Türkiye’nin kuruluş dönemindeki siyaset tarzları dünyadaki düşünsel iklimin birer parçasıydı. Bugün de yeni siyaset tarzları gerekiyor. Doğru anlatılırsa demokratik dünyadan da destek görür. Ve 2002’de AK Parti’ye verilen destekten çok daha sağduyulu ve hayırlı bir destek olur.
İsim Meselesi ve Demokrasiye Geçiş
Uzun zamandır muhalefetin Cumhurbaşkanı adayının en "icracı" isim olmasına gerek olmadığını:
- Çünkü yeni Cumhurbaşkanı’nın misyonunun güçlendirilmiş parlamenter sisteme ve demokrasiye geçişi herkesin güven duyabileceği bir şekilde yönetmek ve "birleştirici olmak” olduğunu; geçiş sürecinden sonra yürütmenin başbakanın liderliğinde olacağını;
- "icracı" hedefleri olan aday adaylarının başbakanlığı bekleyebileceklerini ve bunun daha iyi olacağını;
- geçiş döneminde gerekecek icra ve yürütme (ekonomiyi yerden kaldırmak, acil dış politik kararlar vs) işlerini de söz konusu CB liderliğinde bir "kadronun" yapmasının en doğrusu olacağını, bunun ilkelerinin önceden belirlenmesi ve halka en iyi şekilde anlatılması gerektiğini;
- her halükarda seçilecek adayın Türkiye’nin uzun süre tek ve belirleyici lideri olacağını düşünmemek gerektiğini; Türkiye’nin gelecekte CB ve başbakan olabilecek yetenek ve birikimde olan ve farklı icracı konumlarda hizmet veren birçok siyasetçinin olduğu, güçlerin tek adam veya kadına bağlanmayacağı, direksiyondaki lider değişse de sistemin işlemeye ve ilerlemeye devam edeceği bir gelecek hedeflemesi gerektiğini; tartışılan reformların temel hedefinin bu olduğunu birçok platformda dile getiriyorum.
Bu, aklın yolu. Ve siyasetin de yolu olmalı.
Ama siyasetin yolu yani “politik yol”: doğruları söylemenin yanı sıra, aklın gösterdiği doğruyu mümkün olan en geniş koalisyonu oluşturarak, (farklı dünya görüşleri gibi koşulları ve öncelikleri olan) en geniş toplumsal desteği sağlayarak, meşru yoldan hayata geçirebilme sanatı. Bazen de zanaati ve mesleği. Bunu gerçekleştirecek doğru söylemleri ve eylemleri içeriyor. Çünkü eğer doğrular iktidara gelemez, yeterli siyasal “güç” tarafından desteklenmez ve hükümet politikası haline gelemezlerse uygulanma şansları da yok.
Geçen haftaki olaylar bu yolu destekledi ve yeni taşlar döşedi.
Sayın Meral Akşener şu
açıklamayı yaptı:
Cumhur İttifakı adayı.. seçildiği takdirde partili Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi devam edecek. Bizim istediğimiz ise seçtiğimiz Cumhurbaşkanı parlamenter sisteme geçisin taşlarını döşeyecek. Biz Erdoğan’ın yerine ikinci bir Erdoğan seçmeyeceğiz. Kazanmamız ve parlamenter sisteme geçmemiz gerekiyor. Sonra parlamento seçimi olacak ve o seçimde başbakan seçilecek. Kılıçdaroğlu’nun tarif ettiği cumhurbaşkanı adayı tarifine yüzde yüz katılıyorum. Ben Cumhurbaşkanı adayı olmayacağımı net bir şekilde söylüyorum. Ben başbakanlığa adayım.
Her ikisinin de elbette meşru şahsi hedefleri de olan Sayın Kılıçdaroğlu ve Akşener arasında uyumlu ve uzun vadeli başarıya odaklı bir çalışma oluştuğu görülüyor.
Bu liderlerden birinin kadın birinin erkek olması da toplumsal temsiliyet açısından (ve AK Parti’nin ülkeyi içine sokmak istediği, kadınların başörtüsü hakkı olduğu ama eşit “söz hakkı” olmadığı cendereden çıkmak açısından) önemli bir rol modeli.
Eğer sürdürülebilirse --- ki burada sorumluluk sadece siyasetçilere değil topluma da düşüyor – kısa vadeli değil uzun vadeli başarıya yönelik ve güvene dayalı bir stratejinin oluştuğunu gözlemliyoruz.
