Demokrasi ve başkalaşma

Abone Ol
Siyasetin kadınlaşması için verilecek mücadele, siyasetin kadınlar tarafından icra edilmesiyle sınırlandırılamaz. Eşitlik ve özgürlük taleplerinin hukusal düzenlemelerle korunması şarttır; ama demokrasi mücadelesi bu düzenlemelerin gerçekleştirilmesine indirgenemez. Hemen her seçim döneminde kadın hakları konusunda duyarlılığı olan gruplar, partilerin listelerinde ne kadar az kadın aday gösterdiklerine işaret eder ve kadın temsil oranın bir türlü artmadığı yolundaki son derece haklı eleştirilerini dile getirip, daha eşitlikçi ve demokratik bir siyaset için kadın aday sayısının artmasının elzem olduğunun altını çizerler. 6 Nisan 2023 tarihli yazısında Murat Aksoy da "Toplum Kadın Siyasetçiye Hazır" başlıklı Politikyol'daki Ben Seçerim Derneği Başkanı Nilden Bayazıt ile yaptığı mülakatta (https://www.politikyol.com/toplum-kadin-siyasetciye-hazir/) bu konuya dikkatimizi çekiyor ve Ben Seçerim Derneği'nin siyasette daha eşitlikçi ve demokratik bir ortamın oluşmasının ve kadın sorunlarının siyasete taşınmasının önemli bir koşulu olarak kadın temsil oranını arttırmak istediklerine dikkatimizi çekiyor. Elbette Ben Seçerim Derneği basitçe kadın adayların sayısının artmasından söz etmiyor. Hedeflerinin kadın sorunlarını siyasete taşıyabilecek iradeyi gösteren kadınların karar alma mekanizmalarına taşımak olduğunu belirtiyorlar. Benzer bir boyuta ama başka bir vurgu ile Serpil Sancar da 11 Nisan 2023 tarihli Politikyol'daki "Millet İttifakı kadın hakları siyasetine ne kadar uzak?" (https://www.politikyol.com/millet-ittifaki-kadin-haklari-siyasetine-ne-kadar-uzak/) başlıklı yazısında Millet İttifak'ının listelerinde yeterli kadın aday koymadığına dikkatimizi çekiyor. Dahası, İttifak’ın ortak program ve hedeflerini içeren metinelerinde kadın hakları konusunda "yeterli, sistematik, Türkiye’nin kadın hakları konusundaki uluslararası taahhütlerine uyumlu, bütüncül bir politika önerildiğini" görmediğimiz için eleştirilerini dile getiriyor. Cinsiyet eşitliğinin sağlanması yolunda yapılan vaatlerin somut bir yol haritası olmaksızın bir anlamda boş bir vaad olarak kalmış olmasından yakınıyor. Her iki metinde yer alan fikirlere tamamen katılmakla birlikte, bu yazıda ben başka bir boyuta dikkat çekmek istiyorum. Diyelim ki, Ben Seçerim Derneği'nin hedeflediği gibi partiler 12 farklı ilde dört ayrı siyasi partiden 20 kadının TBMM’de mutlaka olmasının yolunu açacak şekilde listeler hazırladılar ve böylece kadınların siyasi partilerde ve meclislerde eşit temsilinin önündeki engelleri kaldırıp, kadınların siyasette aktif aktörler olarak karar alıcı mekanizmalarda olmasını sağladılar. Veya varsayalım ki partiler kadın hakları konusunda sağlam hukuksal ve toplumsal düzenlemelere imza atmakla yetinmedi, somut düzenlemelerle bu konuda önemli değişimler sağladı. Bu durum siyasetin niteliğinin, başka bir değişle siyaset yapmanın daha eşitlikçi ve demokratik bir pratik hâline gelmesinin garantisi olabilir mi? Kadın siyasetçilerin karar alma mekanizmalarında çok daha yoğun olarak bulunmaları ve daha da önemlisi kadınların eşitliğinin hukusal ve pratik mekanizmalarnın somut bir biçimde sağlanması elbette ki asla "hayır" diyebileceğimiz konular değil. Bunlar olmazsa olmaz koşullar, ancak bunların sağlanmış olması siyasetin kadınlaşmasının yolunun açılacağının garantisini verir mi? Elbette bu iki koşul daha demokratik bir siyaset için "yetmez ama evet" diyebileceğimiz koşullardır. Yukarıda sorduğum soruya dönelim. Siyasetin niteliği, yani daha demokratik bir siyaset yapma biçimine, kadın adayların sayısının artması ve kadınların eşitliğinin hukuksal ve pratik anlamda sağlanması sayesinde erişebilirmiyiz sorusunun yanıtının "kesinlikle hayır" olduğunu belirterek başlamalıyım. Ne kadınların aktif siyasetin ve karar alma mekanizmalarının içindeki aritmetik artışları, ne de kadın haklarının ve eşitliğinin hukuksal ve pratik düzenlemelerle sağlanması bize siyasetin niteliğinin daha demokratik yönde değişeceğini garanti etmeyecektir. Kadınların siyasi partilerin karar alma mekanizmalarında daha fazla yer aldıklarını varsayılım. Bugüne kadar az da olsa bir takım kadın siyasetçilere tanık olduk. Tansu Çiller, Angela Merkel, Margaret Thatcher, Benazir Butto veya Meral Akşener akla gelen örnekler. Bunların siyaset yapma biçimlerinde, erkek siyasetçilerden önemli bir fark gözlemledik mi? Hayır. O hâlde “jenitalist” bir yaklaşımla, yani basitçe kadın siyasetçilerin aritmetik artışının ne kadın haklarının eşitliğinin, nede demokratik bir siyaset yapmanın garantisi olabileceğini varsayamayız.
