Demokratik bir Türkiye için Cumhuriyetin kazanımları nasıl ileri taşınır?

Abone Ol
[1] Bugün geldiğimiz noktada artık AKP otoriterliğini öngöremeyen ve onunla mücadele edemeyen post-Kemalizm aşıldıktan sonra bu paradigmanın yerine neyin geleceğini tartışmamız gerekiyor. 20 senelik AKP iktidarı sırasında unutturulmaya çalışılan Mustafa Kemal, özellikle genç kuşaklar nezdinde sivil, düzen karşıtı ve muhalif bir damarın sembolüne dönüştü. İslamcı bir idarenin yarattığı büyük sorunlar karşısında muhafazakar kitlelerin bile laikliğin önemini kavramaya başladığı gözlemleniyor. Fakat bu dinamikler henüz Mustafa Kemal'i övmenin ötesine geçen alternatif bir siyasi program ve ülke vizyonuna evrilmedi. Erdoğan rejiminin yarattığı enkazı tek bir grubun kaldırması mümkün değil. Karşılaştığımız büyük sorunlar ancak geniş bir toplumsal uzlaşı ile çözülebilir. İşte bu uzlaşıyı sağlamada Cumhuriyetin kurucu değerleri ve liderleriyle barışık kesimlere büyük sorumluluk düşüyor. Post-Kemalist yazarlar tek parti döneminden çekip çıkarttıkları örneklerle Kemalistleri özcü şekilde otoriterlikle suçlamaya ve onları susturmaya çalıştılar.  Halbuki demokratik prensipler ışığında yeniden yorumlanan Kemalist değerler demokratik bir Türkiye’nin kurulmasında önemli rol oynayabilir. Bunun için Cumhuriyet değerlerine bağlı kesimlerin savunmacı pozisyondan çıkmaya ve farklı kesimlere ulaşabilmek için değişmeye ihtiyaçları var. Bugünkü yazımda Cumhuriyet kazanımlarına bağlı ve Kemalist geleneğe saygılı kesimlerin AKP iktidarı sonrası demokrasiye geçiş sürecine hangi ilkeler üzerinden katkı sunabileceklerini tartışacağım. Kemalist ilkelerin güncel koşullar ışığında yorumlanmasını içerdiği için bu görüşlerim “neo-Kemalizm” veya “neo-Cumhuriyetçilik” olarak görülebilir.  Fakat aslında bu yazıyla, farklı siyasi kökenlerden gelen ve belki kendilerini Kemalist olarak görmeyen ama Cumhuriyetin kazanımlarının bilincinde olan grupları siyasetin merkezinde buluşturabilecek temel ve birleştirici ilkelerin ne olduğunu tartışmayı amaçlıyorum.  AKP sonrası Türkiye'nin en önemli kamusal tartışmalarından biri olacağını düşündüğüm bu konuya umarım daha fazla insan, farklı yaklaşımlar ve görüşlerle katkı sunar.[2] SEKÜLER VE VATANDAŞLIK İLKESİNE DAYALI MİLLİYETÇİLİK İslamcı AKP iktidarının zayıflamasıyla birlikte Türkiye’de milliyetçi fikirler yükselişe geçti. Dolayısıyla, Neo-Kemalist programın çıkış noktası seküler ve vatandaşlık ilkesine dayalı bir milliyetçilik olmalı. Çöken bir imparatorluğun üzerinde yeni bir ulus devlet inşa edebilmek için Kemalist kadrolar asimilasyona dayalı, kültürel ve etnik öğelerin iç içe geçtiği bir milliyetçi program benimsemişlerdi. O dönem koşulları içinde bir ulusal kimlik yaratmak ve onu topluma benimsetmek için bu yöntemler belki de kaçınılmazdı. Ama günümüzde böyle bir programa ne ihtiyaç var, ne de bunun demokratikleşmeye faydası olabilir. Gelinen noktada Türk milliyetçiliği en ücra köye kadar ulaştı ve yorumlanma şekli toplumda azınlıklara karşı hoşgörüsüzlüğün ve ayrımcılığın önünü açıyor. Artık milliyetçiliği yayma misyonu