Demokrasi ve anti-demokrasi paradoksu
Aydan Gülerce
Bugün Türkiye’de nüfusun önemli bir kısmı, mevcut iktidarın ülkeyi iyi yönetemediği kanısına, ciddi yaralar alarak ve önemli kayıplar vererek vardı. ‘Sabrın sonu selamettir’, ‘biraz daha tahammül edelim’, vb denilerek, halen de çekilmekte olan acılara katlanılıyor. Biraz da iyileştirici arzu dolu düşünceler ile, anti-demokratik iktidarın değişeceğine kesin gözü ile bakılmaya başlandı artık. Böylece, yani iktidarın el değiştirmesi ile, demokrasinin de geri geleceği umuduna veya hayaline sarılınıyor.
Son zamanlarda muhalefet ittifakında da bir canlanma ve iktidar taleplerini daha belirgin biçimde seslendirme görülüyor. Şimdilik iktidar değişimi ile kastedilen, öncelikli olarak ülkeyi keyfi ve tek başına yönettiği için şu berbat çıkmaza sokmuş otokratik iktidardan kurtulmak. Muhalefet olarak, seçim öncesinde ne yapıldığı ve nasıl bir alternatif yöneti(şi)m modeli ve projelerle iktidara talip olunduğu henüz anlaşılmadı. Başka bir deyişle, halka yansıyan, aşırı merkezileşmiş hatta tek elde toplanmış erkin devir teslimi anlayışından farklı değil: Önce yeni, güçlü, tek erkek/kadın adayı bulmak!
Böylece tüm dikkatler, ‘ülkenin reisinin karşısına hangi aday çıkarılacak olursa eğer, bunu sağlayacak çoğunluk garanti olur?’ sorusuna kilitlenmiş durumda. Türlü zihin jimnastikleri. Harıl harıl kamuoyu yoklamaları. Çeşitli kombinasyonlar ve spekülasyonlar üzerine muhtelif senaryolar. ‘Sonrası nasılsa kolay’ inancı ile ve ‘bize güvenin diyerek’ toplum ikna edilmeye çalışılıyor. Son dönemlerinde ülkeyi her alanda adamakıllı batırmış vasat iktidar kadrolarına karşı, muhalefetin deneyimli ve yetkin kadrolarının hazır olduğu söyleniyor. Doğrudur da; geçmiş dönemlerde yapılmış hazırlıklar, sabırsızlıkla icraat bekleyen projeler de vardır.
Ancak, iktidarın yerini alacak partilerin ittifakının, bu toplumun hangi sorunlarını nasıl ele alacağı, nereden başlayıp, neyi nasıl onaracağı ve yeniden neyi, nasıl inşa edeceği gibi temel meseleler hiç konuşulmuyor. Değil böyle konularda daha somut ayrıntılar, esas ittifakın üzerinde uzlaşılmış olarak sağlanması gereken, ortak soyut vizyon üzerine de bir şey sorulmuyor. Eğer sorulacak olursa da, muhalefetten çok muhalefetçi taban taraftarlar tarafından içinde bulunduğumuz sefil ve rezil durumdan sanki memnunmuşuz gibi algılanıyor. Hemen statükoculukla damgalanıyor. Daha da fenası, iktidarın ‘yahu bunların ne kadar yetkin kadroları olursa olsun, nasılsa bir araya gelip de bir şeyi beceremezler’ stratejisine hizmet edecek bir naiflik olarak! Yani, yine “ya benden yanasın/ya ondan”!
Nasıl bir naiflik acaba? Üstelik okumuş yazmış, ilerlemeci, modern ve demokratik geçinen kesimin verdiği tepkiler bunlar. Oysa, salt bu endişe ve telaş bile, Türkiye’de demokrasinin gerçek alt yapısının güçsüzlüğü hakkında başlı başına bir gösterge. Şimdiye kadar, bu toplumda iktidarlar/muhalefetler, onların kendi seçmen tabanları ve geniş halk kitlesi demokrasiden ne anlıyor diye hiç sorgulanmış mı? Haydi “vicdani red”den filan da vaz geçtim, neden bazı insanlar kurumsal görevlerini layıkı ile yerine getiremiyorlar, hiç istemedikleri yönetimlere “kuzu kuzu” boyun eğiyorlar, vb. yeterince iyi anlaşılabilmiş mi? Belli ki, bazılarının da aslında mutsuz ve memnuniyetsiz iken, aksi yönde yığınla mantıklı gerekçe varken, yine “tıpış tıpış” sandığa gidip mevcut iktidardan yana oy kullanmalarından çekiniliyor.
