Bir sonraki genel seçimlere her gün biraz daha yaklaşıyoruz. Muhalefetin umutları da hiç olmadığı kadar yüksek. Kötü yönetilen bir ekonomi ve yerel seçimlerde muhalefetin elde ettiği başarı muhalefetin iktidara gelerek Türkiye’deki 20 yıllık AKP iktidarını bitirmesi için tarihi bir fırsat penceresi açtı. Açılan bu fırsat penceresinin farkında olan CHP son dönemde farklı kesimlere ulaşabilmek için iletişim stratejileri geliştiriyor, söylemlerini dönüştürüyor ve geleneksel tabanından daha farklı kitlelerin dilini konuşmaya çabalıyor. Aynı anda da iktidarın son yıllardaki üst üste yaptığı hataların olabildiğince üstüne giderek kendine bir söylem alanı açmaya çalışıyor. Ancak CHP hakkındaki önyargılar da kolay kırılmıyor. CHP’nin aşamadığı mistik %25 duvarı yıllardır konuşulan bir durum. Nitekim bugün anketlere baktığımızda da hala bu bandın ötesine pek geçemediğini görmek mümkün. Oy tabanını genişletmek için farklı kesimlerdeki önyargıları kılacak şekilde daha kucaklayıcı söylemleri benimseme çabasında olan CHP, bu cam tavanı bir türlü kıramıyor. Evet, muhalefet içerisindeki İmamoğlu ve Yavaş gibi yerel seçimlerde zafer elde etmiş figürlerin popülaritesi yüksek. Ancak yine de birçok kişi hala muhalefete doğru daha büyük seçmen kayışlarının neden olmadığını sorgular halde. Bunda aşırı kutuplaşmanın etkisi olduğunu söylemek gayet mümkün. Aşırı kutuplaşmış bir ortamda iktidara yakın seçmenler, iktidarın ve medyanın da baskın söylemleriyle yerinden çok daha zor kıpırdar halde. Ancak yine de muhalefetin kendisine neyi eksik yaptığını ve daha neler yapabileceğini sorgulamasında fayda var. Bu işi sadece kutuplaşma ile açıklayarak muhalefetin kaderine razı olması herkesi kötümser bir pasifliğe itme riskine sahip. CHP de yıllar içerisinde Türkiye’nin değişen iklimiyle birlikte bir dönüşüm süreci yaşadı, toplumun muhafazakâr kesimlerini kapsayacak bir söylem geliştirdi. Bu süreçte de politik spektrumda sağa kaydığı, ilerici ve genç kesimlerin bir kısmını yakalayamadığı ve muhafazakâr söylemlere feda ettiği konusunda birçok eleştiriye maruz kalıyor. Bu eleştirilerin isabetli olup olmadığı gerçeğini bir yana koysak bile sormamız gereken önemli bir soru var. “Muhafazakâr” diye adlandırılan kesimlere ulaşmanın yolu nedir? Muhalefete baktığımızda beni endişelendiren, “muhafazakâr” kesimlere açılmanın kimliksel söylemlerle alakalı bir süreç olduğu algısının baskın olması. Kimlik siyaseti içerisine sıkışmış, hatta iktidar tarafından sürekli sıkıştırılan bir Türkiye’de, bu oyunu muhalefetin oynamasının gerçekten faydasına olup olmadığını sorgulamakta fayda var. Elbette değişik toplumsal grupların benimsediği belli değerlere karşı dışlayıcı olmamak bir partinin tabanını genişletmesi için faydalı olabilir. Ancak bu toplumsal grupları nasıl tanımladığımızla da alakalı. CHP, “muhafazakâr” kesime baktığında neyi görüyor? Bunun bir cevabı belli yaşam pratikleri ve sosyal değerlerler üzerinden verilebilir. Ancak “kim bu muhafazakâr kesim?” diye sorduğumuzda, hatta daha da net biçimde, “kim bu AKP’ye oy verenler?” diye sorduğumuzda çok daha farklı bir cevap vermek de mümkün: Çoğunlukla Türkiye’nin en fakir kesimleri. Kimlikleri tanımlamanın tek yolu din ve etnik köken değil. “Kim?” sorusuna verilebilecek bir diğer cevap da gelir durumuyla alakalı. Siyasi partilerin, hatta daha basitçe muhalefet ile iktidar seçmenlerinin, aralarındaki ayrımlara baktığımızda ortaya gelir durumu açısından çok çarpıcı bir tablo çıkıyor. 