Gerçek güçlü bir muhalefet, baskı altındaki kimliklerin mensuplarıyla ya da o kimlikleri temsil yeteneği olan kurumlarla oluşur. Onları temsil ettiği varsayılan köksüz kuruluşlarla değil.Bugünlerde bazı haberleri hatırlayalım: 1) Saadet, Deva ve Gelecek partileri birlikte kendi Meclis Başkanlarını önerdiler. 2) Saadet, Gelecek ve DEVA mecliste bir grup kurdular. 3) Abdüllatif Şener kendi partisi olan CHP’den istifa ettiği gibi Kılıçdaroğlu’na oy vermediğini açıkladı. 4) EMEP, iki üyesi ile HDP/YSP’den ayrılıp kendi parti adı ile parlamentoda çalışma kararı verdi. 5) HDP/YSP ile İttifakta olduğu için barajı geçen TİP, 4 vekille parlamentoda temsil edilecek. Kılıçdaroğlu’nun Sünni çevrelerle kurmak istediği “barış projesi” de HDP/YSP’nin “bileşenler” ya da “ittifak” adıyla kurduğu bazı sol ve sosyalist partileri içine alarak ezilen ulus ile sömürülen işçi sınıfı ittifakını oluşturma projesi de özünde doğru projeler olmakla birlikte düşülen hata bu ittifaklara konu olan siyasi partilerin temsil ettiklerini iddia ettikleri kimlikleri kapsayamayan partiler ve örgütler olmalarındadır. Ne Millet İttifakındaki “sağcı” partilerin ne de Emek ve Özgürlük İttifakındaki “solcu” partilerin temsil yetenekleri ya yok ya da önemsenmeyecek kadar küçüktür. Dolayısıyla seçimler öncesi yaratılan “Seçimleri kazanacağız!” algısı gerçeği değil Erdoğan karşıtı boş bir retoriği ifade ediyordu. Bu yazımı da geçen haftaki yazımın son cümlesini tekrarlayarak bitireyim. Gerçek güçlü bir muhalefet, baskı altındaki kimliklerin mensuplarıyla ya da o kimlikleri temsil yeteneği olan kurumlarla oluşur. Onları temsil ettiği varsayılan köksüz kuruluşlarla değil.
CHP ve HDP’nin barış projeleri tutmadı
Ne Millet İttifakındaki “sağcı” partilerin ne de Emek ve Özgürlük İttifakındaki “solcu” partilerin temsil yetenekleri ya yok ya da önemsenmeyecek kadar küçüktür. Dolayısıyla seçimler öncesi yaratılan “Seçimleri kazanacağız!” algısı gerçeği değil Erdoğan karşıtı boş bir retoriği ifade ediyordu.
Muhalefet partilerinin başarısızlıkları seçimlerden sonra her birinin kendi içinde çeşitli eleştire ve özeleştirilere yol açtı. Tabii sorunların başında da neden kaybettikleri sorusuna tatmin edici bir cevap bulamamalarından. Gerçekten de yüzyılın en önemli seçimi olan bu seçimlerin özellikle 20 yıldır iktidar özlemiyle yanan muhalefet partileri için çok önemliydi. Fakat aynı derecede bu seçimler iktidar için de önemliydi. Kim bilir belki de onlar açısından kaybetmek çok daha ciddi sorunlara yol açacaktı.
İki taraf için de önemi son derece yüksek bu seçimler sonunda gerçekleşti ve iktidar partileri seçimleri kazandığı gibi Kılıçdaroğlu kaybetti, Erdoğan ise yeniden Cumhurbaşkanı seçildi. Doğrusu bu, benim “laik-batıcı” adını verdiğim kesim için gerçekten büyük bir yıkım oldu. “Muhafazakâr-İslamcı” kesim için ise ağızlarında kekremsi bir tat bırakmış olsa da yine de büyük bir başarı oldu.
Aslında biraz yakından bakılırsa muhalif partilerin tümü zararlı çıkmadı bu seçimlerden. Özellikle Millet İttifakı içindeki küçük partiler, Saadet, Gelecek ve Deva Partileri ve hatta Demokrat Parti bile bu seçimlerden yararlı çıktı. Dolayısıyla Millet İttifak’ında başarısızlık daha çok CHP’ye kalmış oldu.