TEMSİLİ DEMOKRASİYE TESLİMİYET
Demokrasi, bir yandan hala en idealize edilen ve yerine daha iyi bir alternatif üretilemeyen toplumsal düzen biçimi. Bir diğer yandan da kamu yönetiminde bir çok açıdan yaşanan tıkanıklıklar ile “temsili demokrasi” siyaset modelinin çalışmadığı ortada. En başta temsiliyet, şeffaflık, hesap verebilirlik, adil yargı, eşitlik ve özgürlük gibi olmazsa olmaz temel bazı varsayım ve ilkelerde, bireysel ve kurumsal çatırdamalar baş gösterdi. Aleni yolsuzluklar, yozlaşmalar ve yurttaşın açlık, işsizlik, evsizlik, sağlıksızlık, haksızlık, vb temel insani acılarına karşı aymazlıklar ayyuka çıktı. Ne siyasete, ne de siyasetçiye güven kaldı. Hemen herkes hiç bir şeyin eskisi kadar kolay olamayacağını biliyor artık ve ne yazık ki yılmış.
Son yıllarda “ileri demokrasi” veya “gelişmiş” denen ülkelerde de ciddi “demokrasi eksikliği veya kaybından” daha sık söz ediliyor. Yine de baskıcı ve özgürlükleri kısıtlayıcı iktidarlardan kurtulunduğu takdirde demokratikleşileceği umuluyor. Zira, bütün bu anti-demokratik kötü durumlar, popülist iktidarların otokratik liderlerine ve Sağ faşizan eğilimlerin hortlamasına bağlanıyor. ABD başkanlık seçimleri ve Joe Biden örneğinde taze görüldüğü gibi, “kötünün iyisi” denilen alternatif(sizlik)lere razı olunuyor.
Oysa, geriye dönük bu türden kategorik ve betimleyici okumaların fazla bir açıklayıcı değeri yok. Toplumsal kurumlaşması en sağlam olan ulus-devletler için bile, mevcut yapısal ve sistemik yapılanmalardaki çürük ve çatlakların belirlenmesine de fazla bir katkısı yok. Hele içinde bulunduğumuz karmaşık küyerel krizden sağlam onarımlar ve yeni yapılanmalar ile çıkmak yönünde de pek bir faydası hiç yok. Yani aslında temsili demokrasiye teslimiyet hakim. Dünyada da demokrasi sorunsalının kendisi yeterince veya hiç irdelenmiyor. Zira kültürel insani alışkanlıklar ile mevcut “siyasi habitus”u dönüştürmek çabası zor geliyor ve “uzun vadeli işler” diyerek sürekli erteleniyor. Oysa bu siyasi yöneti(şi)m alışkanlıkları ile, demokratik ve sürdürülebilir yerel veya küresel yaşam biçimlerinin artık hiç bir erişilebilirliği, dolayısıyla kendini daha fazla kandırmanın da gereği yok.
KÜRESEL DÖNÜŞÜMLERİN SINADIĞI DEMOKRATİK REJİMLER
Öte yandan, en pragmatik devlet yönetimleri bile artık yönetilecek toplumlarının homojen kitleler olmadıklarının ve vatandaşları arasında hızla artan farklı türden çeşitliliklerin, onları çok daha zor yönetilebilir kıldığının çoktan farkına vardı. Ayrıca, yerleşik sömürgecilik ahlaklı gelişmiş endüstri ülkelerinin uzak coğrafyalara bırakılan ve ihraç edilen bilimsel veya sanayi atıklarının, CO2 salımı gibi kendilerine muhtelif yollardan geri döndüğü de nihayet görüldü. Türlü türlü virusların ve varyasyonlarının da ulus-devletlerin siyasi sınırlarını tanımadan kol gezdiği anlaşıldı.