Mansur Yavaş gibi ülkeye uzun yıllar katkı sağlayabilecek, çok önemli yetenekleri olan bir siyasetçi olduğu kuşkusuz Sayın Ekrem İmamoğlu da evvelki hafta öncelikli hedefinin İBB Başkanlığı’nda başarı olacağını
açıklamıştı.
Böyle bir ortak aklın ve politik yolun Türkiye’de oluşmakta olduğunu görmek çok sevindirici.
Bu yolda devam etmek, bu yolun kalıcı olması ve kurumsallaşması bizim elimizde.
Toplumlar, geçirdikleri travmatik deneyimler üzerinde düşünerek ve ders çıkartarak ilerlerler. Başka bir ifadeyle eğer düşünürlerse ve ders çıkarırlarsa ilerlerler. [i]
Son on yılda yaşadıklarımızdan çıkarılacak,
hem sağı hem solu birleştiren ders şu:
bir daha asla geleceğimizi tek bir partiye veya lidere duyduğumuz itimata bağlamamalıyız. Güvenimizi kadrolara, ilkelere ve kurumlara teslim etmeliyiz.
Sağ ve solu birleştiren ders diyorum. Çünkü bence (akademik çalışmalarımda ve sivil toplum katkılarımda yıllardır uyarmaya çalıştığım üzere) Türkiye’yi bugünlere getiren yönetim sorunları “tek adamlığın” ötesinde zaafları içeriyor. Bu sorunların miladı 17-25 Aralık’tan, 2014’te fillî, 2017’de (şaibeli bir referandumla kabul edilmiş) anayasal otoriter-başkanlığa geçmemizden
öncesine dayanıyor. Bu krizler zaten AK Parti’nin daha ilk yıllarından başlayan (doğru yaptığı ve halkın takdirini kazanan işler yanında) yanlışlarının sonucuydu. Örneğin:
- başta ihale kanunu olmak üzere (sadece gerçekten gereksiz mevzuat ve bürokrasi değil) bütün kanun ve kuralları “zenginleşmenin” önünde engel görmesi, biz aramızda kendi “itimada dayalı” yöntemlerimizle hallederiz anlayışı; kayıt ve kural dışı yönetim eğilimi;
- AYM ve devlet bürokrasisi gibi kurumların sadece siyasal-ideolojik (yani gayrımeşru) müdahalelerini değil, anayasal ve yasal (yani meşru) kısıtlamaları da “vesayet” olarak tanımlaması;
- siyasal muhaliflerini bertaraf etmek ve Cumhuriyet devrimleriyle hesaplaşmak için girdiği (başta Gülen cemaati olmak üzere) gayrımeşru ve şeffaf olmayan ortaklıklar; ekonomik ve ideolojik özel çıkar gruplarına verdiği değer;
- kullandığı kutuplaştırıcı ve gerçekleri çarpıtan söylemler;
- popülist ve “kişisel” siyaset anlayışı
- “biz ve onlar” ayrımı[ii] ve medyada, akademide, bürokraside liyakatı AK Parti’nin işine yarayan ve yaramayan olarak ikiye ayırması ve apayrı iki tartıda değerlendirmesi;
- aynı şekilde “AK Parti’nin işine yarıyorsa gerçek” ve “yaramıyorsa gerçek değil” ayrımı yapması; dolayısıyla “bizim tezleri sorgulayan akademik araştırmanın metodolojisi zayıf, destekleyeninki ne kadar safsata içerirse içersin sağlam ve övülesi” demesi; bunların sonucu olarak gitgide daha çok akademik ve entellektüel liyakatı sorunlu olan ve tek liyakatı AK Parti’nin hoşuna giden hikayeler üretebilmek olan kadrolara/düşünürlere bel bağlaması; kendini de çürütmesi;
- Cumhuriyetin kuruluş dönemiyle ilgili dengeli ve insaflı bir perspektifi olmaması;
- Ve belki en önemlisi sürdürülebilir ve (iç ve dış sermaye yararına değil) kamu yararına bir kalkınma, eğitim ve kurumsallaşma modelinin olmaması..
