Cumhuriyet Dönemi iç göç dinamikleri

Abone Ol
Uğurtan Demirtaş Refah üretimine odaklanarak refahın difüzyonuna yol açacak politikalara kaynak aktarımını azaltmayı hedefleyen modeller en sonunda popülist siyasetçilerin altın çağının yaşanmasına giden yolun taşlarını döşemiştir.

Loading...

Göç çok uzun yıllardan beri insanların hayatlarının içinde yer alan ve onları birçok açıdan etkilemiş bir konudur. Türkiye’de ise 1950’lerden başlayan iç göç dinamiğinin 2000’lerden itibaren köylerde yaşayan nüfusun %20’nin altına düşmesiyle önceki momentumunu kaybettiği ileri sürülebilir. Kuşkusuz bunun nedenleri arasında terk edilen yerin itici ve göçülen yerin de çekici faktörleri vardır. Türkiye’de endüstriyel üretimin göçen kitlelerde sınıf bilinci yaratarak uzun vadede şehir hayatına adaptasyonlarını kolaylaştırıcı etki yaratabilecek hacimden yoksun olması nedeniyle göçe maruz kalan büyükşehirlerde birçok farklı alt kültürün gelişmesi ve bunların yanında farklı gettolaşmaların mümkün olduğu görülmektedir. Bunların başında 1970’lerde patlayan arabesk furyasının şehirlerin çeperlerinde yaşayan kesime hitap etmesi örnek verilebilir. 1960 darbesi sonrasında 5 yıllık kalkınma programlarıyla görece istikrarlı bir iktisadî dönem geçirilse de 1974’te yaşanan petrol şoku ve Kıbrıs Harekatı nedeniyle gerçekleşen Amerikan Ambargoları Türkiye Ekonomisinde sert bir bölüşüm şoku ve bunun yol açtığı yüksek enflasyon dönemi yaşanmıştır. Ekonomide sert daralmaların yaşandığı bu dönemde gerçekleşen göçe ve artan nüfusa karşı yeterli kaynak üretiminin sağlanamaması iktisaden sürdürülememiş ve kargaşa dönemi 12 Eylül 1980 darbesiyle son bulmuştur. Göç dinamikleri ise bu durumdan ziyadesiyle etkilenmiştir. Bu dinamikteki değişime değinmeden önce köy/kırsal ile şehir arasındaki farka 20. yüzyıl zaviyesinden bakmak elzemdir. Bilginin günümüzdeki ağırlığını bir kenara bırakırsak refah belki de Soğuk Savaş’ın bittiği döneme kadar hep enerjiyle ilintili bir kavramdı. Mesela yerleşik hayata tarımın keşfiyle geçebilen insanlar o dönemde tarımdan elde ettikleri üretimin ihtiyaçlarının çok ötesine geçebildiğini gördüler. Mamafih bu durum avcı toplayıcı dönemlerde pek mümkün değildi. İhtiyacınızdan fazla hayvanı avlamak hem avlanma için gereken enerji kaybı hem de avlanmış hayvanların ticarete konu olacak kadar uzun süre dayanmaması nedeniyle iktisaden bir değer taşımıyordu. Tarım tam olarak bu alandaki boşluğu doldurdu. Çünkü topraktan elde edilen mahsul ihtiyaçtan fazla olabiliyordu ve aynı zamanda bu ürün bozulmadan depolanabiliyordu. Dolayısıyla iktisadî açıdan bir artı değer söz konusu olabildi. Tarımın refahla ve refahın da enerjiyle olan ilişkisi bu noktada ortaya çıktı. Ziraî mahsul iktisaden bir değer taşıyordu çünkü bir besin maddesiydi. Bu refaha giden bir yol açılması demekti çünkü besin olarak ihtiva ettiği enerjiydi. Enerjiyi depolayabilmekse refahı depolayabilmekti. Tarımın mümkün olmasıyla beraber insanlar başka birtakım sorunlar da yaşamaya başladı. Bunların başında tarım yapılan arazilerin korunması, ürünlerin ticaretinin yapılabilmesi gibi konular geliyordu. Düzenli bir ziraî üretimin sürdürülebilmesi için hem üreticinin hem de tüketicinin rıza göstermesi gerekiyordu ki bu kural bugün de geçerliliğini korumaktadır. Eski Yunan’da deniz, rüzgâr, ateş gibi birçok farklı tanrının olması aslında boşuna değildi. Yunan Şehir devletleri çoklu bir federasyon gibi kurulmuş ve zaman zaman kendi içlerinde de savaşmışlardı. Tanrılar arası hiyerarşide Zeus’un en tepede konumlandırılmış olsa da tek tanrı olmamasının Eski Yunan Medeniyetinin sosyopolitik yapısının bir yansıması olduğu da iddia edilebilir. Tek tanrılı dinlerin Orta Doğu bölgesinden yayılmaya başlaması ise bir tesadüf değildir. O döneme kadar genel ticaret aksı Çin ile Akdeniz Limanları üzerinden Avrupa arasındaydı. Bu durum bölgeyi ticaretin merkezinde konumlandırdı. Buna ek olarak, Fırat, Dicle ve Nil deltalarından oluşan bereketli hilâl bölgesi