Özetle, önceleri ‘gözden ırak, gönülden ırak’ tutulabilen veya göz yumulan, görmezden gelinen, böylece de yok sayılabilen her türlü istenmeyen (kötü) farklılık, iyice küçülen ve hareketliliği yüksek dünyamızda çok yakına geldi. Yani “düşman” artık içerde. Hatta bazıları hem biyofiziksel, hem simgesel, hem de imgesel yaşam alanlarımızda, sanal veya görünmez. Ancak hasarları son derece gerçek ve görünür biçimde. Üstelik bu hasarların faturalarını, bu yönetimleri destekleyenler ve eleştirenler, hep birlikte ödüyoruz.
Öngörülenler ise, bundan sonra bu vizesiz, pasaportsuz veya ortalıkta serbest dolaşan gizli yabancı ajanların, sahte ve bol kimlikli dönüşümlerinin de hiç durmayacağı. Tersine, daha da hızlanacağı. Dijital teknolojili ve yapay zekalı yeni tehditlerin azalmayacağı. Sadece artacağı, tür ve mecra değiştireceği. Hatta Paul Virilio’nun da dediği gibi, artık hızın başlı başına bir güç olduğu ve ilgili iletişim teknolojilerinin siyaset için araçsallaştırılacağı. Dolayısı ile de yeni-sömürgeci zihniyetin, dijitalizasyon kapitalinin yeni teknolojileri ile neo-liberalleşme eğilimine devam edeceği. Yani kendine yeni cinlikler ve kanallar bularak, kendini iç/dış kötülüklerden arındırma alışkanlığını aynen sürdüreceği. Çünkü zihniyetin (d)evriminin pek kolay ve doğal yollardan veya kendiliğinden olmadığı.
Oldukça güç veya zorlayıcı olacak olsa da, bu kapana sıkışmışlık halinden, ancak sağlam bilgiye dayalı, kökten dönüştürücü bilinçli ve topyekün çabalar ile çıkılabileceğini iyi kavramalı. Her şeyden önce demokrasi kavramından, çeşitli farklılıklar ile birlikte ekosistemik bir denge içinde yaşam biçimini anlamalı. Bunun için de alışılmış siyasi alışkanlıkların ve siyasetçi tanımlarının, belirli akademik disiplinlerin sınırlarının ve geleneksel kurumsal veya bireysel davranışların dışına çıkılmalı. Çoğulcu ve özgürleştirici demokrasi için, farklı akademik/ideolojik konum ve perspektiflerden edinilecek bilgi ve deneyimleri, birbirleriyle diyalog içinde süzerek ve toplumsal pratiklerde sürekli sınıyarak yeniden yorumlamalı.
ZİHNİYET DEĞİŞİMİ
Tüm dünyada ve Türkiye’de de hatta kat be kat fazlasıyla yaşanan demokrasi krizi, aynı zamanda da (post)modernite krizi. İçinde bulunduğumuz anti-demokratik kilitlenmeye ve hakikat-ötesi paradoksuna, 1980’lerden bu yana hızlı ve önemli dönüşümlerle gelindi. Bu dönüşümler, elbette çok değişkenli tarihsel koşullar, bilimsel ve teknolojik ilerlemeleri ifade ediyor. Ancak onlarla birlikte seyreden, hatta birbirlerini karşılıklı olarak kuran ve belirleyen; düşünsel dönüşümlere, yani zihniyetteki değişimlere veya eşzamanlı eleştirilere gösterilen siyasi ve statükocu dirençlere de tekabül ediyor.
Türkiye’de de (özellikle muhalefetteki) zihniyet değişikliği gerekliliğinden daha da sık söz ediliyor artık. Gerçekten de, siyasi partiler ittifakı gibi karışık bir topluluğun veya geniş karmaşık toplumun kolektif zihniyetinde gerçek anlamda demokratikleşme ve özgürleşme olmaksızın, en iyi tasarlanmış siyasi projelerde veya bunları iyi niyetle hayata geçirirken, farkında olunarak veya olunmayarak hata yapmak işten bile değil.
Öte yandan, siyasi vaatler ve söylemler eylemlerden beslenmedikçe, arzulananlar toplumsal pratiklerle sınanmadıkça, zihniyette demokratikleşmek de pek olası değil. Nitekim örneklerine de dünyanın her köşesinde ve her gün bol miktarda rastlıyoruz. Türkiye pek çok açıdan, özellikle de bu örneklerle kendi tarihselliğini kolay ilişkilendirebileceği için şanslı sayılabilir. Onların deneyimlerine ve bugünkü tarihsel tablolarına bakarak da öğrenebilme avantajına sahip.