Örnekler çoğaltılabilir. Ama bugün Türkiye’nin demokrasiye geçişini sağlayacak kadroların önemli bir bölümü AK Parti dönemini farklı değerlendiriyor. Çünkü içinde bulunmuş. Sorunu 17-25 Aralık 2013 veya 2017’de başlatmak eğiliminde. (Bence) yanlış olsa da bu görüşlere de saygı duymak gerekir. Aynı ülkede yaşasak da farklı deneyimler yaşıyoruz ve elbette farklı perspektifler olacaktır.
Önemli olan asgari müşterek dersleri çıkarıp gerisini de konuşmaya devam etmek ve demokrasiye geçtikten sonra çözümlemektir.
Demokrasiye geçtikten sonra yukarıdaki hataları tekrarlamamak, safsata üreticilerine değil samimiyete ve liyakata dayalı bir konuşma gerçekleştirebilmek.
Daha işin başındayız, tüm bu oluşmakta olan gidişatın devam etmesi “birilerinin” değil “hepimizin” elinde.
“Umutlu olmazsam hayal kırıklığı da yaşamam” vasat stratejisi yerine “iyiyi talep etmek, ödüllendirmek ve daha güzel bir geleceğe katkı yapmak” elimizde.
“Türkiye’de olmaz”, “yakında birbirlerine düşerler” vs. demek yerine: “olabilir” demek, “bu sefer düşmeyin,” “oyum ben değil biz diyenlere olacak”, “her şey çok güzel olacak” demek bir tercih. Geleceğe yapılacak en değerli yatırım olması mümkün.
YENİ BİR SİYASET TARZI
Eğer bu yeni siyaset tarzı başarılı olur ve iktidara gelirse bunun önemi son yıllardaki yıkım ve çöküşü AK Parti dönemini aşmanın ve Türkiye’nin ötesinde bir anlama sahip olur.
Doğru anlatılırsa demokratik dünyadan da büyük destek görür. Ve 2002’de AK Parti’ye verilen destekten çok daha sağduyulu ve hayırlı bir destek olur.
Geçen hafta Açık Radyo
Vakayiname’de İktidar-Muhalefet ilşkisini tarih, bilim felsefesi ve siyaset bilimleri açısından
tartıştık.
Modern dünyada beliren “mekanik” ve “sıfır toplamlı” güç ve iktidar kavramları, 19. ve 20. yüzyılların sonunda zirve yapan müthiş başarıları oldu. Bugün “insanın” yaşam beklentisi 30-40 değil 80’lere 90’lara dayandı. Ama bunların yanı sıra hızla somutlaşan çok büyük sorunlar yarattı. Nüfus, iklim ve göç krizleri gibi.
Doğa’ya ve otoriter yönetimlere karşı güçlendiğimizi zannettik ama anlıyoruz ki aslında zayıflamışız.
Türkiye’nin kuruluş dönemindeki siyaset tarzları da dünyadaki düşünsel iklimin ve yaygın modellerin özgün birer parçasıydı.
Bugün ise küresel sorunlar ve Türkiye'de demokratikleşmesi farklı güç modelleri ve siyaset tarzları gerektiriyor. Mekanik ve sıfır toplamlı güç kavramı ve “direnç siyaseti” yerine "alan açma siyaseti" gerekli. Özellikle otoriter yönetimlere karşı “direnç siyasetinin” değil “alan açma siyasetinin” başarılı olabileceğini vurgulamak önemli.
Geçen yazımda işlediğim Sayın Kılıçdaroğlu’nun “Meclis’te HDP ile çözüm” (aslında uzun zamandır dillendirdiği) zamanlı hamlesi gibi geçen haftaki Sayın Akşener’in “güç paylaşımına yönelik” yorumlanabilecek açıklaması böyle bir siyasetin izlerini taşıyordu ve umut vericiydi.
--
[i] Hatta
Laikleşirler de diyebiliriz. Laikliğin kelime kökü ruhban sınıfı yerine sıradan insanların (
layman) belirleyici olmasından gelmektedir. Bu tabii bir inancın, dini cemaatin belirlenmesine ve yönetilmesine yönelik ifade edilmiş olmak (ve meşveret hatta içtihat kavramlarını çağrıştırmak) ile beraber, geniş anlamıyla sıradan insanların yani halkın kendi kaderini tartışma yoluyla kendi eline almasını içerir.
[ii] Kendilerinin de dışlamaya maruz kalmış olmaları bunu mazur göstermez. Malum, iki yanlış bir doğru etmez; imama kızıp oruç bozulmaz.