tamamlandı. Şimdiki meselemiz, milliyetçiliği herkesi kucaklayan, toplumsal barışa zarar vermeyen ve iç siyaset ile dış politikada saldırgan politikaların malzemesi haline gelmeyen bir hale sokmak olmalı. Artık, Balkan Savaşlarının travması veya doğduğumuz toprakların ülke sınırları dışında kalmasının hüznü ile yaşamıyoruz. Cumhuriyet 100 sene boyunca sınırlarını korumayı ve toplumun büyük bir bölümünü vatandaş olarak rejime entegre etmeyi başardı. Cumhuriyetin ikinci yüzyılına girerken, Kemalistlerin toplumdaki etnik ve dini azınlıkları da kapsayan ve eşit yurttaşlık ilkesine dayalı modern bir milliyetçilik önermeleri gerekiyor. Bu milliyetçiliğin küresel dünyada eşitler arasında ve kendi içinde farklı kimlikler barındıran bir ulusa dayalı olduğunun bilincine varmalıyız.[3] Her vatandaşın kendi ana dilini rahatça öğrenebildiği, gayri-Müslimlerin ve diğer dini azınlıkların rahatça kamu sektöründe çalışabildiği, hiçbir grubu dışlamayan bir siyasi rejim daha güçlü aidiyet duygusu yaratacaktır. Eğer milliyetçilikten bu topraklarda yaşayanlarla dayanışma halinde olmayı anlıyorsak, bunun için yurttaşlığa dayalı yeni bir toplumsal sözleşmeye ihtiyacımız var. YENİDEN LAİKLİK Laiklik politikası erken Cumhuriyet dönemi için sahip olduğu önemi yüzyıl sonra hala koruyor. AKP'nin İslamcı politikalar aracılığıyla toplumu baskı altına aldığı, bürokrasiyi tarikatların kontrol ettiği ve o tarikatlardan birinin ordu içindeki faaliyetlerinin darbe teşebbüsüne kadar gittiği bir ülkede laikliğin öneminin toplumun daha geniş kesimleri tarafından anlaşılmaya başlandığını görüyorum. Dolayısıyla, kararlılıkla laiklik politikasını savunmak gerekiyor. Fakat laiklik savunusu önceki dönemlerde olduğu gibi dini semboller düşmanlığı, özellikle de türban/başörtüsü karşıtı bir pozisyona dönüşmemeli. Yeni kuşak Kemalistler dini geriletmeye çalışmak yerine, dindar olmayan hatta din-dışı grupların, fikirlerin ve hayat tarzlarının güvence altına alınmasına, her görüş ve inanıştan insanın huzurla ve barış içinde yaşamasına imkan sağlayacak bir siyasi yapı kurmak için uğraşmalı. Yeniden inşa etmemiz gereken laik devlet dini inançları ne olursa olsun tüm vatandaşlara hizmet verme, onları siyasete ve kamusal hayata katmaya çalışmalı. Fakat aynı zamanda hiç kimsenin dini grupların/tarikatların baskısı altına girmesine ve günlük hayatının kısıtlanmasına da izin vermemeli. BAĞIMSIZ, BARIŞÇI VE ULUSLARARASI SİSTEMDEN KOPMAMIŞ BİR DIŞ POLİTİKA Demokratik bir Türkiye'nin inşa edilmesinde dış politika önemli bir rol oynayacaktır. Neo-Kemalistlerin AKP'nin 10 senelik yayılmacı, mezhepçi ve revizyonist dış politikasından sonra tekrardan geleneksel Türk dış politikasının barışçı, seküler ve başka ülkelerin iç işlerine karışmama ilkelerini kamuoyuna hatırlatmaları gerekiyor. İsmet Paşa'nın 2. Dünya Savaşı ertesinde aldığı doğru karardan beri Türkiye'nin yeri demokratik rejimler arasındadır ve bu durum devam etmelidir. Son 30 senede hem küreselleşmenin ulus-devletler üzerinde yarattığı baskıya yönelik tepki, hem de Batı ülkelerinin AKP'ye ve Kürt siyasi hareketine