Deniz Göktaş, adeta o yazıda sorduğum soruya cevap arar bir şekilde bir buçuk saatlik gösterisinde Ermeni Soykırımı’na yer veriyor. Mesela adını Hrant Dink cinayetinde öğrendiğimiz Ramazan Akyürek’i de mizahına malzeme yapıyor. Politikyol’da pazarları yazdığım faşizm serisinin son yazısında “mizahın sınırı var mıdır?” diye sorup kesin bir cevap verememiştim. Şöyle soruyordum yazıda: “Mesela, acılarla dalga geçilebilir mi? Mavra yapabilir misiniz onlarca insanı öldüren bir seri katil üstünden? Ya da işkencecinin yaptığı işleri mizahla anlatabilir misiniz? Bunlara da hayır diyerek kestirip atamıyorum çünkü sanat böyle bir muhafazakârlığı kaldırmaz, taşımaz, biri gelir, öyle bir şey yapar ki olur ve siz alelade bir gericiye dönüşürsünüz.” Son dönemin en popüler stand-up’çılarından Deniz Göktaş’ın DasDas’taki son oyununa giderken aklımda “ofansif mizah” denen ve benim hiç sevmediğim tarza dair pek çok soru işareti vardı. Fakat düşündüklerimin ve beklentilerimin çok ötesinde bir performansla karşılaştığımı söylemeliyim. Deniz Göktaş, adeta o yazıda sorduğum soruya cevap arar bir şekilde bir buçuk saatlik gösterisinde Ermeni Soykırımı’na da yer veriyor. Sadece ona mı? Hayır, mesela adını Hrant Dink cinayetinde öğrendiğimiz Ramazan Akyürek’i de mizahına malzeme yapıyor. Hemen herkes nasibini alıyor. “Ofansif mizah” adı altında kendinizi bir anda “nefret suçları” işlerken bulabilirsiniz. Bir de şu var, Deniz Göktaş oyunun başında diyor ki, hiçbir kutsal yok, her şeyle, ailemle, tanıdığım herkesle, her türlü fiziksel özelliğimle, hastalıkla, her şeyle ilgili mizah yapabilirsiniz. Bunu diyerek, en başta bir denklik kurmaya çalışıyor. Ben bu şakaları hudutsuzca yapıyorum ama sen de bana istediğini söyleyebilirsin. Açıkçası ben bu kadar pervasız mizah taraftarı değilim ama “neyin” yapıldığından daha önemlisi “nasıl” yapıldığı. Belki şöyle bir formülasyon yapabiliriz: Soyut olarak her şeyin dalgasını geçebilirsiniz ama iş somuta indirgendiğinde bazı görünmez sınırlar oluşur. O sınırları esnetmek de mizahçının maharetiyle doğru orantılı. Deniz Göktaş, karşısındaki kitleye Hrant Dink cinayetinin kilit isimlerinden birini ısrarla hatırlatırken şak diye Ermeni Soykırımına geçiyor ve -mealen- şöyle soruyor: “Soykırım olmadı diyenlerin iki argümanı var: Ya ‘savaş zamanıydı’ diyorlar ya da ‘istesek 600 binde bırakmaz tamamını keserdik.’ Oysa bu iki kutup aynı yerde buluşuyor.” Burada son derece ayrıksı duran bu cümle, Deniz Göktaş’ın oyununda metne öyle iyi yedirilmiş ki karşısındaki izleyiciler kahkahalar atıyor.
Belki şöyle bir formülasyon yapabiliriz: Soyut olarak her şeyin dalgasını geçebilirsiniz ama iş somuta indirgendiğinde bazı görünmez sınırlar oluşur. O sınırları esnetmek de mizahçının maharetiyle doğru orantılı.
Ama tabii bu kahkahalar “soykırımla alay ediyor” gibi bir yüzeyselliğe asla düşmüyor; bilakis, inkârcılığın mükemmel bir eleştirisi olarak bence zirveye oynuyor. Ayrıca, inkârcılık ile böylesine güzel şekilde alay ederken karşısındaki kitlenin neredeyse tamamının inkârcı olduğunu ya da en iyi ihtimalle Ermeni Kıyımına hiç kafa yormadığını da biliyor. Yani, bizzat inkârcıyı karşısına alıp yaptığının ne kadar absürt olduğunu gösteriyor. Geldik işin en çetrefil kısmına… Bu oyuna giden insanların yüzde doksanının 1915’te yaşananları bırakım “soykırım” olarak adlandırmayı “mukatele”den başka bir şekilde tahayyül dahi etmediklerine eminim. Ama bu oyun esnasında yaptıklarıyla yüzleşiyorlar, savundukları tezin ne kadar kof olduğu bir mizah gösterisinde karşılarına çıkıyor, orada kendilerini görüyorlar… Sonrası meçhul. Muhtemelen herkes bildiğini okumaya devam edecek; inkârcı inkârcılığını yapacak. Derken bir gün bu mesele bir ortamda açıldığında benzer bir savunmayı yapmak için ağzını açtığında aklına bu oyun gelecek… mi? Emin değilim, ama hiç olmazsa birilerinin aklına mutlaka geleceğini düşünüyorum. Spastik şakası gibi hiç beğenmediğim yerler de vardı ama genel olarak Deniz Göktaş’ın oyununu beğendiğimi söyleyebilirim. Evet, Deniz Göktaş’a ayıracak vaktim var.