabilir. Bununla birlikte aslolan, buna uygun yönetsel süreçler geliştirmektir.
Uygulanabilir mi?
Denebilir ki kitle “
henüz hazır değil”.
Oysa biliyoruz ki “
kitle”, eninde sonunda bir tercihte bulunacak.
Bir tercihle karşı karşıya kaldıklarında niçin diğerlerini değil de bizi tercih edeceklerine ilişkin ayırt edici bir fark olmalı değil mi?
İşte o fark, katılımcı yönetsel modellerdedir.
Katılımcı model, herkesin sürece dâhil olduğu; atılan her adımın hesabının verildiği, şeffaf ve demokratik bir modeldir ve kimse diğerine oranla “
fevkalade müsaadeye mazhar” değildir.
İşte bu nedenle Pazarcık-Elbistan Depremi, bir milat olma potansiyeline sahiptir.
Devlet, liyakatsiz bürokratların koca koca olanaklara sahip olduğu devasa bir örgüt olmak zorunda değil; tam tersine covid salgını sırasında ve deprem sonrasında da gördüğümüz gibi ihtiyacı olanla olanağı olanı buluşturmak konusunda aracılık etmesi gereken bir örgüttür.
Bir adım daha atabilir; ihtiyacı olanın ihtiyacı kadarını aldığı ve gerisini kamunun inisiyatifine bırakmayı ilkesel olarak kabul eden bir sistemi pekâlâ kurabiliriz.
Örnekleri var mı?
Alışkın olduğumuz kavramların kadrajından bakmayı bir yana bırakıp, daha yakından bakınca o modelin çok küçük bir örneğinin, Ankara’da sergilendiğini göreceğiz.
Üstelik bütün teorik izahların ötesinde, Mansur Yavaş’ta somutlaşan bu çabanın halktan çok büyük teveccüh gördüğünü de biliyoruz.
O halde “
birlikte yönetmek” fikrini daha da geliştirip, toplum çoğunluğunun bilincinde açığa çıkartmak, mümkün ve de gereklidir.