verdiği destek nedeniyle birçok Kemalist Batı ve Avrupa Birliği karşıtı bir çizgiye savruldu. Bu savrulmayı destekleyecek şekilde, özellikle Çin tarafından finanse edilen bazı siyasi gruplar ve medya kuruluşları Kemalist çevreler nezdinde Çin ve Rusya gibi otoriter rejimlerin propagandasını yapan ve bunların çıkarlarını savunan yayınlar yapıyorlar. Ne yazık ki, bu dönemde birçok Kemalist anti-emperyalizm başlığı altında adeta yabancı düşmanlığı yapmaya yöneltildi. Tabii ki, ulus-devletin sınırlarını ve kurumlarını korumak önemli ama 21. yüzyıl siyasetinde hiçbir ülke tek başına kendine yeter durumda değil. Toplumuna refah ve barış getiren bir dış politikanın Batı düşmanı bir çizgiden ziyade, demokratik ülkelerle karşılıklı kazanca dayalı kurulan yakın ilişki ve ittifaklar içinde ulusal çıkarları korumaktan geçtiğini görmeliyiz. Ekonomik kalkınma, hukuk devletini tesis etme, demokratikleşme ve insan haklarını koruma açısından AB hala Türkiye için önemli bir muhataptır. Ne yazık ki AB, uzun yıllardır sınırlarına olan göçmen akışını azaltabilmek için Erdoğan yönetimiyle kirli bir anlaşma yapmayı ve onun otoriter hamlelerini eleştirmemeyi tercih ediyor. Ayrıca Yunanistan'ın üyesi olması dolayısıyla, Kıbrıs'tan Ege kıta sahanlığına kadar birçok konuda Türkiye'nin karşısında konumlanmış durumda. Bu nedenle, aynı 1920'lerde olduğu gibi, neo-Kemalistler ilk etapta ülkelerini Batı dünyasının özgür ve eşit bir üyesi yapmak ve demokratik rejimi kurmak için Batı ile mücadele etmek durumunda kalabilir. Çünkü Türkiye’nin seküler orta sınıflarıyla AB üyesi ülkelerin kısa dönemde çıkarları birbirinden ayrışmaya başladı. Ama AB ile sıkı müzakere yürütme ve çifte standarda dayalı politikalarını eleştirme, onun temsil ettiği insan haklarına dayalı politik değerlerle kavga etmeyi ve bu hedeften caymayı beraberinde getirmemeli. AB ve ABD yerine Rusya veya Çin gibi ülkelerle aynı safta yer almak Türkiye'nin ulusal güvenliğini tehlikeye atacağı gibi, iç siyasette de Erdoğan gibi otoriter liderlerin elini güçlendirecek. ÖZGÜRLÜKÇÜ, SEKÜLER VE YAYGIN EĞİTİM Neo-Kemalist hareketin bu ülkeye yapabileceği katkılarından başında seküler ve özgürlükçü kamu eğitim politikası gelecektir. AKP iktidarının ülkede laik kamu eğitimine verdiği zararın etkisini en az iki kuşak boyunca yaşamaya devam edeceğiz. Günümüz Türkiye'sinde aileler çocuklarına laik eğitim verebilmek için onları ya çok pahalı özel okullara göndermek ya da sayısı sınırlı Anadolu liselerine sokmak için didinmek durumunda. Demokratik rejimin olmazsa olmazı ücretsiz laik eğitim modelinin acilen yürürlüğe konması gerekiyor. Kemalist geleneğe dayanan bir hareket doğası gereği modern, Aydınlanmacı felsefeden ilham alan, karma ve herkesin erişimine açık eğitimi savunacaktır. Ne yazık ki, bu ilkeleri hayata geçirmek için elimizde gerçekçi bir program yok. AKP döneminde içi boşaltılan liyakate dayalı sınav sistemini yeniden tesis etmek, Anadolu liseleri ve devlet üniversitelerini tekrar güçlendirmek ancak birer ilk adım olabilir. Bunun devamında bölge halkının isteği olmadan İmam Hatip liselerine