Siyaset Bilimci Hasan Bülent Kahraman, tarihsel bir perspektifte Kemal Kılıçdaroğlu’nun dönüştüğü ve dönüştürdüğü CHP’yi, başardıklarını ve bunun Türk siyaseti açısından değerini yazdı.
Türkiye’nin yakın sol tarihiyle uğraşanların ciddi meselesi CHP’dir. Yaklaşık 30 yıl önce, CHP yeniden açılırken yazdığım ve
Yeni Bir Sosyal Demokrasi İçin adını verdiğim kitapta, CHP’yi ve SHP’yi ele almıştım. Çözümlemenin odağı belliydi: yeryüzünde her parti, ideoloji ve siyaset için
tarihsel ilerici ve
güncel ilerici olmak pozisyonu vardı. CHP tüm kapsamıyla birlikte su götürmez şekilde
tarihsel ilerici konumuna yerleşiyordu. Ama
güncel ilericilik açısından çok sorunlu bir partiydi.
1960 sonrasında kabul edilen Marksist jargonla ‘devrim’ diye adlandırılan, bizzat Atatürk’ün ‘inkılaplar’ yani reformlar olarak tanımladığı girişimlerden başlayarak, bana göre yakın demokrasi tarihinin en önemli belgesi olan
İlk Hedefler Beyannamesi’ne kadar CHP çok ciddi adımların sahibidir.
Genellikle onlar arasında sayılan ‘çok partili sistem’ konusu ise sorunludur. Çünkü aynı CHP 1925’te ilan edilen Takrir-i Sükun kanunuyla o gün siyasal arenada boy gösteren çok sayıdaki partiyi kapatmış ve gerçekten ‘tek parti’ kalmıştı. 1946’da tabii ki çok partili hayata dönüldü ama özünde 1925 öncesine dönülüyordu (Dönülmeyebilirdi ama dönüldü demek ve o yoldan dönemin siyaset elitlerine ekstra kredi vermek mümkünse de BM’ye girilen bir dönemde o yaklaşım pek mümkün olmazdı. BM’ye de girilmeyebilirdi denebilir. Eğer meseleleri muhakkak en kötü koşulun geçerli olabileceği bir anlayışla ele almak ve o koşulu esas kabul etmek gibi siyasal mantığın kabullenemeyeceği bir muhakeme güdülecekse doğrudur bu tutum ancak. İkincisi, 1908-1925 arasındaki siyaset ortamı düşünüldüğünde ve bir de geç Osmanlı döneminin Avrupa’dan hiç kopmadığı anımsandığında, o tutumun olanaksızlığı ortaya çıkar. Osmanlı, 1889 sonrasında dünyayı günü gününe izleyen bir toplumdu. Mustafa Kemal ve yakın arkadaşları da o atmosferde yetişmiş entelektüellerdi.).
CHP yenilenmiş veya 1970’lerdekine benzer ideolojik bir hamle başarmış değildir. Tersine özü sağ olan bir ittifakla yürümektedir. Gene de dikkate değer dönüşümler geçirmiştir. Bugünkü CHP kesinlikle 2010’un CHP’si değildir.
Üçüncü CHP dönemeci Ortanın Solu açılımıdır. 1965-1980 arasında geçerli olan bu anlayış dönemin koşullarından ve açıkça söylemek gerekirse bir meta-anlatıdan beslenmişti. Meta-anlatı dediğim o zamanlar dünyayı sarıp sarmalayan sol yaklaşımdır. Bülent Ecevit büyük bir sezgiyle İnönü’nün neredeyse ağzından kaçan kavramı sahiplenmiş ve hayli ileri bir noktaya taşımıştır. (İnönü’nün ağzından kaçmıştır dedim. Doğrudur. DP de kurulurken kendisini sol bir parti olarak göstermiştir. Dönemin etkili sol isimleri (Zekeriya Sertel, Abidin Nesimi) DP’ye yazılarıyla destek vermiş, kurucular da kendilerini CHP’nin ‘iki parmak solunda’ diye tanımlamıştır. (Bayar,
Başvekilim Adnan Menderes simli kitapta dönemi ve koşulları zikreder.)
Sol parti o dönemlerde havada gezen bir nefesti. Kaldı ki, 1946’nın siyasetçileri İstiklâl Savaşında
Yeşil Parti’nin bizzat Atatürk tarafından kuruluşuna tanık olmuş, TKP dahil birçok sol parti ortasında kalmışlardı (1938-1950 arasında sol üstünde ustura gezdiren İnönü’nün ‘ortanın solu’ açıklaması 1946’dan tamı tamına yirmi yıl, köprülerin altından çok sular aktıktan ve eski çamlar bardak olduktan sonraydı.).