2018 Genel Seçimleri’ne göre Türkiye’nin en zengin %10’luk kesiminin en çok desteklediği parti CHP (34.9%). CHP’den çok daha yüksek oy almış AKP ise bu %10’luk kesimin daha az bir oranının oyunu alıyor (%31.6). İki parti arasındaki oy oranlarını göz önünde bulundurursak, CHP seçmeninde en zengin kesimin orantısız biçimde temsil edildiğini görmek mümkün. Bunun tam tersi biçimde ise Türkiye’nin en fakir %50’lik kesiminin sadece %17,4’ü CHP’ye oy verirken, AKP’de bu oran %46. Yani Türkiye’nin en fakir %50’lik kesiminin yarısı oyunu AKP’ye veriyor. Bu yazı CHP’ye odaklansa bile bu dinamikleri İYİ Parti-MHP seçmeni arasında da görmek mümkün. İYİ Parti seçmeninde de zengin kesimin temsili MHP seçmenine göre çok daha yüksek. Paylaştığım görselde gelir seviyesi arttıkça CHP ve İYİ Parti’ye yönelimin arttığını, gelir seviyesi düştükçe de AKP ve MHP’ye yönelimin arttığını görmek mümkün. Bu dinamiğe ters hareket eden tek parti ise HDP. Muhalefette olmasına rağmen HDP, düşük gelir seviyesinden seçmenlerin temsilinin çok daha yüksek olduğu bir parti. Peki bu tablo bize neyi anlatıyor? İktidar ile muhalefet seçmeni arasında sadece kimliksel değil sınıfsal bir ayrım da var. AKP’nin siyasi söylemlerini üstüne inşa ettiği kimliksel kavgalar ötesinde sınıfsal bir gerçekliği de var. Ve bu gerçeğin es geçilmesi ihtimali, resmin eksik okunması ve muhalefetin başarısını baltalama riskine sahip. Bu sınıfsal gerçeklik, bu kesimlere ulaşmanın, daha “kapsayıcı” olmanın sadece kimlik siyaseti üzerinden yapılmaması gerektiğine işaret ediyor olabilir. “Bu kitle kim?” diye sorduğumuzda da aklımızda sadece kimliksel imgeler belirmesi de yine resmin eksik bir okuması olacaktır. Kitlelere ulaşmanın en önemli yolunun kimlik siyasetinden geçtiği algısı, aslında tam da iktidarın yıllardır Türkiye siyasetini oturtmak istediği zemini daha da sağlamlaştırma riskine sahip. Muhalefetteki partiler ise iktidarın kurduğu oyunun kurallarına göre oynayarak belli kazanımlar elde etmeye çalışsa da oyunu en başta iktidarın kurduğunu unutmamalı. Bugünkü siyasi tartışmaların yürüdüğü zemini iktidar belirlediği sürece, iktidarın kurduğu oyun hâkim olduğu sürece, iktidar avantajlı bir pozisyonda kalacak. Muhalefetin kendine avantajlı bir alan yaratması iktidara alternatif bir oyunu Türkiye’ye sunmasıyla mümkün olabilir. Burada iktidarın da kimlik siyasetine fazla yüklenmesiyle es geçtiği ve açık bıraktığı kocaman bir alan kalıyor. Gelir eşitsizliklerini es geçen, geçimsizliğin siyasetini söylem haline getiremeyen bir iktidar karşısında muhalefet siyasetin zeminini ekonomik bir düzleme çekmek zorunda. Bugün muhalefetin ekonomik söylemleri zaten öne çıkardığını söyleyenler olacaktır. Ancak bu söylemlerin özellikle 2018 sonrası alevlenen ekonomik krizin etkileri üzerinden yürütülen tepkisel bir doğası bulunuyor. Ancak burada bahsedilen, kullanıldığı şüpheli olan potansiyel, daha derinde yatan ve yıllardır oy verme alışkanlıklarında pek de değişimin gözlemlenmediği ekonomik grupların oy dağılımını kırabilecek yeni bir ekonomik hikâye sunma potansiyeli. Muhalefetin kitleleri peşinden sürüklemesi, ulaşmaya ve kapsamaya çalıştığı kesimleri yakalayabilmesi için yeni bir siyasi hikâye yaratması gerekiyor. İktidarın da yıllardır beslendiği, bugüne de hala hâkim olan kimlik siyaseti iklimine karşı aynı hikâye içerisinde farklı bir söylem sunmak yeterli değil. Türkiye’de toplumsal grupların gerçekliklerini okuyarak bu grupları yakalayabilecek alternatif bir paradigmanın nasıl oluşturabileceğini düşünmek gerekiyor. İşte burada da iktidar ve muhalefet seçmeni arasındaki gelir ayrımının göz önünde bulundurulması ve iktidarı destekleyen kitlelerin ekonomik koşulları üzerinden bir hikâye yaratmak mümkün. Maksat “iktidarın yaptığını daha iyi yaparız” değil, “iktidarın yapamadığını yaparız” olmalı. Türkiye’nin geri ve yoksul kalmış kesimini AKP’nin yaptığı şekilde kimlik siyaseti üzerinden yakalamak yerine başka bir hikâye üzerinden yakalamak gerekiyor. Yoksa muhalefet, AKP’nin muhalefetten daha iyi yaptığı bir şeyi yaparak kazanmaya çalışma riskine sahip. 