ÇÖZÜME DOĞRU
Belki de en öncelikle bunun iyi görülmesi gerekli. Sonra da yöneten siyasetçi ve yönetilen yurttaş tahayyüllerinde bazı revizyonlar. Öyleyse, ilk olarak siyasetçiler ve diğer paydaşlar, bu tarihsel toplumsal demokratikleşme sürecini, salt politik ekonomi ağırlıklı ve teknokrasi endeksli “kalkınma” ve “büyüme” söylemleri ile ele almayı ivedilikle bırakmalı. Demokratikleşme kavram ve pratiklerine daha çok, kişiler, topluluklar ve toplumlar arasında farklı varyasyonları olan, çok boyutlu ve dinamik bir “gelişme” ve “olgunlaşma” anlatısı olarak yaklaşmalı. Bu karmaşık süreci kavramak ve gerçekleştirmek için de asla zihinlere ve toplumsal pratiklere egemen olan, “doğrusal ve tek yönlü ilerleme söylemi”nin yeterli olamayacağını görmeli. Hatta bu ve tüm koşulları asla karşılanamayacak olan bu geçerliği olmayan ve yanıltıcı çarpık söylemin, mevcut kilitlenmenin temel sorumlusu olduğunu kavramalı ve mutlaka vaz geçmeli.
Özellikle günümüz dünyasında ve Türkiye’sinde, siyaset anlayış, tasarım ve toplumsal pratiklerinde, çok oyunculu, çok boyutlu, çok katmanlı ve çok yönlü karmaşık demokratikleşme sürecinin dinamik ilişkisellikleri ile ilgilenmeli. Farklı mantıklar ile benzer çözümlere veya aynı sorunların farklı çözümlerine birden çok alternatif yoldan ve akıl yürütmelerle gidilebileceği açıkça görülmeli.
Bugün ülkemizde adeta yıllardır görünürdeki biçimsel yönetimsel rejim çatlaklarından, dayanıksız kurumları çürüterek geçmiş sızıntılarla tepesine kadar dolmuş “foseptik çukuru” artık çökmüş ve taşmış durumda. Her türlü kokuşmuş pislik görünürde ve ortalık yere saçılmaya hala da devam ediyor. Ulus-devletin devlet tarafı çökmüş, ulus tarafı bataklıkta çırpınıyor. Bu son derece ciddi ve kötü toplumsal tablodan, bir (uzun) gecede seçim sonuçları ile veya foseptik kapağı yenilenerek çıkılacağı fikri son derece yanlış.
Sonuç olarak, esas, salt iktidarın el değiştirmesiyle demokratik toplum hayallerinin gerçekleşebileceğini, yapısal ve sistemik sorunun çözülebileceği düşlemek, naiflik! Değişimi sağlayacak olası yeni seçmeni iknaya, reklam, pazarlama ve halkla ilişkiler değer, analiz ve yöntemleri ile hitap ederek yönelmek, esas statükoculuk!
Nitekim işte bu sebeple de demokratikleşme-anti-demokratikleşme paradoksundan ulusça başarıyla çıkabilmek için, onarıcı ve yapıcı tartışmaya daha yeni yeni başlıyoruz. Daha da genişleterek ve derinleştirerek diyalog içinde sürdürmeliyiz.
Aydan Gülerce, halen Boğaziçi Üniversitesi’nde psikoloji profesörü. Klinik ve Örgütsel Psikoloji eğitimini Hacettepe, Denver ve New York Şehir Üniversitelerinde tamamladı. Cenevre, North Carolina, Rutgers, Columbia, Clark, New York ve Aalborg Üniversitelerinde de konuk profesör olarak görev yaptı. Disiplinlerarası akademik çalışmaları ve çok çeşitli konulardaki yüzden fazla uluslararası yayınları, ağırlıklı olarak bütüncül meta-kuram, siyasi psikoloji, eleştirel psikanaliz ve öznel birey/toplumsal dönüşümler üzerine. Toplumsal sorunlarımız hakkındaki görüşlerini ise muhtelif dergilerde, YeniYüzyıl ve Radikal gazetelerinde yazdı.