Demokratik bir siyaset yapmaktan söz ederken Irigaray, Levinas ve Derrida gibi değişik çağdaş felsefecilerde karşılaştığımız fark ve başkalığa dayanan etik vurgulu bir siyasal açılımdan söz ediyorum.
Demokratik bir siyaset yapmaktan söz ederken Irigaray, Levinas ve Derrida gibi değişik çağdaş felsefecilerde karşılaştığımız fark ve başkalığa dayanan etik vurgulu bir siyasal açılımdan söz ediyorum. Demokratik siyaset (veya isterseniz kadınlaşan siyaset) olarak adlandıracağım bu siyaset yapma biçimi herşeyden önce etik bir yaklaşımdır. Burada “etik” ile ne kastediliyor? Irigaray'ın “cinsel fark”, Derrida'nın “koşulsuz konukseverlik ve gelmekte olan-demokrasi” (zaman zaman radikal demokrasi terimini kullanır) ve Levinas'ın “ötekine karşı sorumluk” kavramları çerçevesinde eklemlenen bu siyaset, “ben”in kimliğini başkalıkla ilişkisine açık kılan ve bu sayede “ben”in kendi kimliği üzerine kapanmasını engellemeye yönelik bir siyasettir. Bu siyaset, “ben”in kendini başkalıkla ilişki içinde yeniden ve sürekli oluşturma açıklığına imkân veren bir ilişki biçimini öne çıkarır. Böyle bir siyasetin ana fikri ilk görünüşte kabul edilmesi zor, hatta biraz irkiltici bir yeniliğe dayanır: varılacak noktanın önceden belli olmadığı, herşeyin en baştan, bir merkezden veya yukarıdan sabitlenmediği açık bir siyaset. Başkalıkla ilişki içinde kendini yeniden tecrübe etme, yani kendi varlığının dışına adım atma, kendinden başka bir ben olmaya açık olma pratiğidir bu etik açıklık. Buna bir ad vermek gerekirse etik politika diyebiliriz (böyle bir adı fetişleştirmemek koşuluyla). Etik politika, öznenin dışarısı ile, başka bir dünya ile kurduğu açık ilişkide yatar, ve başkalaşmaya ve değişime açık yeni bir özne kavramı önerir. İşte etik siyaset, veya benim demokratik veya kadınlaşan siyaset  olarak adlandırmak istediğim siyaset biçimi, ötekini ve başkalığı kendisine indirgeyen değil, başkalığa saygı göstererek kendisini yeniden oluşuma açık kılan bir yaklaşımdır. Hükümran benliğin ayrıcalıklarını sorgulamasına ve kendini merkezleştirmekten kurtulmasına dayanan bu siyaset, “ben”in başkası tarafından sorgulanmaya açık kılınmasını gerektirir. Başkası ile ilişki içinde “ben”in kendini ve ayrıcalıklarını sorgulamaya açıklığı, yani başkasına konuksever olma hâlidir etik siyaset. Özgürlük, adalet, eşitlik gibi nosyonlara dayanan siyaset yapma biçimi, başkalığa karşı sorumluluğu ve başkasından sorumluğu da içermek durumundadır. Feminist kuramcı Luce Irigaray, başkalığa açık olmayı kadınlık ve cinsel fark kavramlarıyla özdeş olarak kullanır. İşte bu nedenle adalet, özgürlük, eşitlik gibi kavramlar, hükümran “ben”in konumundan değil, ancak başkalığa açıklık içerdiğinde tasavvur edilebilir. Bu açık siyaset, aynı zamanda filozof Jacques Derrida'nın kimi yazılarında "koşulsuz konukseverlik etiği," kimi yazılarında ise "gelmekte-olan-demokrasi"   veya "radikal demokrasi" olarak kavramsallaştırdığı pratiğin ta kendisidir.