Ortanın Solu, 1972’de Bülent Ecevit’i CHP Genel Başkanlığına taşıdıktan sonra 1980’e kadar devam eden bir dönemdir. Kavram, 1977’de yeni bir dönemeç alır. Türkiye bu defa ‘
Demokratik Sol’u keşfeder ve CHP’nin 6 Ok’una yeni üç ok eklenir. Bunlar, Ecevit’in şair Türkçesinden izler taşıyan ifadelerle ‘
emeğin üstünlüğü, gelişmenin bütünlüğü, halkın kendini yönetmesi’dir. Aynı dönemde özgürlük, eşitlik ve dayanışma kavramları da sosyal demokrasinin evrensel ilkelerinin yorumu olarak CHP metinlerine girer.
1970’lerin sonuna yaklaşırken CHP’de tabanın işçi ve gençlik kesimleri tarafından giderek netleşen, radikalleşen ve somutlaşan sol arayışına karşın üst yönetimde huzursuzlukların olduğu bilinir. Çeşitli parti hizipleri tarafından birbiri ardınca yayınlana bildirgeler somut işaretlerdir. Parti tüm toplumda izlenebilen sol ayrışmaların küçük bir sahnesidir.
Çatışan küçük çevreler parti yönetiminin, bizzat Genel Başkan Ecevit’in şikayetinin öznesidir. 1980 darbesinin kapattığı parti söz konusu olduğunda Bülent Ecevit ‘Allah bir daha bana o günleri göstermesin’ diyecektir. Bülent Ecevit, 1983 sonrasında Demokratik Sol kavramını kurduğu yeni siyasi örgütlenmenin adına taşısa da solun bazı kavramlarını romantik şekilde dile getirmek dışında solla hiçbir ilişki içinde olmamıştır. Soldan Ecevit’e sadece popülizm şeklinde tezahür eden ‘halkçılık’ kalmıştı.
SHP 1985 sonrasında bilhassa Kürtlerle çok ciddi ilişkiler kurmuştu ve ne hazindir ki, o ilişki partiye katılan, derhâl Genel Sekreter seçilen Baykal tarafından koparılmıştı. Sadece Kürtlerle değil sendikalar, örgütlü işçi tabanı ve dinamik sol unsurlar da partiden uzaklaştırılmıştı.
II
1992 sonrasının CHP’sini bu sitede Baykal hakkında yazdığım yazılarda ele aldım. Yeniden açılan CHP ne yazık ki sosyal demokrasiye hiç yanaşmadı. Sosyal demokrasinin bir ideoloji olarak kendisini yenileme süreçleriyle ilgilenmedi ve o ideolojinin geç 20. Yüzyıl sonu ve 21. Yüzyıl başında gelişen yeni kavramlarla nasıl bütünleştiğini görmezden geldi. Yerine, askerden yana, toplumdaki demokratik açılımın önünü tıkayan yönelimleri benimseyen tutumlar takındı. Sadece ‘Ordu sivil toplum örgütü gibi çalışıyor’ sözü bile CHP’nin o dönemdeki anlayışını yansıtması bakımından başka herhangi bir açıklamaya gerek bırakmayacak kadar güçlü ve ne yazık ki hazindir.
Gene bir o kadar hazin olanı aynı yıllarda Bülent Ecevit’in geliştirdiği popülizmin, basit ve ilkel halkçılığın CHP tarafından da devralınması ve aynı kiçleşmiş popülizmin ‘Anadolu Solu’ gibi sıradan, içi boş, gerçekliği olmayan bir kavramla bütünleştirilmesidir. Toplumda kendisini gösteren
negatif laikliğe direncin ve onu tamamlayan yeni sosyolojilerin gelişimini kavrayamayan CHP kadroları çözümü bazı kişilere ‘rozet takmakta’ arıyordu. Galiba CHP tarihinin daha da sıradanlaştığı ikinci bir dönem olmamıştır.
2010 sonrasının Türkiye’si farklı bir tablo çizer. İtiraf edelim ki, o tarihte başlayan Kılıçdaroğlu dönemi önceki dönemin hastalıklarını tevarüs etmiştir. Temel problem partinin ideolojik bir zemine oturmamasıdır. AK Parti’nin geliştirdiği ideolojik söylemin zaman içinde toplumsal dönüşümü kapsayan bir entegrasyon yaratmasına mukabil CHP’nin büyük cevabı daha da sağa kaymak ve sol kimliği unutmaktır.
Girişte dile getirdiğim üzere CHP’nin sol bir parti oluşu ancak ‘
tarihsel ilericilik’ bağlamında ve yukarıda ana hatlarını verdiğim dönemeçlerde iddia edilebilir. CHP solculuğunun ‘konvansiyonel’ olduğu bellidir. Yoksa CHP çok kısa bir parantez dışında Marksizmle ve onun açılımlarıyla uzaktan yakından ilgili bir parti olmamıştır. Daha geniş toplumsal dönüşümlerin ‘sol’ olarak ifade edilmesi ve zaman zaman da demokrasinin genişletilmesi yönünde atılan adımların gene sol olarak tanımlanması CHP-sol ilişkisini kuvvetlendirmiştir.