dönüştürülen okulların eski statülerine kavuşturulmaları ve meslek eğitimine tekrar önem verilmesi gelmeli. Eğitim müfredatının okulların her seviyesinde temelden değiştirilmesi lazım. Fakat, yeni müfredatın belirlenmesinde devletçi çözümler beklemek yerine alanında tanınan eğitimcilerin katıldığı komisyonları yetkilendirmek daha doğru olacaktır. Belki de hepsinden daha önemli bir hedef bedelsiz ve yaygın anaokulları açmak olacak. Yaygın kreş eğitimini 21. yüzyılın Köy Enstitüleri olarak görmeliyiz. Çünkü bu sayede hem çocuklar erken okula gitmeye başlayacak, hem de annelerin sosyal ve iş hayatına katılmaları daha kolaylaşacak. CİNSEL KİMLİK VE TOPLUMSAL CİNSİYET ALANLARINDA ÇOĞULCULUK Tek parti döneminde yapılan hukuki ve siyasi reformlar sayesinde son derece geleneksel toplum yapısı içinde büyük bir dönüşüm başladı ve kadın-erkek eşitliği ilkesi öne çıktı. Uygulamada yetersiz kalınmasına rağmen, Medeni Kanun ve sonrasında atılan adımlar Müslüman dünya için adeta bir devrim niteliğine haizdi. Fakat Neo-Kemalistler artık neredeyse yüzyıl önce gerçekleşen bu başarılarla övünmekle yetinemez. Zira, arkamızda 20 seneye yaklaşan AKP iktidarı altında kadınların toplum içindeki statüleri sistematik olarak geriletildi ve farklı yaşam tarzlarına yönelik devlet ve “mahalle baskısı” yürütüldü. Yeni dönemde sadece kağıt üzerindeki bir kadın-erkek eşitliğiyle yetinmeyip, kadınların çalışma hayatına ve sivil topluma daha yoğun katılmalarına olanak sağlayan ve kadına yönelik fiziksel ve psikolojik baskı ve şiddetle mücadele eden bir programa ihtiyacımız var. İstanbul Sözleşmesi’ne tekrar katılma, çocuk ve yaşlı bakımında devleti daha faal hale getirme, kadın sığınma evleri açma politikaları ivedilikle gündeme gelmeli. 1920'li yıllar için Medeni Kanun ne ise, günümüzde LGBTi haklarını savunmak da odur. Neo-Kemalistler cinsel kimlik ve toplumsal cinsiyet alanlarında çoğulculuğu kabul eden ve kamusal alanda rahatça kendine yer bulmasını destekleyen bir pozisyon benimsenmeli. Kemalistler şu ana kadar var olan yapıyı korumaya, eski fikirlerinin meşruluğunu ve doğruluğunu savunmaya odaklandılar. 20 senelik AKP iktidarının ardından bu tavrın yetersiz kalacağını düşünüyorum. Post-Kemalistlerin tek parti dönemini anakronik bir bakış açısıyla eleştirmesi ve güncel sorunların kaynağını bile orada görmesi nasıl yanlışsa, birçok Kemalistin de erken Cumhuriyet dönemi devrimlerini yeterli bulmaları da bir o kadar hatalıydı.[4] Artık Erdoğan rejiminin yarattığı enkazı nasıl kaldıracağımızı düşünmenin ve buna hazırlanmanın zamanı geldi. Bu yazının devamında haftaya bu programın sivil toplum ve ekonomik sahada izdüşümlerini ve devletle siyasi partilere yönelik bakışının ne olabileceğini tartışacağım. ---- [1] Serimin ilk yazısına şu linkten ulaşılabilir: https://www.politikyol.com/post-kemalizmin-caresizligi/ [2] Kemalizmi yeniden yorumlamaya çalışan ve güncel sorunları tartışmaya gayret eden Hararet gibi oluşumları çok önemsiyorum. [3] Bu hatırlatma için Ali Açıkgöz’e teşekkür ederim. [4] Bu önerme için Saltuk Buğra Yurteri’ye teşekkür ederim.