2008 krizinden sonra ülkedeki ekonomik eşitsizlikler sürekli olarak arttığı için AKP bu derin yara üzerinden herhangi bir söylem geliştirmekte zorlanacaktır, çünkü bu süre içerisinde iktidarda kendisi vardı. Buna rağmen AKP’nin “altın yılları” olarak görülen 2000’lerde başarılarının en büyük kaynağı 2008’e kadar gelir eşitsizliğinin kademeli olarak azalması ve en büyük gelir artışının en yoksul kesimlerin gelirlerinde gözlemlenmesiydi. Bugün eşitsizlikler üzerine kurulu bir söylem üzerinden siyasetini yürütmese de AKP bile seçmeninin sınıfsal doğasının farkında olmalı ki 2010’larda bile en fakir %20’lik kesimin reel gelirinin artışını sürdürmesini sağlamak istemiş. Ancak aşağıdaki görselden de net bir şekilde gözlemlenebileceği üzere 2010’lu yıllarda en zengin %20’lik kesimin orantısız biçimde zenginleşmesine izin vererek eşitsizlikleri giderecek bir ekonomi yönetimi yürütmemiştir. Peki burada muhalefete düşen rol nedir ve bu yazı neden özellikle CHP’ye odaklandı? Sorunun ikinci kısmından başlayacak olursak, AKP yıllardır özellikle CHP’ye karşı yürüttüğü kutuplaştırıcı siyasette inanç, etnik köken, mezhep, laiklik gibi en basit kimlik ayrımlarını siyasi tartışmaların odağına koydu. Bu sayede de Türkiye’deki belli bir kitle ile CHP arasına büyük bir duvar ördü. CHP ise bu siyasi iklim içerisinde AKP’ye karşı etkin bir muhalefeti nasıl yürütebileceğinin arayışı içerisindeydi. 2019’da İstanbul ve Ankara’nın CHP’nin eline geçmesiyle bu etkin muhalefet stratejisinin yolunu bulduğunu da hisseder bir havası var. Ancak yine de CHP %25’te takılmış halde. Burada CHP’nin ve hatta CHP seçmeninin kendisine uzak kitleleri neden kazanamadığını sorması gerekiyor. Ve burada da çok basit bir gerçek var. Sosyal demokrat olduğunu iddia eden bir parti olarak ve bu partinin seçmenleri olarak, Türkiye’nin yoksul ve geri kalmış kesimi için CHP ve CHP’liler ne sunuyor? CHP seçmeninin de Türkiye’nin değişmesi ve istemediği bu siyasal hükümdarlığın sonlanması için, yoksul ve geri kalmış kesimlerin ciddi bir kısmını sahiplenebilmiş iktidara karşı bu kitlelerin akıbetini gerçekten samimi biçimde ne kadar dert ettiği kendisine sorması gerek. Çünkü bu kitlelerin akıbetini, gerçek anlamda yaşam standartlarının akıbetini, düşünmeden bu kitlelerin dikkatini çekebilmek çok da mümkün değil. Mesela yoksul kesime destek olabilmek için muhalefetteki kesimlerin alternatif dayanışma ağları kurma vizyonu var mı? Çünkü bu yoksul kesimlerin birçoğu devletin yetersizliğiyle muhafazakâr kesimlerin kurduğu vakıf ve cemaatlerle de bağı olan dayanışma ağları tarafından kucaklanıyor ve bu da başka sorunlara yol açıyor. Bu kesimler, kendilerine destek veren kurumlar yüzünden iktidara olan sadakatinden kolay biçimde vazgeçemiyor. Bundan öte devletin dolduramadığı boşluğu dolduran bu dayanışma ağlarına karşı muhalefetin yoksul kesimleri kucaklayacak, mesela gençleri bu cemaat yurtlarına mahkûm etmeyecek kamucu bir devlet tahayyülü kurgulaması gerekiyor. Burada da yine ekonomik anlamda merkezin sağında değil solunda bu sorulara cevap