Dava ve beka

Abone Ol
Çünkü “dava” dediğiniz, son kertede, bana bu yazıyı yazdıran ve size günün bu saatinde bu yazıyı okutturan itkiden başka bir şey değil. Niye lunaparka gidip eğlenmek veya dondurma yemek yerine bu yazıyı okuyorsunuz?

Loading...

Tarık Çelenk adı bizim Politikyol okuyucuları için yabancı değil, bir süredir Pazar Politik’te birbirinden güzel yazılarla “sağ mahalleyi” anlatıyor. Güncel siyasete dair söylenen bir sözün peşinden haldır huldur koşuşturmak yerine daha serinkanlı bir şekilde, o sözün söylenmesine yol açan ortamı, kültürel birikimi, mahalle kaygılarını aktarıyor. Medyascope’taki Sağduyu programına, kısa zamanda, dördüncü kez Ahmet Davutoğlu’nu konuk etti. Bu programlar dizisinde, umarım devam eder, Ahmet Davutoğlu’nu Gelecek Partisi Genel Başkanı değil de bu konulara çok kafa yormuş bir entelektüel, bir akademisyen olarak görüyoruz. Son programlarının konusu bugünlerde çokça kirlenmiş, anlamını yitirmiş, kimi çevrelerde nefret edilen “dava” ve “beka” terimleriydi. Davutoğlu, “dava” teriminin kendisinin bir olumsuzluk teşkil etmediğini ama yozlaşan iktidar dilinden düşürmediği için böyle algılandığını söyledi ki bu tespite ben de katılıyorum. Çünkü “dava” dediğiniz, son kertede, bana bu yazıyı yazdıran ve size günün bu saatinde bu yazıyı okutturan itkiden başka bir şey değil. Niye lunaparka gidip eğlenmek veya dondurma yemek yerine bu yazıyı okuyorsunuz? Ya da ben bilmiyor muyum şimdi Boğaz’a gitmeyi, sahil boyunda yürümeyi, sardalyanın da mevsimi, açarsın yanına rakıyı, domates desen içi kıpkırmızı… Ama hayat sadece eğlenmeyi amaçlamaktan ibaret değil, onu anlamlandırmak istiyoruz ve buna ulaşmanın en tatminkâr yolu da mesleği en iyi şekilde yapmaktan geçiyor. Davutoğlu, çok haklı olarak, Hitler’in de, Aliya’nın da, Malcolm X’in de bir “davası” olduğunu söyledi; bunlara bakarak nasıl “dava kötü bir şeydir,” diye toptan kestirip atabiliriz? Kainatta hiçbir şey zıddı olmadan varolamayacağına göre, kötüye yorumlanan bir davanın karşısına iyisinin de çıkması kaçınılmazdır. Bugün her kötülüğün anası kabul edilen Siyasal İslam’ı ele alalım. Bizim davamız “Siyahın beyaza, Acem’in Arap’a üstünlüğü yoktur,” sözünden yola çıkarak, Şeyh Galip’i referans alarak, kentli bir dindarlığın insanlık için ne büyük yararlar getireceğini anlatmak da olabilir… Taliban, IŞİD ya da Fethullahçılar benzeri yapılarla daha büyük bir amacın aracı kılmak da… “Dava”, bir oyun hamuru gibi onu hisseden insanların elinde şekillenir. Davutoğlu, o programda “dava” teriminin yozlaşmasına giden zinciri şöyle anlattı. Önce yürekte, vicdanda bir tohum, bir fikir olacak, sonra akıl o fikri teorize edecek, dil aktaracak ve nihayetinde de eylem ile süreç taçlanacak. “Eğer bütün bunların arasında bir uyumluluk varsa insanın hayatı anlam kazanır,” dedi. Ama AKP’de artık tohum kurudu, teorize edecek insanlar da yok, ne kaldı peki geriye? Hamasi söylemlere abanan bir dil. Heyhat, dil tek başına insanları etkilemeye yetmiyor. “Davayı” hayattan çıkarırsanız geriye ne bir romancı kalır ne bir siyasi parti ne düşünür ne de matematikçi -tabii, terör de. Önemli olan, davayı nasıl anlayıp yorumladığınız ve onu insanlara, insanlığa aktardığınızdır. Hitler’in “davasını” alt eden Müttefikleri Kanada’dan Normandiya’ya çıkaran daha büyük “davaydı”. “Bir daha aynı acılar yaşanmasın,” diye yola çıkan Birleşmiş Milletler’di. Davutoğlu, iki seneyi aşkın bir süredir davayı partisiyle yeniden tanımlamaya çalışıyor. Onyıllarca dışlanan, birçok travmayı yaşayan muhafazakârların kazanımlarını kaybetmemesiyse o dava, ben tamamen seküler bir çevreden geldiğim halde, sonuna kadar savunup destekliyorum. Ama o dava eğer bir kişi kültünü sürekli yüceltmekse, festivalleri yasaklayıp içkiye fahiş vergiler salmaksa ve Kadıköy vapurundan inen kadınların kılık kıyafetinden memnun olmamaksa, yani bir başka yaşamı dayatmanın enstrümanıysa o davanın karşısındayım. Zaten bizim ülkenin en büyük sorunu da bence bu. Herkesin davası kendine: Kürtlerin davası Kürtlükle, Alevilerin