"İktidar kötü ama muhalefet de kötü, bir araya gelemiyorlar, ne yapacaklarını anlatmıyorlar” vb. eleştiriler eskimiştir. Yapılması gereken muhalefetin olumlu çabalarını ve kat etmeyi başardığı uzun yolu görmek ve yapıcı yönde devam etmesi için yardımcı olmaktır.
2010 referandumunda Hayır’ı savundum. YAE’i savunanları da uyardım. Ancak herhangi bir referandumda Evet / Hayır demek demokratik bir haktır, bu konuda kimse suçlanamaz, ayıplanamaz. Demokrasilerde hata yapma hakkı da vardır. Aksi takdirde siyasal bölünmeler kan davasına döner.
Geçen hafta CHP lideri Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nun bence çok önemli bir
söyleşisi yayınlandı.
Kılıçdaroğlu bu söyleşide, otoriter ve keyfi yönetim karşısında saf tutan ve adı konulmasa da bir
demokrasi ittifakı oluşturmakta olan muhalefet partilerinin çalışmalarını ve planlarını anlatıyor. Zaten geçen hafta altı partinin bu konudaki üçüncü ortak
toplantısı kamuoyuna açıklanmıştı. Güçlendirilmiş ve iyileştirilmiş parlamenter sisteme geçişin ayrıntılarında uzlaşmak ve bir yol planı oluşturmak için yaptıkları çalışmalar anlatılmıştı.
Ancak söyleşisinde Sayın Kılıçdaroğlu bundan başka konulardan da bahsediyor. Seçimlere ve olası bir iktidar değişikliğine giden yolun hiç de kolay olmayabileceğinin ayırdında olduğunu gösteriyor. İktidarın siyasal gerilimden medet umma ihtimalini, Haziran ve Kasım (tekrarlanmış) 2015 seçimleri arasına benzer olaylardan, siyasi cinayetlerden kaygı duyduğunu anlatıyor.
En önemlisi de bu durumdan (belli bir partinin, kişinin değil) ülkenin, tüm insanlarımızın daha fazla zarar görmemesi, demokrasi ve hukuka selametle varabilmemiz için önemli uyarılarda bulunuyor.
Siyasal gerilim kaygıları ciddiye alınmalı ama korkmak değil bilinçli olmak için.
Türkiye’nin tarihi (6 Ekim Bahriye Üçok cinayetinin otuz birinci yılıydı) ve 2011’den beri yaşadıklarımız (daha iki gün önce 10 Ekim katliamının altıncı yıl dönümüydü) bu olasılıkları ciddiye almak gerektiğini söylüyor.
Ama korkmak, umutsuz olmak için değil. Tam tersine umutlu olmak, geçmişten ders almak için. Kutuplaşma ve otoriterleşme karşıtı ve demokrasiyi inşa etmek amaçlı sakin, uzlaşmacı, programlı ve kararlı bir siyasetin arkasında birleşmek için.
Benzer tartışmalar iktidar kanadında da yürüyor ve belli ki bazen de körükleniyor.
(Dikkate alınması ve bertaraf edilmesi gereken, bazı kesimlerdeki hayat tarzına dair samimi endişeler dışındaki) bazı tartışmalar,
gündem değiştirme çabalarının da olduğunu işaret ediyor.
İKTİDAR MEDYASINDAKİ TARTIŞMALAR
Örneğin ülkemizdeki son yirmi yıllık otoriterleşmede (başka rolleri varsa bilemem) medya silahşoru olarak önemli rol oynamış olan “ünlü” bir çift, Nagehan Alçı ve Rasim Ozan Kütahyalı: tam da bu konuyu “sevgili eşimle anlaştığımız ve anlaşamadığımız konular” formatında, özel bir
televizyon programında uzun uzadıya ve neşe içinde tartışmış.
İlginç, absürt ve bilgilendirici bir program.
Özü itibarıyla programda tartışılan ana soru şöyle özetlenebilir: “iktidardaki bizimkilerin tahakkümü ve bizlerin saadeti daim mi olur, yoksa ülkemiz demokrasi ve adalete geçerken çok kan mı dökülür?”
……
İşte bu konudaki bir tartışmayı, program sunucusu Buket Aydın nasıl olmuş da dehşet, ciddiyet, tepki ve endişe içinde değil de şen şakrak, “ne kadar romantik, evlilikte olur böyle şeyler” üslubuyla, sanki bir magazin programı yönetiyormuş gibi “modere edebilmiş”? Böyle bir soru da akla gelebilir tabii.. Bu konuda siyasal psikoloji ve otoriterleşme bağlamında sayfalarca yorum yapılabilir.