ve bu deltalara ek olarak bu bölgenin hem sulama avantajı hem de bol güneş alması hasebiyle ziraî üretimin yüksek olması bölgeyi bir ticaret ve üretim üssü haline getirmişti. Üretimin ve ticaretin bol olduğu yerde para sirkülasyonu çok yüksek olur. Eğer insanların rızasını üretmeyi becerecek bir sosyal düzen inşa etmekte zorluk yaşanırsa bu bölgede sürekli huzursuzluklar çıkacaktır. Daha çok üretim için köleleri daha acımasızca çalıştırmak isteyen Firavun’a karşı çıkan Musa figürüyle birlikte tek tanrılı dinlere giden yol açılmıştır. Tarım toplumlarında bir sosyal düzen inşa etme amacıyla ortaya çıkan dinlerin tasavvur edeceği düzen doğal olarak yayılmacı olacaktı. Çünkü daha az kaynak tahsisiyle rızasını üretebileceğiniz geniş kitleler elinizde daha çok kaynağın birikmesine ve bunun fetih için kullanılabilmesine imkân verecekti.
Eski Yunan’da deniz, rüzgâr, ateş gibi birçok farklı tanrının olması aslında boşuna değildi. Yunan Şehir devletleri çoklu bir federasyon gibi kurulmuş ve zaman zaman kendi içlerinde de savaşmışlardı.
Bol ziraî üretim ve minimal kaynak tahsisi bir araya gelince ilk olarak kadının sosyal hayattaki konumu ağır darbe aldı. Kadın, fiziksel gücünün az olması ve iç talebi baskılayan dini öğretilerin varlığı nedeniyle üretim ve tüketim süreçlerinin dışında kaldı. Böylece geriye sadece doğurma yetisi kaldığından dolayı kadının metalaşması kolaylaştı. Mesela Roma’nın erken cumhuriyet döneminde bu kadar iç talep baskılayıcı bir durum olmaması özellikle yerleşik Roma Kadınının sosyal hayatta görünür olmasına imkân verdi. Tarım toplumunda kadının erkekle eşit olmaması olağanken, sosyal hayattan ne dereceye kadar dışlanacağı tamamen inşa edilmesi istenen sosyal düzene bağlıydı. Son dönemin popüler dizilerinden Spartacus’te bu fark son derece belirgindir. Köle gruplarında kadınlar da birer savaşçı gibi yetiştirilirken, Roma tarafındaki kadınlarda böyle bir durum söz konusu değildi. Kısacası, sanayi devrimi öncesi tarım topluluklarında bir topluluk tarıma ne kadar uzaksa kadınların o toplulukta o derece görünür olduğunu iddia etmekte bir beis olmayacaktır. Osmanlı İmparatorluğu gerek Doğu Roma’dan gerekse de İslam’dan edindiği birikim ile beraber genişlemeci siyasetini bu üretim ilişkileri üzerinden kurmayı tercih etti. İmparatorluk maddi gücünü ağırlıklı olarak Akdeniz ticareti üzerindeki vergilerden, direkt hâkimiyeti üzerindeki ziraî üretimden, fütuhat sonrası elde edilen ganimetten ve vergiye bağlanan çevre ülkelerden elde etmekteydi. Coğrafi keşifler ilk olarak Akdeniz ticareti üzerindeki vergilere sekte vurdu. Hem bu ticaretten kazanılan vergi geliri azaldı hem de Amerika’nın keşfi ile beraber Avrupa’da bir altın bolluğu oluştu. İlk dönemlerde bu bir enflasyon yaratsa da, daha sonrasında bir sermaye birikiminin ve bu birikimden gelişecek ilk dönem sermayedarların gelişimine kapı araladı. Sanayi devrimi tam olarak bu sermaye birikiminin mümkün olmasından sonra gerçekleşebildi. Tarih birtakım sıralar ile ilerliyor. Nasıl önce tarım, sonra ticaret, sonra paranın icadı, sonra faiz ve son olarak dinler ortaya çıktıysa, önce sermaye birikimi sonra sanayi devrimi, sonra ulus devletlerin yükselişi ortaya çıkmak zorundaydı. Bir başka deyişle İslam’ın faizi (riba) haram kılabilmesi için öncelikle İslam ortada yokken faizin ortada olması gerekiyordu. İmparatorluğu ciddi anlamda geri kaldığına ikna eden ilk olay 1768-1774 Osmanlı Rus Savaşının kaybedilmesi ve akabinde imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşmasıdır. Bu savaş sırasında Rus Donanmasının İzmir açıklarında Osmanlı donanmasını ağır bir yenilgiye uğratması nedeniyle, Padişah III. Mustafa’nın emriyle bugünkü İTÜ’nün temeli olan Mühendishane-i Bahr-i Hümayun 1773 yılında açılmıştır. Bu okulun Osmanlı Modernleşmesinin ilk kıvılcımı olması ve bu kıvılcımın tamamen askerî bir yenilgi sonrası gelişen askerî bir adım olması hasebiyle sonraki dönem için Türk Tarihi hakkında derin izler barındırır.
