Değişimin dayanılmaz hafifliği mi yoksa…

Abone Ol
Her paradigmanın önce yıkılması gerektiğini, yeniden yapmanın, kurmanın da ciddi zaman alacağını unutmamak gerekir. Kişileri değiştirmeyi paradigma değişimi zannedenler, zihniyeti değiştirmenin kaç dönem/kuşak gerektirdiği gerçeğini ihmal edenlerdir. Seçimi kaybeden, değişeceğini söylemeden yeniden ikna edici olamaz. Bunu söylemde bile başaramayan seçmenini sandığa götürecek motivasyonu yaratamaz. Bol bol “değişim” söylevleri, demeçleri vermenize rağmen kendi tabanınız dahil, herkes size kuşkuyla yaklaşıyorsa, yine aynı kişi ve kadrolarla, yine aynı şeyleri yapacağınız izlenimi yaratıyorsanız, sizin için mesele değişimin çok ötesinde demektir. Sıklıkla bir paradigma değişiminden bahsediliyor. Farklı kullanımları olsa da seçim sonrası bir “değişim” için çok iddialı bir kavram. Paradigma değişimi, çok büyük devrimsel değişimleri nitelemek için kullanılır. Değerler sisteminin, bilimsel temel yaklaşımların kökten değişimini anlatır. Yani geleneksel ve olağan olandan çıkışı, artık başka kavramlarla başka türlü düşünme, zihniyet devrimini anlatır. Thomas Kuhn’un Bilimsel Devrimlerin Yapısı adlı eserinde anlattığı gibi neyin nasıl anlaşılması gerektiği konusunda artık inanç düzeyine ulaşmış, gelenekselleşmiş düşünüşten uzaklaşma kopma diyebiliriz. Şu anda konuştuğumuz “değişim” için böyle bir duruma, iddialı kavramlara ihtiyacımız yok. Üstelik hiç değişmeyen, değişmeyi aklına dahi getirmeyen bir rakibin, değişim dinamiklerini nasıl okuduğunu anlamak, seçmeni analizdeki önyargılardan kurtulmak, yanlış ve eksikleri samimi bir biçimde gidermek, kadro ve iletişim seçeneklerini gözden geçirmek, mesela saplantılardan, ezberlerden kurtulmak gibi klişeler bile iş görebilir. %52’ye %48 gibi sonuçlanmış bir seçim denkleminde kazanandan çok kaybedenlerden, eşiği atlatacak %3-4 puan oyu neden alamadık sorularını sormaktan da çekinmemek gerekir. Hele yakında bir seçim daha varsa. Devasa değişimler (paradigmal) iki seçim arasına sıkıştırılamaz, restorasyon ve açık problemleri çözmek yerine buna giriştiğiniz zaman birkaç seçimi daha kaybetmeyi göze almanız gerekir. Her paradigmanın önce yıkılması gerektiğini, yeniden yapmanın, kurmanın da ciddi zaman alacağını unutmamak gerekir. Kişileri değiştirmeyi paradigma değişimi zannedenler, zihniyeti değiştirmenin kaç dönem/kuşak gerektirdiği gerçeğini ihmal edenlerdir. Sonuç, kaçınılmaz bir hüsrandır. Vaziyeti idare etmek, değişim taleplerini yeni umut ve hedefler göstererek erteleme hevesine kapılmak, öfkenin her zaman bir biçimde dindiğini, AK Parti ve rejimin otoriterleşme riski karşısında kaçınılmaz adres olduğunuz vehmine kapılmak… Daha çok şey de yazılabilir. Ancak bunların hiçbirinin Cumhuriyeti’n 100. Yılında büyük beklentiler yaratılarak asıldıkları bir seçimdeki hayal kırıklığının hemen 10 ay sonraki seçime kadar sönümlenmeyeceğini, bahane ve gerekçelerle örtülemeyeceğini kavrayamayanlar kötülüğü sadece kendilerine değil, demokrasi, temel hak ve özgürlükler, her şeye rağmen hayat bulan dayanışma ruhunun da köküne kibrit suyu ekecekler. Cumhuriyet’i kuran parti, kazanımlar, değerler, solun, sosyal demokrasinin kitlesel tek adresi ve benzeri, kendine kaçınılmazlık atfeden her türlü kavramsallaştırma, değer yüklemeler de bir yere kadar işleyecek, kitlesel kopuşlar, belki sonuçsuz ama başka adres yaratma ve arama eylemeleri artacak, kaçınılmaz son engellenemeyecektir: Küçülme, erime, dağılma…
Türkiyede muhalif seçmenin derdi kazanmak, uzun yıllardır yoksun kaldığı talep ve tercihlerini yaşamak, demokratik kaygılarını, işsizliğini, yaşam tarzını sorgulayan, dışlayan, kutuplaştıran gittikçe otoriterleşen bir rejimde nefes almak…