Ama şimdilik okuyucuyu sadece “ülkemiz eğitimsiz cahiller nedeniyle mi bu noktaya geldi?” konusundaki geçen haftaki
yazıma yönlendirmek isterim.
Peki tüm bu gelişmeler, tartışmalar ve Kılıçdaroğlu söyleşisi toplumsal muhalefet ve sivil toplum için neler söylüyor? Bence şunları:
- “İktidar kötü ama muhalefet de kötü, bir araya gelmiyorlar, ne yapacaklarını anlatmıyorlar” ve benzeri eleştiriler artık tamamen eskimiştir. Yapılması gereken muhalefetin olumlu çabalarını ve tüm zorluklara rağmen kat etmeyi başardığı uzun yolu alenen ve güçlü bir şekilde desteklemek, teşvik etmek ve yapıcı yönde devam etmesi için yardımcı olmaktır.
- “Kaybedeceği çok şey olan iktidar kaybedeceği bir seçime girmez, naif muhalefet seçim, meclis diyerek otoriter rejimi meşrulaştırıyor” eleştirilerinin de zemini yoktur. Muhalefet partileri de herkes gibi her şeyin farkında. Ülkeyi barış içinde ve herkesin kaybedeceği yıkıcı zeminlerde değil meşru zeminlerde demokrasiye geri döndürmeye çalışıyor. Bu konuda eksiklikleri varsa onlar eleştirilmeli ve tamamlanmalı.
- “İyi de seçimlere kadar yapılan/yapılabilecek olan hukuksuzlukları/haksızlıkları kim durduracak?” eleştirileri ise kısmen haklı ve eksik. Muhalefetin naif veya sadece seçim odaklı olduğunu düşünmüyorum. Ama sivil toplumdan farklı olarak siyasal partiler çok farklı, birçoğu bu haksızlıklardan çok da haberdar olmayan veya farklı öncelikleri nedeniyle önemsemeyen kesimlerle de beraber çalışmak ve oy almak zorunda.
Ama elbette yapılabilecekler ve yapılması gerekenler var.
Muhalefet partileri nasıl iyileştirilmiş/güçlendirilmiş demokratik parlamenter sistem uzlaşmasında ortak resim vermeye başladılarsa.. Beraber duruyorlarsa.. Hukuksuzluklara, anayasa karşıtı provokatif hamlelere ve insan hakları ihlallerine karşı da beraber resim vermeliler ve ortak karşı çıkmalılar. Ortak toplantı ve açıklamalarla kararlı ve kolektif bir duruş sergilemeliler. Ülkenin sahipsiz olmadığını ve ülkeyi beraber yönetebileceklerini eylemleriyle göstermeliler.
Bu, demokrasi taleplerinin de doğal bir sonucu. Ve bunu istemek son derece meşru ve yapıcı bir talep.
- Sivil toplum muhalefet partilerini bir araya gelememekle eleştirirken kendi bölünmüşlüğünün de farkına varmalı ve demokrasi ve adalet zemininde bir araya gelebilmeli. Üstelik toplumsal muhalefet içindeki bazı ayrımlar ideolojik ve programatik de değil. İlkesellik kılıfı içinde çoğu kez son derece kişisel ve gem vurulamayan egolardan kaynaklı. Siyasal partiler de sivil toplum da bunları demokrasi ve herkes için adalet ve hukuk ortak zemininde aşmalı.
- Bu bağlamda son dönemde yeniden hortlayan “Yetmez Ama Evet” (YAE) tartışmaları da egolara gem vurarak ve doğru kanalda yapılmalı.
12 Eylül 2010 referandumunda Hayır’ı savundum. Evet’i ve YAE’i savunanları da elimden geldiğince uyardım. Ama o gün olduğu gibi bugün de,
eğer demokrasi istiyorsak, neyi eleştirdiğimizin net olması gerektiğini düşünüyorum.
YAE pozisyonunu eleştirenler neyin yanlış olduğu konusunda net olmalı.
Herhangi bir referandumda Evet veya Hayır demek demokratik bir haktır, bu konuda kimse suçlanamaz, ayıplanamaz.
Demokrasilerde hata yapmak hakkı da vardır. Aksi takdirde siyasal bölünmeler kan davasına döner.
