Demokrasi haddini bilmekle olur! (VII)
Kaç zamandır, seçmenin yaklaşık üçte biri kararsız, partisiz, hatta istemeye istemeye, alternatifsizlikten veya aileden gelme alışkanlıkla veya ilkesel aidiyet duygusuyla oy veriyor. verecek. Çok daha fazlasının artık siyasetçilere hiç güveni ve saygısı kalmamış durumda.
Gün geçmiyor ki medyada önümüzdeki seçimlerde iktidarın ve muhalefetin alacağı oylar kestirilmesin; çeşitli spekülasyonlarla, muhtelif parti ve adaylarla senaryolar yazılmasın. İktidar da iyice yoruldu, yıprandı ve yordu, yıprattı. Fakat her zaman olduğu gibi hiç bir şeyin garantisi yok. Her halükarda belirsizlikler çok.
Bu toplum, inkarı; yani gerçekleri duymak, görmek ve kabul etmek istememeyi, baş savunma mekanizması olarak bellemiş olsa da; her hoşuna gitmeyeni veya konfor alanını dürteni karamsarlık diye yaftalasa da, belli olan tek şeyi yazalım: Önümüzdeki süreç daha da çekişmeli geçecek. Fakat, ne kadın voleybolcularımızın maçları kadar güzel heyecanlar yaşatacak, ne bir kazananı olacak, ne de geleceğe (sağlam bir planlamadan vaz geçtim) umutla bakmamızı sağlayacak.
Hatta tam tersi; toplum, çeşitli yoksulluk, yoksunluk ve iktidar/muhalefet kötü yönetişim yaralarından muzdarip olmayı sürdürdükçe, toplum da battıkça batacak. Yani şu zamana kadar yaşanan acılar yetmezmiş gibi herkes bir süre daha kaybedecek! Öyleyse, dizinin bu yazısında da, olumlu düşünüp iyi yönetmemiz gereken başka sınırlara dikkat çekelim.
Çünkü, tüm tarafların inatlaştığı, (üstelik bunu da iyi bir şey sanarak veya varsayarak!) boynuz boynuza toslaşan erkek keçiler veya kafa kafaya tokuşan koçlar gibi savaştığı bir önseçim dönemini öngörmek, kötümserlik veya şom ağızlılık demek değil. Olumsuzluk veya umutsuzluk hiç değil. Çünkü inat (başta psikososyal dinamikleri ve getiriş/götürüsü olmak üzere!), her bakımdan sebat, azim veya dirayetten oldukça farklı. Dolayısıyla “Zararın neresinden dönülse, kardır.” demek. “Zaman geriye döndürülemez.” demek.
TOPLUMSAL VE SİYASİ BAŞARI ARASINDAKİ SINIRLAR
Bugün iktidarın ülkeyi iyi yönetmek, toplumun çıkarlarını gözetmek, yurttaşlarını geliştirmek ve korumak, memleketi güzelleştirmek ve benzeri görevleri dururken, en iyi becerdiği şey; koltuktaki süresini konjonktüre uygun kıvrak stratejik taktiklerle uzatmak. İktidar bileşenlerini izlerken, bazen Bob Hope’un siyaset için ettiği şu söz aklıma geliyor: “…öyle bir sanattır ki insan, başkasının ayağına basarken kendisi ah der.” Zira AKP başından beri bunda oldukça başarılı.
Günümüzde madem ki “siyasi başarı” tanımında geçer akçe; her toplumsal malzemeyi araçsallaştırmak, tarihsel koşulları kendi lehine ussallaştırmak, yanlış politikalarını popülist retorikler ile aklamak, temsili demokrasiyi “yönetim süresini uzatmak, şahsi çıkarlar ve ‘ulvi dava’ için her şey mubah, yani koltuk karşılığında kim ne isterse veririz” gibi trajikomik bir temsiline çevirmek; mevcut iktidar çok başarılı oldu!