davası Alevilikle, Sünnilerinki Sünnilikle, Atatürkçülerinki laiklikle, milliyetçilerinki Türklükle, muhafazakârların muhafazakârlıkla sınırlı. Hiçbirinin “demokrasi” diyen bir davası yok. Mahalleden çıkmadan mahallenin davasını en yüksek sesle bağırmaya çalışıyorlar. Bu da ülkeyi ve toplumu hiçbir yere götürmüyor işte. Bir rüzgâr esiyor, şişiyor yelkenlerimiz, otuz senede olmayacak işler beş-altı seneye sığıyor, derken mehter takımı gibi bir anda gerilerken buluyoruz kendimizi, sonra dönüp bakıyoruz ki bir arpa boyu yol belki alabilmişiz. Kimin davası birinci gelirse gelsin bu ülke felah bulamayacak. Davası demokrasi olan kesim ise mahallesiz olduğundan bazı anlar hariç çığlığını topluma duyuramıyor. Darbecilerin anayasasını çöpe atıp özgürlükçü bir anayasa yazmış olan, kimsenin kimsenin özel hayatına burnunu sokmadığı, kimsenin kimseyi değiştirmeye çalışmadığı, çoğullaşmanın içselleştirildiği, sokaklarında farklı dillerin mutlulukla konuşulabildiği… Bu Türkiye’yi kurabilmek için sadece “demokrasi” diyen bir davanız olmalı. İşte ancak o zaman Batı standartlarında bir hukuka kavuşacağız, o gün kimsenin hukuktan yana bir çekincesi olmayacak, saçma sapan ekonomi fikirleri yüzünden fakirleşmeyeceğiz, Atatürkçü Atatürkçülüğünü, Müslüman Müslümanlığını, Kürt Kürtlüğünü özgürce yaşayabilecek, pasaportun itibarı artacak, mecburi yurttaşlıktan gönüllü vatandaşlara evrilecek insanlar, yani aslında hepimizin davası bir ölçüde gerçekleşecek. Türkiye güçlenip insanlığın ortak bahçesine katkıda bulunduğunda, edebiyatta, sanatta, bilimde, mimaride, teknolojide, tıpta, akla gelen bütün alanlarda dünya standartlarının üstünde üretim yaptığında, refahı dağıttığında, vergiyi tabana değil tavana yaydığında bundan mutlu olmayacak bir tek kesim gösterebilir misiniz? Al sana “beka” meselesi. Beka meselesi ille bölünmemek, varkalmak için mücadele etmek değildir; aksine, insanların bunları düşünmeyeceği, istemeyeceği, birarada yaşamaktan mutlu olduğu, orada üretmeye, orada yaşamaya can attığı bir toplum yaratabilmektir. Ama bu şartların konjonktürel rüzgârlarla dolup boşalması yerine, sürdürülebilir olması için demokrasi davasının bir garantörü olması gerekiyor. Davutoğlu da programın sonunda STK’ların korkaklığından dem vururken “önce insan, sonra devlet” dedi. Şimdi bunu ister “insanı yaşat ki devlet yaşasın” diye söyleyin, ister Marksist literatüre gidip “işçi sınıfının vatanı olmaz” deyin, isterseniz liberalizme referans verip “devleti küçültmek” deyin. Davutoğlu’nun bu söyleminin devleti “baba” görüp kutsallaştıran ve hikmetinden sual sormayan sağ cenah için devrimci bir etki taşıdığını düşünüyorum. Bununla da yetinmeyip insan ile devlet arasına en geniş tanımıyla, basını, sokağı, üniversitesi ile “kamuyu” yerleştirdi, yani kurumların önemini vurguladı. “Önce insan, sonra kamu, sonra devlet,” dedi. Eğer “davayı” böyle aktarırsanız dağına taşına “önce vatan” yazılan bu ülkeye çok büyük bir hizmette bulunmuş olursunuz. Aliya, mevzubahis vatansa gerisinin teferruat olmadığını, “düşmanımıza benzemeyeceğiz,” diye vurgulamamış mıydı? Ahmet Davutoğlu ile partisinin önünde henüz aşamadıkları, belki hiç aşamayacakları, ama şayet aşabilirse radikal dönüştürücü etkisi olacak bir eşik var bence. “Davayı” yeniden tanımlamak. O “dava” bir faninin istikbaline sığamayacak kadar büyük ve kalıcı olmalı, hepimizi kapsamalı, kazanımları kaybetmemek kadar “bugünün mağdurlarının” endişelerini anlayan ve onların taleplerinin haklılığını da içselleştirmiş, bir kişinin iradesine değil güçlü kurumlara dayanan bir dava olmalı. Bir siyasi partinin yegane amacı önündeki seçimi kazanmakla sınırlanmamalı bence, daha kalıcı, daha dönüştürücü bir işin üstesinden gelmeyi hedeflemeli. Tarık Çelenk’in programında Davutoğlu’nun sözleri partinin davayı yeniden tanımlama konusunda istekli olduğunu bana düşündürdü. Gelecek Partisi bu davayı Türkiye toplumuna anlatabilecek mi, ikna edebilecek mi göreceğiz. Yapabilirlerse, Türkiye’de büyük bir zihniyet dönüşümü gerçekleşmiş demektir.