Ancak.. Demokrasilerde her görüşü savunabilirsiniz ama her türlü söylemle ve üslupla savunamazsınız. Bu konularda kişiler kendini kontrol etmek zorundadır, yoksa demokrasi ve herkes kaybeder.
Ayrıca herkesin özellikle de kendi destekledikleri güçlerin yaptığı hukuksuzluklara karşı çıkmak sorumluluğu vardır.
YAE pozisyonunun yanlışı ve antidemokratik yanı kullandığı toptancı, ötekileştirici ve kendinden aşırı emin
söylemlerdi; Cumhuriyete yönelik
toptancı, insafsız ve bağlamdan kopuk (post-Kemalizm’den beslenen) eleştirileri; ve o dönemde “darbeci” olarak gördüğü ve bertaraf olması gerektiğini düşündüğü insanlara iktidarın (o dönemde Gülen cemaatiyle beraber) yaptığı hukuksuzluklara ve haksızlıklara
göz yummasıydı. Bazı aktörlerin de bunlara alet olması/desteklemesi idi.
Bu iki yanlış, daha sonraki AKP otoriterleşmesine büyük alan açtı. Bunun, YAE’ciler yüzde 58’in yüzde kaçıydı sorusuyla hiç ilgisi yok. O zamanlar YAE taraftarları medyada, kamusal alanda, Türkiye’nin dış dünyaya anlatımında çok ağırlık sahibiydi.
Yani demokrasilerde ne savunduğunuz kadar nasıl savunduğunuz önemlidir.
Ama tüm bunlardan şu sonuç ta çıkıyor:
Eğer YAE pozisyonunun yanlışı verdiği oy değil söylemi ve üslubu idiyse.. Bugün YAE’i aynı söylem, üslup ve tavırlarla eleştirenler de aynı oranda yanlıştır.
Bugün de demokrasi farklı siyasal pozisyonlardan ama benzer ego-merkezli ve ötekileştirici söylem ve siyasetlerle savunulamaz. Bugün YAE’cileri eleştiren bazı yorumcular da özünde benzer söylemler kullanıyor ve 2010 öncesi otoriterleşmedeki kendi hatalarını sorgulamıyor. Bunlar da yanlış ve bencilce. Bu yoldan da demokrasiye kavuşamayız.
İktidar tamamen kendi tercihleri ve birikmiş hukuksuzlukları nedeniyle kaybedeceği çok şey olan bir noktaya gelmiş durumda.
Demokrasilerde hukuka uygun yöneten iktidarlar seçim kaybetmekten ve iktidardan gitmekten o kadar da kaygılanmazlar. Haklıysanız ve çalışırsanız bir sonrakinde halkın tercihiyle yeniden gelirsiniz. Oysa Türkiye’de daha en erken dönemlerinden AKP’nin iktidarı kaybetmekten yoğun bir kaygı duyduğunu ve sert tepkiler gösterdiğini biliyoruz. Bu, o zaman nispeten daha az bilinen yanlış politikalarının ve
otoriterleşmenin erken işaretleri arasındaydı. Yani Haziran 2015’te de hatta Sayın Erdoğan 2014’te
fiili (okuyunuz: yasalara dayanmayan, meşru olmayan) başkanlık sistemine geçtik dediğinde de böyleydi. Sayın Kılıçdaroğlu 2013’te kendisini
suçlayıp yeterli iç ve dış destek bulamadığında da böyleydi.
Ama bugün toplum olarak daha farklı bir noktadayız. Çünkü yoğun propaganda altında uzun süredir gerçekleri duymak istemeyen toplumsal kesimler bugün dinlemeye daha açık. Muhalefet eleştirmekle kalmıyor. Alternatif bir program yaratmak ve bu alternatifi hayata geçirebilecek (yani seçimi kazanabilecek) siyaseti oluşturmak için çalışıyor. 2007’den, 2010’dan, 2013’ten, 2015’ten, 2017’den, 2018 ve 2019’dan çok şey öğrendik. Ve artık otoriterlik sadece vicdanları değil cüzdanları ve mutfağı da zorluyor.
Maalesef dünyanın her yerindeki insanların çoğu da demokrasiyi en çok o zaman istiyor.
Kısır ve bölücü tartışmalar değil iyiyi ve doğruyu aramak ve çalışmak, demokrasiye sakin ama kararlı bir güçle geçmeyi denemek zamanı.