Türkiye Cumhuriyet’inin kuruluş dinamikleri, Türk-Sünni kimlikler dışındaki farklı kimliklerin ulus-devlet dışında bırakılmasına dayanıyor. HDP İstanbul Milletvekili Erol Katırcıoğlu kaleme aldı. Mustafa Kemal’in “Cumhuriyet bilhassa kimsesizlerin kimsesidir” sözünü cumhuriyetçiler çok severler. Doğrusu bu sözün hoşluğu ortadadır. Cumhuriyet yönetiminin, söylendiği tarihleri de hatırlarsak dağılmakta olan bir imparatorluğun farklı kimliklere sahip ve nereye ait olduklarını bilmeyen insanlarını bir araya getirerek bir ulus devlet kurmaya çalıştığı günlerde söylenmiş bir söz. Öyle ya, insanlarına şöyle der gibidir. Kendini yalnız hissetme, biz varız, biz birlikte bir toplumuz, biz cumhuriyetiz! Fakat aynı cumhuriyetçilerin bazıları bu cümlenin bugün de hala önemini koruduğunu kabul etmekte zorlanıyorlar. Özellikle Kürtler ve Aleviler söz konusu olduğunda (kuşkusuz başkaları da var). Doğrusu Cumhuriyet yönetimi, kendini kimsesizlerin kimsesi olarak görmek istediyse de maalesef bu şiarın gereğini tam olarak hayata geçiremedi. Özellikle Kürtleri bu Cumhuriyetin bir parçası olarak göremedi. Onların bir halk olduğunu dilleri ve kültürleri bakımından farklı olduklarını kabul edemedi. Onları kimliklerinden sıyrılmış bir biçimde Cumhuriyetin bir parçası olarak görmek istedi. Tabii ki olmadı. Olması da beklenemezdi çünkü bırakın bir halka bir insana bile ait olduğu kimliği ‘bırak da gel’ denemezdi. Alevilerin de kendi kimlikleriyle birlikte Cumhuriyetin parçası olmalarına razı olamadı. Kurulan Diyanet işleri başkanlığı açıkça Sünni İslam anlayışı çerçevesinde örgütlendi ve kimsesiz oldukları halde Alevileri içlerine almadı. Onların da kimliklerini bırakmalarını istedi. Tabii bu da olmadı. Olması da beklenemezdi çünkü inanç alemi kişiye özgü ve içsel bir meseleydi ve kimseye ‘inancını bırak da gel’ denemezdi. Fakat, o, kimsesizlerin kimsesizleri olmak amacıyla yola çıkmış olan Cumhuriyet, işin taa başında yan çizdi. 3 Mart 1924’de, aynı gün 3 yasayı Meclisten geçirerek yasalaştırdı. Kimilerinin “3 Mart Devrimleri” olarak andığı bu yasalardan biri “Tevhid-i Tedrisat Kanunu”, bir diğeri de “Diyanet İşleri Reisliğinin kuruluş Kanunu” idi. (Bir diğeri de Osmanlı Hanedanının ilgası ile ilgili kanundu). Anlaşılacağı gibi özellikle bu iki kanunun aynı gün çıkması tesadüf değildi. Cumhuriyet yönetimi bu kanunlarla toplumdaki kimsesizlerin kimsesi olmak amacını yerine getirmek için onları kimliklerinden arındırıp, herkesin Türk ve Sünni hissedeceği bir ulus devlet yaratmak işine girişmişti. Şimdi yazının bu girişinden sonra asıl muradıma geleyim: Hadi diyelim o günlerde yıkılan bir imparatorluktan bir ulus devlet yaratmak o kadar kolay değildi. Çünkü ortada bir ulus yoktu. Ortada olanlar farklı etnik ve inançlara sahip “kimsesizler”di. Cumhuriyete öncülük eden kadrolar da bu kimsesizlerin kimsesi olarak kendilerini görüp bu farklılıkları bir potada eritmek istediler. Ama olmadı. Olmadığı bugün yaşadığımız hengameden belli değil mi? Bir tarafta Siyasal İslamla iç içe geçmiş bir Türk milliyetçiliği, diğer yanda da “laik” bir dünya anlayışını benimsemiş olmak üzere yan yana gelmiş “Batılı Türkler”. Kürtler ve Aleviler ise ortadalar. İnsan bu manzaraya bakınca şöyle diyor. Özellikle Cumhuriyeti kurmuş olan parti, bir ayağında Türk milliyetçisi oldukları çok açık siyasilerle ülkede bir değişim rüzgârı yaratmayı ummaktansa neden bu geçmişi bu çıplaklığıyla kabullenip, Cumhuriyetin birinci yüzyılında yapamadıklarımızı bu yüzyılda yapacağız, ülkedeki bütün kimsesizlerin kimsesi olacağız düşüncesine neden dönemiyor? Güçlendirilmiş parlamenter sistem namelerini bırakıp da ülkede kendini kimsesiz ya da öteki olarak gören, başta Kürtler ve Aleviler olmak üzere bütün herkesin kendini içinde hissedeceği bir söylem oluşturamıyor? Bu o kadar zor değil! Sadece cesaret gerektiriyor.