Bu sözler sadece eski köklü partiler için değil, kendini yeni, “yeşil”, “sol”, “işçi”, “iyi”, “deva”, gelecek” zannedenler için de geçerli. Öz eleştiri yapmaz, kitlelerin taleplerine bigâne kalır, konjonktürün dayattığı olanakları yeterli bahaneler olarak görür, toplumun verdiği “mesajı” almazlarsa, hepsini 1-2 seçimlik ömürler, marjinallikler bekliyor. Hele vazgeçmenin, kurmaktan, emek vermekten daha kolay olduğu, “birleş-talep et-dağıl” kuşaklarının siyasette daha baskın ve bir o kadar da geçici oldukları bu dönemde. Kazananların, son tahlilde kazananın yanında olmaya odaklı kümelenmelerini, alternatif bulamayanın kaçınılmaz yazgısına dönüşen tercihlerini, nefret ede ede tekrar etmesinden artık bir aşk hikâyesi çıkarılamayacağını anlaması gerekiyor. Belki de anladı, şansı sadece rakibinin hikâye yazamaması ya da yazdığı hikâyeyi bir türlü doğru zaman, kadro ve dil ile anlatamaması. AK Parti ve Erdoğan mucizesinin her seferinde “başarmasından” söz ediyorum, adeta hep kendine mucize, hatta “kendinde mucize”… Uzatmadan: Eğer Kılıçdaroğlu, hikayeyi yine kendi istediği gibi kurgulayabilmek, İmamoğlu, Özel veya “X” aktörlerinin değişim taleplerini tartışmakla yetinir, “seçmen-delege-üye-sivil toplum”da oluşan kendi politikalarına, kendisine karşı hayal kırıklıklarını bir biçimde “yönetirim” zannına kapılırsa, sadece kendisinin ve partisini geleceğini değil, ülkenin demokratik serüveninde, otoriterleşme sürecinde sığınılabilecek (aslında geçici) son kaleler durumuna dönüşmüş “Büyükşehirlerim yerel yönetimlerini” tek tek iktidar partisi ve ortaklarına kaptırabilir. 31 Mart’ta sadece oyları gerileyen AK Parti ile değil, yine kazanmayı başarmış Cumhurbaşkanı Erdoğan ile yarışacağını, yine devasa devlet olanakları ile yine medya gücü ile yine “kırsalda 500 lirayı harcayacak yer bulamayanlarla”, yine “ sadece TRT izleyenler”le, yine bedava deprem konutuna karşı kredi borcu ve faizi ödeyeceği konutları tercih edenlerle yarışacağını, ama sadece onlarla da yarışmayacağını, büyük eşitsizlikler dahil seçimin kaybının ardındaki sebeplerin bu bilinen başlıklarının yanında, “asıl sebepleri” de çözümleyerek/yüzleşerek hareket etmek gerekiyor. 14-28 Mayıs sürecinde harcanan emeğin, çabanın büyüklüğü ve önemini göz ardı edenler olsa da ne yaptığının ve yapmadığının ama en önemlisi “yapamadığının” bilincine varan, siyasal iletişim süreçlerini her aşamasıyla devasa bir kampanya makinası (kadro/güç/kaynak) yaratmadan, kendi içine kapanarak, alınarak, kızarak, herkesi nankör görerek bir yere varılamayacağını da kavramak gerekiyor. Yıllardır bilinen bu gerçeklerin yanına, genel seçimin, seçimin temelde hangi politik tercih, yanlış ya da hesapsızlıklar üzerinden kaybedildiği büyük bir şeffaflıkla sorgulanmalıdır. Bu konuda kamuoyu ve seçmenle samimiyetle yüzleşildiği zaman, uzun uzun dile getirdiğim kaygıların yerini, yerel seçimlerde umut ve yeniden kazanma arzusu, yeniden başarma isteği alabilir.
31 Marta gidilen yolda, Kemal Kılıçdaroğlu yerinde kalmasının nedenlerini, zorunluluklarını ikna edici bir biçimde önce partililerine, sonra seçmene anlatması bu aşamada artık kaçınılmaz bir göreve dönüşüyor.
Türkiye’de muhalif seçmenin derdi kazanmak, uzun yıllardır yoksun kaldığı talep ve tercihlerini yaşamak, demokratik kaygılarını, işsizliğini, yaşam tarzını sorgulayan, dışlayan, kutuplaştıran gittikçe otoriterleşen bir rejimde nefes almak… Evet, liderliğin önemi kavrayan kitleler, kendilerini iktidara taşıyacak nitelik ve güçte, Erdoğan karşısında etkili olabilecek bir siyasal aktör arıyor, ancak Erdoğan’ın bir ikizini değil. Kimsenin genç ya da yaşlı hiçbir politikacının emeklilik hayalleri veya politik kariyer hesaplarının peşine takılmak gibi bir arzusu yok. Görülüyor ki kimse sadece “değişim” demekle yetinen bir çıkışın peşinden gitmeyecek, program, tüzük ve sol bir vizyon sunabilecek meydan okumalar da bu sürece eşlik edebilir. Üstelik bu satırlar, hesaplaşma yenilginin faturasını büyük bir iştahla sadece CHP ve liderine çıkaran diğer lider ve partileri de kapsıyor. 31 Mart’a gidilen yolda, Kemal Kılıçdaroğlu yerinde kalmasının nedenlerini, zorunluluklarını ikna edici bir biçimde önce partililerine, sonra seçmene anlatması bu aşamada artık kaçınılmaz bir göreve dönüşüyor. Türkiye’nin bir “iki dudak demokrasisi” olduğu gerçekliği içinde Kurultay süreci çok zor olsa da demokratik bir biçimde işler ve katılım her boyutuyla gerçekleşirse, CHP için gerçekten önemli fırsatlar barındırıyor. Lider düzeyinde samimiyet, netlik, yeni aktörlere yol açmamanın nedenlerini ve seçim sonrası “olağanüstü” gerçekleşebileceklerle ilgili ayrıntılı bir yol haritası ihtiyacı da çok açık. Hülâsa, gerekçesi ne olursa olsun, sürekli kaybeden değişmek zorunda. Değişmeyeni ya değiştirirler ya da kendi kaderiyle baş başa bırakırlar.