Derrida’nın konukseverlik yapısökümü, bu ilişkinin iki değişik tarzı olabileceğini göstermiştir: yasa olarak konukseverlik ve etik olarak konukseverlik. Derrida, konukseverlik etiğinin bir buyruk veya komut gibi düşünülemeyeceği konusunda ısrar eder.
Burada iyi bir örnek, Derrida’nın göçmenlerle ilgili tartışmaya ilişkin olarak geliştirdiği (ama aynı zamanda tüm ilişkilere de genellenebilecek olan) argümanıdır. Derrida, liberal felsefenin kökeninde yatan bir düşünür olan Immanuel Kant’ın “konukseverliği” bir yasa, bir zorunluluk, bir görev ve hak olarak ele aldığını ileri sürer. Kant’ın yaklaşımı içinde konukseverlik bir yasa gereğidir, yani “öteki” veya “yabancı” düşman olmadığı için eve, içeri alınır ve konukseverlik gösterilir. Ama Derrida’ya göre burada bir çelişki ortaya çıkmaktadır. Çünkü ötekinin yasaların getirdiği sınırlamalar içinde buyur edilmesi, ancak ev sahibinin, kabul ve buyur edenin, o evin efendisi olarak kalması sayesinde, yani o yere ait otoritesini koruması sayesinde mümkündür. O halde Kant’a göre konukseverliğin yasası, Antik Yunan’da “oikonomia” denilen evin yasasıdır. Konuk, eve adım attığı, yani sınırı geçtiği anda, artık o evin yasasına ve o evdeki otoriteye tabidir. Ama bu da ister istemez konukseverlik fikriyle çelişir. Konukseverlik bir verme, bir feragat veya armağan iken, ev sahibinin yasasına tabi olması koşuluyla mümkün olduğu için aynı anda bir feragat veya armağan olmaktan çıkar. Konukseverlik, kendi evini başkasına açma, koşulsuz bir edim olması gerekirken, paradoksal biçimde, bir koşula bağlanmış olur: ancak yasama uyarsan evimde kalabilirsin! Ama bu basit bir değiş-tokuş değildir, çünkü burada “ev sahibi” ve “konuk”, aslında “ben” ve “öteki”nin metaforlarıdır. Bir başka deyişle, farklı ve başka olan içeri alınırken, aynı anda farkı ve başkalığı reddedilmek koşuluyla, hükümran “ben”in, ev sahibinin yasasına “uyum göstermesi” koşuluyla kabul edilirler. Konukseverlik böyle koşullu olunca aynılık mantığı olumlanmış, onun farkı dışlanmış veya bastırılmış olur. Yasa olarak konukseverlik veya konukseverlik yasası, ötekine birşey sunar ancak sunduğu şeyin ne olduğuna daha yakından bakarsak, bunun yabancıyı, ev sahibinin kendi yasasına tabii kılmaktan ve yabancının ancak bu koşulla kabul edilmesinden başka birşey olmadığını görürüz. Bu nedenle, koşullu konukseverlik, ötekini buyur edebilmek için kendine bir yer edinmek ve böylece konukseverliğin dilini konuşmak olarak tanımlanabilir. Bu sayede ev sahibi kendi evinde efendi konumunu bir kez daha olumlar; yabancıya/başkalığa sunduğu şeyler ve onu kendi mekânında buyur etmesi sayesinde kendi hükümran konumunu garanti altına alır. Bu durum, buyur edenin hükümranlığını ve kendi evindeliğini olumladığından, yasa olarak konukseverlik veya konukseverlik yasası kendini eşikle sınırlandırır: her zaman kendi eşiğinde kalır: ötekini eşiğe davet eder ve eşiğin ancak koşullu olarak geçilmesine izin verir.
“Ben”in özgürlüğünün tali hâle gelmesi onun ortaya çıkışını engellemek anlamına gelmez. Tersine, “ben”in özgürlük içinde yeniden doğuşunu mümkün kılar. Yani ben, başkalığa hoşgeldin dediği ölçüde kendini yeniden ama başka biçimlerde bulur.