Yıllar (çıraklık, kalfalık, ustalık, duayenlik) içinde iktidarın bu “siyasi başarısı” arttıkça, ülkenin dışarıdaki ve içerideki “toplumsal başarısı” azaldı. Son yıllarda adamakıllı hızlanmış olan, vasatın altına düşme, bozulma, kokuşma ve çürüme tablosunda elbette iktidarın rolü büyük. Önceki başka bir yazıda da değindiğim gibi, iktidarların esas başarısı, koltuğa gelmekle ölçülmez. Esas sonrasında, muhalefeti de kendine benzetmesi; onun da gündem, söylem ve imgelemini belirlemesi veya etkilemesi ile olur.
Fakat bu tabloyu hazırlayıcı, yani ülkeyi ve toplumsal hasarı bugünlere getiren, tarihsel ve siyasi psikolojik ilişkileri içinde doğru dürüst anlamak, bugün her zamankinden çok daha önemli. Bu kritik ve ortak noktadan sonra, tüm faturaları son hoyratça harcamalara; yanlış yerlere ve oranlarda kesmeyi sürdürmek, kimin neyi, ne için ve ne şekilde ödeyeceğinde kararsızlık, son derece yanlış olur. Kolektif yanlışlarda ısrar veya inat etmek, daha çok hasar ve zaman kaybı demektir.
Toplum, bugünlere daha önce de benzer siyaset ve toplum anlayışı ile salına salına geldiği ve en kötüsünü bulduğu için nitekim, sadece kaybetmeye devam eder. Oysa, bu toplumun belki de en güçlü yanı, hatta gerçekten de imrenen gözleri üzerine çekebilecek şansı ve dünyaya “rol model” olabilecek özellikleri; öznel tarihi, coğrafi zenginliği ve başta etnisite olmak üzere tüm diğer kimlik söylemlerine tutsak ve politikalarına alet edilmiş kültürel çeşitliliğidir.
Hal böyle iken, bu topraklarda valsi, sirtakiyi, çiftetelliyi, zılgıtı ve diğer başka seslerin ve renklerin güzel birlikteliğinden keyif alamayan ve bunları uygarca düzenlemeler yerine, yasakçı zihniyetin esiri ve oy devşirmeye köle olmuş siyasetçiler, toplumun kapasitesini sadece aşağıya çeker ve geriletirler. Oysa demokrasi, hem kapasiteyi, özgürlük ve özerklik sınırlarını geliştirmek; hem de başkası “dur” demeden nerede duracağını, yani kendi haddini bilmekle olur!
İKTİDAR/MUHALEFET VE SEÇMEN ARASINDAKİ SINIRLAR
Mevcut kolektif entelektüel ve siyasi ortamda, iktidarın neden ”başarılı” olduğunun iyi anlaşıldığına rastlamak hala zor. O olmadan da, bu gerçeği olgunlukla kabul eden, yani verili olarak alan ve elbette üstüne artı değer koyabilecek; ortak veya diyalojik bir gelecek planlamasına dönük bir siyaset veya toplumsal talep beklemek ise hayalcilik olur.
Hiçbir muhalefet ediş veya iktidarı sürdürme arzusunun iletişim biçiminde, bunun emaresi bile yok. Gerçi muhalefetin söylemlerinde zaman zaman olumlu (fakat duygusal-tepkisel ve “büyük resimsiz” veya ima ettiği toplum modeli ile tutarsız!) sıçramalar olmuyor değil. Öte yandan, “Daha Adil Bir Dünya Mümkün” kitabı da, belki son bir hamle olarak, bu amaca hizmet etsin diye yazılmıştır.
Kurumsal muhalefet dışında da durum farklı değil: Özel yaşamına sokmayacağından emin oldukları ile ortak yurt coğrafyasında; şimdiki veya gelecek tarihsel zaman için, demokratik yaşam biçiminin teminatı olarak, içinde boğulmayacağı “biz” diyebilmek iyice güçleşmiş durumda sanki. Dili “biz” demeye varamasa da, “bu toplum, biziz” diye gerçekten düşünebilen ve göstermelik politik doğruculuk yapmaksızın içselleşmiş uygar ve demokratik etkileşim biçimleri ise çok ender çıkıyor.
