Demokrasi Bloğu'nun tarihsel sorumluluğu ve fırsatı (IV): Seçimler neyi değiştirecek?

Abone Ol
demokratik, lâik ve sosyal hukuk devleti ve cumhuriyet değil. Ülkeyi yönetmekte olan otoriter blokun inşa etmeye çalıştığı otokratik, hesap vermeyen ve küçük bir azınlığın ekonomik ve ideolojik çıkarlarına hizmet eden rejimden söz ediyorum. Sedat Peker videoları ve rejim değişikliği Böyle bir rejimin oluşumunu ve normalleşme tehlikesini en son her Pazar milyonlarca vatandaşın izlediği Sedat Peker videolarından anlıyoruz. Videolardaki iddialar yeterince vahim. Ama videolordaki iddialardan çok, bu iddialara devleti yönetenlerin ve sivil toplum dahil yönetilenlerin tepkileri rejim değişimini gösteriyor. Yerli ve milli kisvesi altında yapılmış bu akçeli ve kirli işlerin onda biri bile doğru olsa korkunç. Ve asgari ölçülerde demokratik bir hukuk devletinde bunlar mutlaka soruşturulurdu. Herhangi bir soruşturma açılmaması bugünkü yönetim şeklimizin bu asgari ölçüleri karşılamadığını ziyadesiyle gösteriyor. Eksik demokrasi de olsak en azından devlet içi çeteleri soruşturabilen ve yargılayabilen devlet kurumlarının olduğu 1990’ların çok daha gerisine gittiğimiz açık. Hatta iktidar kanadındaki sessizlik, zımni bir onay ve kanıksama yani bu ilişkilerin kendi açılarından meşru ve normal kabul edildiği anlamına geliyor. Burada yeni bir şey yok. Asıl tartışmak istediğim ve bence daha vahim olanı bu olayın toplumda ve siyasetteki tartışma biçimi. Kamuoyu da şu ana kadar analizlerini reel siyaset yani güç siyaseti temelinde yaptı. Doğru olan ne yanlış olan ne, hukuk, demokrasi, adalet, hakikat neyi gerektirir? Bu sorular sorulmuyor. Bu soruların devleti yönetenlerin hamlelerinde ve kararlarında bir rol oynayabileceğine ihtimal bile vermiyoruz. Bu otoriter rejimlerin bir özelliğidir.[1] Kanunlar ve doğrular güç siyasetinin sadece bir aracıdır ve böyle anlaşılır. Yönetenler açısından asıl motivasyonların tahakküm, rant ve iktidar olduğunu herkes bilir. Demokrasilerde de tabii güç siyaseti vardır. Ama güç ararken anayasa ve demokratik norm sınırları içinde davranmak bir opsiyon değil zorunluluktur. Bu zorunluluktan kaçınmak mümkün olsa da yok saymak, yokmuş gibi davranmak, yokmuş gibi tartışmak tahayyül edilemez. Örneğin Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İçişleri Bakanı’na on beş gün sonra sahip çıkmasının hangi siyasal hesaplarla ve gerekçelerle olduğu, Cumhur İttifakı içindeki hangi reel dengelerden kaynaklanıyor olabileceği çok tartışıldı. Ama cumhurbaşkanının her şeyden önce anayasal görevlerini yapmadığı ve anayasayı ihlâl ettiği gündeme bile gelmedi. Oysa Cumhurbaşkanı’nın derhal Devlet Denetleme Kurulu gibi kurumları devreye sokması, yargıyı tarafsız bir şekilde görevini yapmaya davet etmesi, bu süreçte Sn. Soylu’yu görevden alması, bu esnada da birleştirici mesajlar vermesi ve temiz devlet için alacağı önlemleri açıklaması gerekirdi. Siyaseten Soylu’yu korumayı seçse bile bunları yapması gerekirdi çünkü anayasa açısından bunu yapması bir opsiyon değil zorunluluk. Yanlış anlaşılmasın ben de bu satırları böyle bir ihtimal gördüğüm için yazmıyorum. Elbette böyle bir olasılık yok. Sn. Erdoğan 2014’te seçildiğinden beri hiçbir zaman bu sorumluluklarını yerine getirmedi ve bu çizgiye çok aykırı bir şekilde hareket etti. Bunları yazmamın nedeni, rejim değişikliğinin zihinlerde nasıl normalleşmekte olduğunu göstermek. Farklı bir cumhurbaşkanlığının