Demir parmaklıklar arkasına sığınan rejim…

Abone Ol
Devleti ele geçirme siyasetinin bir hazin örneğine daha tanıklık etmekteyiz. Devleti ele geçirip dönüştürme iddiası, bir yerden sonra devlet aklına esir olma ve toplum üzerinde baskı kurma olarak karşımıza çıkmaktadır. Boğaziçi Üniversitesi öğrencileri demir kapılar kapatılarak okullarına alınmadı. Cumhuriyet Halk Partisi Lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun, bir kamu kurumu olan TÜİK’e girişine izin verilmedi. Mesele kapıların açılmasından öte, kendini demir kapılar arkasına saklayan rejiminin görüntüsüdür… Öğrencisine okulunun kapılarını açmayan, kayyumla atanan rektörü güvenlik güçlerinin desteğiyle orada tutmaya çalışan, Ana Muhalefet Partisi liderinin halk adına bilgi almasına izin vermeyen bu rejim dünya siyasi tarihine geçecektir. Son olarak Çoklu Baro Düzenlemesi getirip delege yapısını değiştiren aynı rejim, Metin Feyzioğlu’na verdiği bütün desteğe rağmen Türkiye Barolar Birliği seçimlerini kaybetti. Bunu bir alamet olarak okumaktan ziyade mevcut rejimin halkla, sivil toplumla, demokratik kitle örgütleriyle olan bağının kopması, devletleşmesi ve o ölçüde de otoriter bir niteliğe kavuşmasını göstermektedir. İyi Parti’nin Denizli mitingi, CHP’nin Mersin mitingi ile resmî açılışlarla yani devletin bütün kurum ve kuruluşlarının desteğiyle yapılan AK Parti mitingleri arasındaki belirginleşen kitle desteği ve ortaya çıkan enerji gitmekte olanı net biçimde ortaya koymaktadır. Türkiye’de devletleşen her parti kaybeder. Son olarak ekonomik bir çöküşü Milli Güvenlik Kurulu’na getirerek izlenen ekonomi politikasının bir devlet politikası olduğunu anlatmaya çalışan AK Parti’nin toplumda kaybolan desteğini ve meşruiyetini devletin farklı kurumlarında bulma çabası, kendi siyasi tarihi açısından ironiktir. “Vesayet”, “bürokratik oligarşi”, “seçilmişleri atanmışlara ezdirmeme” söylemi ve siyaseti devletin kendisi olduğunu düşünerek artık her şeyi rejimin söylemiyle konuşmaya başlamıştır. Kendi resmi ideolojisini inşa etme ve egemen kılma çabası bir süredir devam eden AK Parti, gelen bütün eleştirileri “ama bu bir devlet politikasıdır” diyerek, altından kalkamayacağı siyasi, politik, ekonomik ve diplomatik krizleri devlete havale etmeye çabalamaktadır.
Bir devlet aygıtı haline gelmiş AK Parti’nin toplumla bağı artık kurumlar üzerinden tesis edilmeye çalışılmaktadır. O kurumlara ne kadar güven varsa AK Parti’ye de o kadar güven vardır.
Öte yandan da “devlet benim” demektedir. Karşımızdaki tablo devletleşen bir partinin, halkla bağı kopmakta olan bir siyasetin ve nihayetinde hiçbir soruna hiçbir çözüm üretmeyen bir politik öznenin kendisini demir kapılar arkasına alarak saklanma çabasıdır. Biliyoruz ki artık AK Parti o eski AK Parti değil ve olmayacak. Yani farklı ekonomik ve politik vaatlerle geniş kitleleri toplayan bir parti göremeyeceğiz. Sadece iktidar marifeti, devlet kurumları desteğiyle mitingler yapmaya çalışan bir parti çıkacak karşımıza. Daha fazla güç kaybedecek, güç kaybettikçe daha fazla devleti ve kurumları öne çıkarıp otoriterleşecek ve nihayetinde bütün bunların toplamında çok daha fazla ve erken güç kaybedecek bir siyaset ve rejim var karşımızda. Devleti ele geçirme siyasetinin bir hazin örneğine daha tanıklık etmekteyiz. Devleti ele geçirip dönüştürme iddiası bir yerden sonra devlet aklına esir olma ve o aklı kendi aklı sanıp toplum üzerinde baskı kurma ve nihayetinde toplumsal ve siyasal çıkarları temsil ederken, aşkın bir güç motivasyonuna kavuşup, herkesi kendisine bağlanma ve hizmet etme ile yükümlü görme anlayışını karşımıza çıkarmaktadır. Tanıklık ettiğimiz, yaşadığımız budur. Bir devlet aygıtı haline gelmiş AK Parti’nin toplumla bağı artık kurumlar üzerinden tesis edilmeye çalışılmaktadır. O kurumlara ne kadar güven varsa AK Parti’ye de o kadar güven vardır. Bir kez daha denenmiş ve siyaset sahnesinden çekilmiş bir pratiğin farklı bir tezahürüne şahit olmaktayız.
Nihayetinde halk desteği olmadan, toplumsal bir meşruiyet kaynağı geniş kesimlerce üretilmeden bir siyasetin salt devlet kurumları aracılığıyla ayakta kalması söz konusu olmamıştır olmayacaktır.
Yarattığı, “içeride ve dışarıda herkes bize karşı algısına” teslim olmuş ve o oranda gerçeklikten kopup kendi varlığı ile devlet varlığını özdeş kılmış bir siyasetin temel açmazının kurumsal ve materyal kapasitesini yitirmiş bir haldeyken sahiplenmeyeceği yani sistem içinde tehlikeli bir hâl almaya başladığını da görme yetisi kaybolmuştur. Sistem kendisine yüküm olan bir siyaseti taşımaz. Devlet olduğunu düşünen, devleti kendisiyle özdeş kılan bir siyasetin “devletin göreli özerkliğini” fark etmesi elbette beklenemez. Nihayetinde halk desteği olmadan, toplumsal bir meşruiyet kaynağı geniş kesimlerce üretilmeden bir siyasetin salt devlet kurumları aracılığıyla ayakta kalması söz konusu olmamıştır olmayacaktır.