İktidar, hala dönüp dolaşıp halka kendinin kandırıldığını anlatıyor. Muhalefet de iktidarın halkı kandırdığını, ama kendisinin “kül yutmadığını” söylüyor. Halbuki Oscar Wilde’ın da, şu hakikat-ötesi zamanlardan çok önce dediği gibi, “…insanları kandırmak, kandırıldığına inandırmaktan daha kolaydır.”
Öte yandan da Mark Twain’in ABD’deki siyasetçiler için söylediği şu meşhur söze de sıklıkla gönderme yapılır; “…zamanlarının yarısını halkı, yarısını da birbirlerini aldatmakla geçirirler.” Oysa, bizde üçü de hem birbirlerini, hem de kendilerini kandırıyorlar!
Kaç zamandır, seçmenin yaklaşık üçte biri; kararsız, partisiz, hatta istemeye istemeye, alternatifsizlikten veya aileden gelme alışkanlıkla, partililik veya ilkesel aidiyet duygusu ile oy veriyor veya verecek. Çok daha fazlasının artık siyasetçilere hiç güveni ve saygısı kalmamış durumda.
Eh, bir açıdan ve ironik olarak, bunu da olumlu bir “dönüşümsel gerilim” veya kırılma olarak okumalı: Toplum tarafında, sabır sınırına ve siyasete doğrudan katılma arzusuna doğru, kayda değer bir kıpırtı olarak yorumlamalı!
LİDER BAŞARISI VE PARTİ(LİLİK) ARASINDAKİ SINIRLAR
Siyasetin bir yalan söyleme sanatı olduğu, Platon’dan beri bilinen ve geniş kabul görmüş bir kanı. “Siyasetle uğraşmamanın cezası, sizden daha aptal olanlar tarafından yönetilmektir” diyen de yine o. Elbette, siyaset yaşamın her anında ve her yerde. Yani siyasetle ilgilenmek için illa da profesyonel politikacı veya parti üyesi olmak gerekmez. Zaten siyasetçi olmakla da “siyasi içgörü” kazanılmaz. Hatta Türkiye’de ise - ve elbette bu kavramdan ne anlaşıldığına bağlı olarak - tam tersi söz konusu.
O bakımdan da işte, kurumsal veya toplumsal muhalefet; artık halkın iktidardan zaten bıkmış ve öfkeli kesimine, onun hatalarını sıralamak yerine, önce onun “başarısını” anlamaya daha etkin kafa yormaya geçmeli. Yapıyor da nitekim. Fakat görünen o ki, iktidarın onca somut iktisadi, siyasi, ahlaki yetersizlik ve başından beri muhtelif takiyye örneklerine rağmen, eninde sonunda “algı yönetimi” ve yandaş medyada bitiyor veya daha da fenası analizleri.
Her şey de, kimilerince “yüzsüzlük” olarak okunacak biçimde alenen ortada zaten. Kartlar açık! Yani artık Kılıçdaroğlu CHP’nin başına geçtikten ve parti içi mücadelelerinde başarılı - ki kanımca (Kemalist!) Türkiye için hiç de hafife alınamayacak gerçek bir “siyasi başarı”- olduktan sonra tam isabet saptadığı gibi, “sökülecek şifre” filan da kalmadı. Anlaşılan muhalefettekiler de artık için için heves edip, siyasi söylemlerinde ve “inşa edilecek gelecek” imgelemlerinde iktidarı taklit edip, çeşitli propogandist stratejiler deneyip, oy devşirmeye, yani “siyasette başarılı” olmaya çalışıyor!
Oysa, memleketin halinden memnun olmayanlar ve muhalefet, Cumhur İttifakı bileşenlerini (Erdoğan, AKP ve MHP), bu toplumun 21. yy’daki gelişimsel durumunun, bire bir yansıması olarak görmeli. Pragmatik sebeplerle bile olsa, böyle bir toplumsal içgörü ve özeleştiri; kendi halkını, dahası oylarını kazanmak istediği yeni ve oylarını kaybetmek istemediği eski seçmeni anlamak için doğru değerlendirilmeli. Gerçek siyasi başarı ve toplumsal gelişim açısından, oylardan önce gönüller kazanılmalı.
O halde o konuya da dizinin “8. episodunda” bakalım birlikte.