Böylece Derrida koşullu konukseverliğin içinde barındırdığı zorunlu çelişkiyi göstererek, kendi terimini kullanırsak, onu “yapısökümüne” uğratmış olur. Demek ki, ötekiliğin “hoşgörü” ile karşılanması nedensiz değildir. Koşullu bir konukseverlik sunmak, ev sahibi “özne”nin tamamen kendi tekelinde olarak gördüğü mekandaki konumlanış biçiminde hiç bir dönüşüm yaratmaz. Gösterilen “hoşgörü” ve “saygı”, “ben”in hükümran kimliğine müdahale etmekten ve onun bu konumunu yerinden oynatmaktan uzaktır. Konuğun, yasalar çerçevesinde koşullu olarak buyur edilmesi, hakimiyetin yeniden tesis edilmesine yarar, çünkü bu, “ben”in ötekini buyur edebileceği, ötekine buyur diyebileceği bir konumu kendine mal etmesine imkân tanır. “Boş” ve “evrensel” olduğu varsayılan bu konum hükümranlığı korur. Derrida’nın konukseverlik yapısökümü, bu ilişkinin iki değişik tarzı olabileceğini göstermiştir: yasa olarak konukseverlik ve etik olarak konukseverlik. Derrida, konukseverlik etiğinin bir buyruk veya komut gibi düşünülemeyeceği konusunda ısrar eder. Ancak koşulsuz bir konukseverlik, “hükümran ben”i kesintiye uğratır (veya hükümran ben, ancak böyle bir konukseverlikle kendini kesintiye uğratır, başkasına ve değişime açılır). Bu bir buyruk olarak empoze edilemez. İki konukseverlik arasındaki fark veya “aralık” basitçe iki ayrı kategorinin varlığına işaret etmez; bize koşulsuz konukseverliğin “tematize” edilemeyeceğini gösterir. Başka bir biçimde söylersek, Derrida'nın konukseverlik etiği üzerine geliştirdiği tezlerden belirli bir konukseverlik programı veya yasası çıkarsanamaz, çünkü konukseverlik bir temaya, tematikleştirmeye, biçimselleştirmeye indirgenemez. Etik bir ilişki, zaten başkalığa özenle ve açıklıkla yönelmek ve farka koşulsuz “evet” demektir. Konukseverlik bir etik olarak sınırsız ve sonsuzdur (ya koşulsuzdur ya da konukseverlik değildir) ve Kant’ın sözünü ettiği anlamda sınırlandırılamaz. Onu siyasal ve hukuksal pratiklerle düzenlesek bile her zaman bu kurumsal sınırları aşacaktır. Derrida konukseverlik etiğinin, yani ötekine sunulan hoşgeldinin “ben’in ben tarafından kesintiye uğratılması”, yani ben’in hakimiyet ve ayrıcalığının sorunlaştırılması sonucunu doğurduğunu söyler. Ama “ben’in ben tarafından öteki olarak kesintiye uğratılması” bir yasa veya buyruk sayesinde gerçekleşemez. Ötekine gösterilen özenli bir yönelim ve sorumluluk aracılığıyla oluşan bir kesintidir bu. “Ben”in özgürlüğünün tali hâle gelmesi onun ortaya çıkışını engellemek anlamına gelmez. Tersine, “ben”in özgürlük içinde yeniden doğuşunu mümkün kılar. Yani ben, başkalığa hoşgeldin dediği ölçüde kendini yeniden ama başka biçimlerde bulur. Ötekine sorumluluk, “ben”in ev sahibi olması, onun varlığının sorgu altına yatırılması ve başkalıkla ilişkisi içinde sorgulanmaya açık kılınmasıyla mümkün olur. Siyasetin kadınlaşması için verilecek mücadele, siyasetin kadınlar tarafından icra edilmesiyle sınırlandırılamaz. Eşitlik ve özgürlük taleplerinin hukusal düzenlemelerle korunması şarttır; ama demokrasi mücadelesi bu düzenlemelerin gerçekleştirilmesine indirgenemez. Bu yolda verilecek mücadele, siyasal öznelerin bütün toplumsal grupları ilgilendiren tüm konularda onlarla ilişki içinde ne kadar başkalaşmaya açık olup olmadıkları konusuna odaklanmalıdır. Aksi taktirde dar bir kimlik siyasetinin içinde hapsoluruz. Yukarıda sözünü ettiğim temel ilkeler göz önüne alındığında, yani başkalıkla kurulacak etik-politik ilişki içinde “ben”in hükümran kimliğinin ne kadar yeniden oluşumuna ve değişimine izin veren bir siyaset izlendiği esas ölçütümüz olmalı. Suriyeli ve diğer göçmenleri, Kürt halkını, kadınları, LGBT grupları, işçileri, ve benzeri tüm dışlanan grupları ilgilendiren meselelerde sözünü ettiğim kadınlaşan siyasetin yürütülüp yürütülmediğini tartışmalıyız. Bu kriter basitçe ne kadar çok sayıda kadının siyasete katılma imkânı bulduğu sorusundan çok daha can alıcı bir soru.