bulmak çok daha kolay. Kazanamadığı seçmenin yoksulluğunun gerçekliği göz önünde bulundurulduğunda muhalefette de en büyük rol yine sosyal demokrat olduğunu iddia eden CHP’ye düşüyor. Çünkü yoksul kesimlerin durumunu iyileştirecek en kapsayıcı söylem ekonomik anlamda merkezin sağında değil, solunda bulunabilir. Eğer Türkiye’de iktidarın kurduğu oyuna karşı yeni parametrelere sahip bir oyun kurulacaksa bunu yapması gereken ana akım parti yine CHP’dir. Siyaseti kimlik bataklığından çıkararak özellikle yoksul kesimlere daha iyi bir yaşam vaat eden ve ekonomik iddiaları sağlam bir hikâye sunması gerekiyor. İYİ Parti, merkezin sağındaki konumlanmasıyla stratejik olarak iktidara yakın belli kitlelerin muhalefete geçişi için kullanışlı bir köprü işlevi görüyor. Ancak siyasi tartışmaların aksını değiştirecek yeni bir hikâye yazabilecek Millet İttifakı ortağı CHP. Açıkçası, AKP’nin yıllardır muhatap aldığı, zıtlaştığı ve karşıt pozisyona koyduğu ana parti olarak da bu hikâyeyi yazması gereken parti CHP olmalı. Daha kapsayıcı olabilmek, farklı toplumsal grupların dünya görüşlerini ve yaşam pratiklerini kucaklayacak bir söylemle alakalı olduğu kadar, farklı materyal yaşam koşullarına sahip grupların akıbetini dert edinen geniş bir siyasal vizyon sunmakla da alakalı. Kimlik siyaseti gözlüğünü takarak bakarsak CHP’nin muhafazakâr söylemlere toleransını arttırması kapsayıcılık olarak görülebilir. Ancak sınıf siyaseti gözlüğünü takarsak göreceğimiz şey muhafazakâr değil çoğunluklu olarak yoksul bir kitle olacaktır. Ve bu kitlenin muhafazakarlığına hürmet etmek kadar, bu kitleye yoksulluğunu hatırlatmak ve bir umut sunabilmek de başka bir hikâye üzerine siyaset inşa ederek kapsayıcılığı arttırmaya bir zemin oluşturma fırsatına sahip. Tam da bu açıdan CHP’nin sosyal demokrasinin prensiplerine uygun biçimde ekonomik anlamda eşitlikçi bir yeni Türkiye geleceği sunabilmesi ihtimali, yakıcı olan eşitsizlikler hakkında sert politikalar ortaya koyması, ekonomik düzenin doğasını sorgulayan ve dönüştürmeyi arzulayan bir tavrı görünür kılması kendi potansiyelini gerçekleştirmesi için çok önemli faktörler. CHP, AKP’nin anlattığı hikâyenin farklı bir versiyonunu değil, kendi hikayesini anlatmak zorunda. CHP, iyi yapabileceği şeyi yapmak zorunda. Bu da muhafazakarlığa hürmet etmekten öte, sosyal demokrasinin en temelinde bulunan sosyal adalet ve eşitlik kavramlarını merkeze koymaktan geçiyor. Bu sadece iktidarın değişmesini ve kurumların restorasyonunu vaat etmekle sınırlı kalamaz. Düzeni tesis etmek değil, dönüştürmenin vaadi bu resimde eksik kalmamalı. Yoksul kesimleri kapsayacak biçimde ekonomik düzenin daha geniş bir sorgulamasını içeren bir siyasi vizyon ortaya koymak büyük bir fırsat olabilir. Çünkü bu sorun bir noktada AKP’yi de aşan, çağımızın çarpıcı ve evrensel sorunlarından biri. Unutmamalı ki, CHP demokratik seçimlerde tarihinde en yüksek oyu sola ve yoksul kesimlere yaptığı açılımla aldı. Ve bugün yine yoksulluğun ve eşitsizliklerin hem Türkiye’de hem de dünyada en yakıcı sorunlardan biri haline geldiği, ekonomik düzenin derin biçimde sorgulandığı bir dönemde yaşıyoruz. Elle tutulur ama yoksulluğa karşı sert ve çarpıcı bir sosyal adalet arayışını ortaya koyan kapsamlı bir programın ve bu program etrafında şekillenecek yeni bir Türkiye hikayesinin muhalefete, CHP’ye ve Türkiye’ye kazandıracak çok şeyi olabilir. --- Kaynaklar: https://explore.wpid.world/byelection/turkey/2018/income-group/ https://www.oecd.org/economy/surveys/TURKEY-2021-OECD-economic-survey-overview.pdf