Yine muhalif partiler içinde Kılıçdaroğlu’nu desteklemiş olmaktan dolayı bu cephede yer almış olan Emek ve Özgürlük ittifakı var. Orada da asla parlamentoya giremeyecek kadar küçük ve etkisiz bileşen sol ve sosyalist partilerle EMEP, TİP gibi partiler var. Doğrusu burada da asıl fatura HDP/YSP’ye çıkmış durumda. Diğer küçük bileşen partiler, EMEP ve TİP öyle ya da böyle kârlı çıkmış olan partiler. Dolayısıyla eğer bu seçimlerin başarısızlıkları konuşulacaksa bence başarısız olan iki parti var. CHP ve HDP/YSP.
Soru şu: Bu iki başarısız partinin başarısızlığının ortak bir nedeni olabilir mi? Her ne kadar seçim sistemimizin, “ittifakları” bir çeşit zorunlu kılan bir yapısı varsa da felsefi olarak her iki partinin de arka planında bu tür bir güç birliğinin aslında demokrasi için gerekli olduğu düşüncesi yatmaktaydı. Yani her iki partide de ülkedeki farklı kimliklerle bir tür birlikte barış içinde yaşamak düşüncesi sanırım hâkim olan düşünceydi.
Bu düşüncenin ortaya çıkış biçiminde CHP açısından, katı-laik toplumun, yumuşak Sünni İslami kimlikle barışması fikri ön plandaydı. Bu hem iktidarın kutuplaşma silahını elinden almak için, hem CHP’nin oy sınırını yükseltmek için ve hem de farklılıklarla birlikte yeni bir demokrasi yaratmak için gerekli görülüyordu.
Fakat bu yaklaşımdaki sıkıntı, gerçekte olsa bile söylemde bir türlü yer alamayan Alevilerin ve Kürtlerin varlığının bir türlü söyleme yerleşememesiydi. Yani CHP, Osmanlı bakiyesi bölünmüş ve şimdiye dek zorla bir arada tutulmaya çalışılmış bu halktan yeni bir “biz” duygusu yaratma konusunda, iktidarın sınırladığı bir çerçevenin içinden çıkamamış ve dolayısıyla topluma sunduğu söylemde Aleviler de Kürtler de yer alamamıştır.
Ta ki seçim sath-ı mailine girildiğinde seyretme sayısı itibariyle dikkat çeken “Ben Aleviyim!” videosu ile Van konuşmasında “kayyum”ları kınayan açıklaması bu eksikliği doldurmaya çalışmışsa da bu açıklamalar yetersiz ve eklektik kalmıştır.
HDP/YSP ise benzer bir biçimde kendisine, etnik ya da inanç bakımından bu toplumda mağdur bırakılmış başta Kürtler olmak üzere Alevilerin, Süryanilerin, Ermenilerin ve ötekileştirilmiş diğer farklı kimliklerin mağduriyetlerini giderecek bir “biz” duygusu yaratarak demokrasinin radikal bir biçimde yaşanmasını arzulayan siyasi bir hareketti. Tabii sosyal kimlikleri dışında sınıfsal konumları bakımından da yakın hissettiği işçi sınıfını da kendi kapsama alanına almak da bu yaklaşımının doğal bir amacıydı. Bu amaç ışığında da gerek “bileşen” olarak adlandırılan ve gerekse de Emek ve Özgürlük İttifakında olmak isteyen sol ve sosyalist örgütlerle birlikte bu seçimlere girme kararı verdi.
Geçen haftaki yazımda gerek CHP’nin ve gerekse de HDP/YSP’nin başarısızlıklarıyla ilgili şöyle bir saptama yapmıştım:
Farklı kimliklerden oluşan baskıcı bir toplumda güçlü bir muhalefet ancak bu kimliklerle doğrudan kurulacak bağlarla ya da bu kimliği temsil yeteneği olan kurumlarla birlikte davranarak sağlanabilir.
Bu ifadeyle söylemek istediğimi biraz daha açacak olursam “Kimliklere” bölünmüş bir toplumda demokrasi siyaseti baskı altındaki kimliklerin sorunlarını eşdeğer kabul ederek birlikte bir hegemonya yaratma siyasetidir. Ama bu hegemonya gerçekten o kimlikleri temsil etme gücü olan kişi ve kurumlarla yapılmalı, köksüz kurumlarla değil.