Toplumların iç dinamiklerini en fazla zorlayan şey gelirin değil refahın asimetrik dağılımıdır. İnsanlar daha fazla kazanana karşı tepkisellik içine bireysel olarak girebilseler dahi toplumsal olarak bu tarz bir tepkisellik kendine zemin yaratamaz.
Savaşın kaybedilmesinde birçok etken başat rol oynasa da, modernleşme hareketlerinin kaçınılmaz olarak başlaması gerektiği konusunda bir fikir birliği hâsıl olmuştur. Bunun için öncelikle devlete kaynak kazandırmak gerekmiş ve bu konuda birçok adım atılmıştır. Daha sonra bu adımların sağlıklı bir şekilde atılabilmesi için gerek devlet içi gerekse devlet dışı yerel aktörlerin yeniden tasarlanması gerektiği ortaya çıkmıştır. Bu hareketler ilk önce Sultan I. Abdülhamit ve Sultan III. Selim tarafından ele alınmış olsa da, Osmanlı sosyal düzeninin modernleşme hareketlerine uygun hale getirilmesinde en büyük başarı sahibi Sultan II. Mahmut olmuştur. Her şeye rağmen bu modernleşme adımları sanayi devriminin hızına yetişmekte zorlanacaktı. Sanayi devriminin en keskin tanımı üretim süreçlerinden kas gücünün (insan ya da hayvan) çıkarılması şeklinde yapılabilir. Avcı toplayıcılıktan tarıma geçerken nasıl enerjinin tarım ürünlerinde depolanması bir refah artışına yol açmışsa, üretimden kas gücünün çıkarılması da aynı şekilde ama daha yüksek miktarda enerjinin insanların istekleri doğrultusunda kullanımına yol açmıştır. Böylece refahın enerjiyle olan ilişkisinde yeni bir eşik atlanmıştır. Toplumların iç dinamiklerini en fazla zorlayan şey gelirin değil refahın asimetrik dağılımıdır. Daha çok para ile sahip olmak istedikleri bir şey olmadığı sürece insanlar daha fazla kazanana karşı tepkisellik içine bireysel olarak girebilseler dahi toplumsal olarak bu tarz bir tepkisellik kendine zemin yaratamaz. Sanayi devriminin ilk dönemlerinde, yüksek miktarda enerjinin yani refahın birileri için erişilebilir olması başkaları için erişilemez olmasını beraberinde getirdiğinden dolayı bu tarz sosyal gerilimler son derece sık yaşanmıştır. Yusuf Akçura’nın 1904 tarihli Üç Tarz-ı Siyaset makalesinde bu yüzden en kolay şekilde elediği alternatif Osmanlıcılık iken, İslamcılık ile Türkçülük arasındaki kararsızlık ve hibrit bir sentez arayışı tüm Cumhuriyet dönemi boyunca sürmüştür ve hala sürmektedir. İki dünya savaşı arası dönemin çok aktörlü siyasi düzeninde ülke içi kaynakların kaynak üretimine aktarılmasına imkân verecek şartlar büyük ölçüde mevcuttu. Buna ek olarak, ilerlemeci ve vizyoner bir kurucu liderin varlığını da tekrar hatırlatayım.