bugün bize bu kadar ütopik gelmesi, otoriter bir yönetim tarzının ne kadar yerleştiğini gösteriyor. Bunun en başta zihinlerde yarattığı tahribat çok büyük. Oysa bir cumhurbaşkanının (parlamenter sistemde veya bugünkü sistemde bile) nasıl davranabileceğini ve davranması gerektiğini unutmamalıyız. Demokratik olanı ve daha iyisini beklemekte ısrar etmeli, bir sonraki cumhurbaşkanının bu rolü oynamasını talep etmekten vaz geçmemeliyiz. Gezi protestoları ve gösterdikleri Gezi protestoları da böyle bir rejim değişikliğinin görece erken işaretlerine demokratik bir tepki olarak doğmuştu. Otoriterlik o zaman henüz bu kadar normalleşmemişti ve milyonlar otoriter gidişata dur demek istemişti. O zamandan beri temel hak ve özgürlüklerimiz o kadar kısıtlandı ki bugün böyle yaygın bir protesto hareketinin çıkmasını hayal edemiyoruz. Ama toplumsal ve siyasal muhalefetin o zamana göre daha avantajlı olduğunu düşünmek için de nedenler var. O zaman ülkenin durumu görece daha iyi olduğu için toplum Gezi’nin gerekliliği konusunda bölünmüştü. Gidişatın iyi mi kötü mü olduğuna dair ülke çapında geçerli ortak bir duygu yoktu. Öte yandan Gezi protestolarının bir siyaseti yani “siyasal programı” da yoktu. Talepleri vardı ama hangi politikalarda ve kurumlarda nasıl bir değişim istediğine dair somut bir programı ve yol planı yoktu. Zaten bu tür kendiliğinden gelişmiş bir toplumsal hareketten de bu beklenemez, çünkü böyle bir programı belirleyecek organizasyonu, kadroları, mekanizmaları yoktur. En azından kısa vadede. Muhalefet partileri de o dönem Gezi’nin taleplerini siyasal bir programa aktarmakta yetersiz kaldılar, böyle bir rol oynayamadılar. Dolayısıyla talep ortak duygu olan seçilmiş hükümetin istfası şeklinde dillendirildi. İktidar da en azından tabanına bunu kendine karşı bir darbe girişimi olarak yansıtıp kriminalize edebildi. Bugün ise ülkenin durumu çok daha, kamuoyu yoklamalarının da yansıttığı üzere büyük çoğumluğun görebileceği kadar kötüleşti. Ama bu durumun nedeni olan yönetim biçimi de zihinlerde çok daha normalleşmiş durumda. İnsanlar bu yönetim biçimini onaylasa da onaylamasa da. Dolayısıyla bugün muhalefete olan desteğin daha hızlı artmamasının nedeni ülkenin gidişatına dair kanılardaki bölünmüşlük değil. Muhalefetin rejimi hangi daha iyi ve gelecek vaat eden rejimle değiştirmek istediğini somut olarak anlatması gerekiyor. Bu sistem değişikliğinin de başta ekonomi insanların gündelik hayatlarında ne değiştireceğini anlatması. Seçim ittifaklarının ötesine geçen bir demokrasi bloku ihtiyacı tam da burada ortaya çıkıyor. Seçim ittifakları son tahlilde iktidar olmak yani güç için yapılır. Oysa gücün tek meşruiyet kaynağı hâline geldiği bir zamanda farklı bir hayale inanabilmek için toplumun siyasal bir ittifaka ihtiyacı var. Yani oy hesaplarının ötesinde ideal ve program için yapılan bir ortaklığa. Yani iktidarı değil otoriter rejimi değiştirmek için yapılan ve neyi nasıl yapacağını, nasıl beraber yöneteceğini ibraz eden bir ortaklığa. Tüm bunlar tabii oy hesapları göz ardı edilsin demek değil. Tam tersine, son seçimler gösterdi ki bugün Türkiye’de “atı alanın yani iktidar gücü olanın Üsküdar’ı geçmemesi için” muhalefetin yüzde 1-2 değil büyük bir farkla seçimleri kazanabilmesi gerekli. [1] Bu aynı zamanda ara rejimlerin yani istisna hâllerinin bir özelliği. Bkz.  Giorgio Agamben, İstisna Hâli (İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2018).