Göçün siyaset sahnesindeki asıl etkileriyse 1990’larda Refah Partisi’nin iktidara gelişine kadar sürecektir. Yaşadığı köyü terk ederek şehre gelme kararını alabilen ilk kişilerin genel olarak daha az muhafazakâr olduğu yorumu yapılabilir.
1950 ile beraber başlayan göç hareketlerinde Demokrat Parti döneminde temel neden tarımda artan makineleşme ile beraber tarımsal üretimin ve nüfusun artması ve aynı zamanda tarımda istihdam ihtiyacının azalmasıdır. 1960-1980 arası dönemde ise sanayileşme ihtiyaçları başat faktör olmuştur. Bu nedenle bu dönemde sendikacılık, grev ve işçi hakları yönünde birçok hareket yaşanmıştır. Göçün siyaset sahnesindeki asıl etkileriyse 1990’larda Refah Partisi’nin iktidara gelişine kadar sürecektir. Yaşadığı köyü terk ederek şehre gelme kararını alabilen ilk kişilerin kalmayı tercih edeceklere göre genel olarak daha az muhafazakâr olduğu yorumu yapılabilir. Çünkü yaşadığı yerden ayrılmayı göze alacak insanın bunu yapmak için bir motivasyona ihtiyacı vardır. Bu kimi zaman kırsalda iş imkânlarının az olması olsa da, aza tamah etmeyip daha müreffeh bir yaşamın peşinden koşmak isteyecek insanın geleneksel İslami öğreti olan bir lokma bir hırka yaklaşımına karşı olması beklenir. Bu durumda, köyden kente göç sürecinde kente ilk gelenlerin geldikleri yer içinde görece daha az muhafazakâr kesim olmaları beklenebilir. İkinci olaraksa, kentlerin köyden gelen nüfusu hizmet yerine sanayide istihdam edebilme potansiyelinin özellikle 1970’lerin ikinci yarısından itibaren Amerikan ambargoları ve petrol krizleri nedeniyle sekteye uğramasıdır. Göç eden kişilerin endüstri yerine hizmet sektöründe daha az sosyal güvenceyle istihdam edilmesi bu kişilerin çok daha zor sınıf bilincine ulaşmalarına yol açmıştır. Sınıf bilincine ulaşma ya da sınıf bilincine dayalı siyaset alanının 12 Eylül sonrası dönemde ortadan kaldırılması ise 1970’lerin ikinci yarısında başlayan kötüye gidişi 1980’lerle beraber büsbütün artırmıştır. Düzgün işleyen bir ekonomide, hizmet sektörünün sanayi sektörü üzerinden elde edilen refahı toplum geneline yayarken istihdam üretmesi beklenir. Yıllar içinde sanayide katma değer yoğun alanlar yerine sermaye ve/veya emek yoğun üretim yöntemlerinin tercih edilmesi ekonomik verimliliğe darbe vurmuştur. Böylece süreç en sonunda rıza üretiminin kimlik siyasetine mahkûm edilmesine giden yolun açılmasını sağlamıştır. Endüstriyel üretimin toplumu dönüştürecek kadar yüksek olmaması ve kırsal nüfusun yıllar boyunca şehirlere akması sonucunda Refah Partisi özellikle 1994 yerel seçimlerinde İstanbul ve Ankara Belediyelerini kazanarak siyasî bir başarı kazanmışlardır. Bu başarı sonraki dönemlerinde artarak bugüne kadar gelinmesini sağlamıştır. Buna yol açan nedenlerin başında ise üstün nitelikli profesyoneller ve sermayedarlar dışında kalan kişilere kaynak aktarımını minimize etmeyi hedefleyen politikalar gelmektedir. Refah üretimine odaklanarak refahın difüzyonuna yol açacak politikalara kaynak aktarımını azaltmayı hedefleyen modeller en sonunda popülist siyasetçilerin altın çağının yaşanmasına giden yolun taşlarını döşemiştir. Alt gelir grubunu siyaseten en elverişli kesim yapan nokta düşük bir kaynak aktarımıyla rıza üretiminin mümkün kılınmasıdır. Bunun için de sürekli kimlik farklılıklarının canlı tutulması elzemdir. Refahın yaratımını sağlayan seküler orta sınıfın bu refahı yaratabilmesi için ihtiyaç duyulan sosyal düzen içinde alt gelir grubuna kaynak aktarımının rolünü yeniden hatırlamak gerekiyor. Kaynaklar
  1. Yüksel Kaştan, Türkiye’de Cumhuriyet Dönemi İç Göç Hareketleri, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi
  2. Yusuf Akçura, Üç Tarz-ı Siyaset, Türk Tarih Kurumu Yayınları