O doğrultudaki gerçek faaliyet SHP bünyesinde cereyan etmiştir. Dönemin politik dergilerinin irdelenmesi (özellikle
Sosyal Demokrat Dergi), parti program ve tüzüklerinin gözden geçirilmesi öne sürdüğüm iddiayı kuvvetle kanıtlayacak güçte ve mahiyettedir. CHP ‘genetiğinin’ tartışmaya açılmasına, gerçek bir sosyal demokrasi anlayışıyla bütünleşmeye dönük çağrıların tabanda yankı bulduğu da tarihsel gerçektir. SHP, ‘
geç CHP’nin yani 1977-1980 dönemi CHP’sinin ve tabanındaki sol, sosyal demokrat unsurların uzantısıydı.
Aynı SHP 1985 sonrasında bilhassa Kürtlerle çok ciddi ilişkiler kurmuştu ve ne hazindir ki, o ilişki partiye katılan, derhâl Genel Sekreter seçilen Baykal tarafından koparılmıştı. Sadece Kürtlerle değil sendikalar, örgütlü işçi tabanı ve dinamik sol unsurlar da partiden uzaklaştırılmıştı. 1992 sonrasındaki CHP tümüyle içine kapalı, geleneksel cumhuriyet elitinin arkaik söylemiyle, onun sembolleriyle iç içeydi.
Ulusalcılık sol çevrelerde hâlen devam ettiği gibi, bugünlerde farkına varılmasa da ciddi politik kırılmalara, sonuçları ileride yaşanacak olumsuz kıvrılmalara yol açmaktadır. CHP, ulusalcılıktan etkilenmekle kalmadı, üreticisi de oldu.
III
2010 yılında Kılıçdaroğlu
o CHP’yi devralmıştır. İlk günlerde kendisinin ve eşinin yaptığı çıkışlar enteresandır. Arkası gelmeyen hamlelerde Kılıçdaroğlu, ‘farklı’ bir kimliğin profilini sergiliyordu ki, hemen hemen aynı dönemde Meclis’te hem de bir CHP milletvekili ‘Dersim’de analar ağlamadı mı’ diye sormaktaydı. Artık çok uzak bir tarih sayılması gereken 2010 yılında Kılıçdaroğlu CHP’yi sosyal demokrat bir zemine taşımadı. Yapılan söylem analizleri savı güçlü şekilde kanıtlıyor (Şule Yenigün Altın’ın internette bulunabilen ‘Sosyal Demokrasiden Yeni Sağa CHP’nin Söylemsel Dönüşümü’ isimli makalesi konuyu olanca çıplaklığıyla sergiliyor.).
Keşke olsaydı. Yenilenmiş, yeniden düzenlenmiş sosyal demokratik ideolojinin partiye sağlayacağı büyük katkılar söz konusuydu. Yapılmadı. CHP’nin en ciddi sorunu dönemin toplumsal dönüşüm dinamiklerini yeterince kavramamasıydı. Sorun yalnızca ‘eski’ CHP’de değildi, ‘yeni’ CHP de aynı sorunlarla boğuluyordu. Gerçekte tek bir sorun söz konusuydu: sahip olduğu zihinsel ve kültürel genetik kodlar ve parti kadrolarına hâkim olan kadrolar içinden geçilen, fiilen ‘yaşanan’ toplumsal dönüşümü sadece
kultukampf (kültür savaşı) üstünden okumayı yeğliyordu.
O zaman da ideolojik değil ‘ikonografik’ yaklaşımlar yeterli görünüyordu (CHP yeniden açıldığında Atatürk’ün yakasında CHP bayrağını taşıyan resmi dağa taşa dağıtılmış, asılmış, partinin Genel Sekreteri Anadolu’yu, Kurtuluş Savaşı’nın duraklarını esas alarak dolaşmıştı. Galiba bazı açıklamalar da İlk Meclis’te yapılmıştı. İkonografi budur.).
O meyandaki büyük kriz, CHP’nin ve kendisini sol sanan özde sağcı çevrelerin hızla ve büyük bir baş dönmesiyle ulusalcılığa savrulmasıdır. Ulusalcılığın romantik kapsamı bir yana, söz konusu çevreler bu ideolojinin esasen büyük sağ politikaların ve elbette ileri derecede yanlış sol anlayışların uzantısı olduğunu bilmemesiydi.
Ulusalcılık sol çevrelerde hâlen devam ettiği gibi, bugünlerde farkına varılmasa da ciddi politik kırılmalara, sonuçları ileride yaşanacak olumsuz kıvrılmalara yol açmaktadır. CHP, ulusalcılıktan etkilenmekle kalmadı, üreticisi de oldu. O büyüklükte bir siyaset makinasının ne yapsa toplum üstünde bir etkisi olduğunu bilmek gerekir. Kısacası 2010 sonrası henüz yazılmamış bir tarihtir ve CHP o tarihin içinde kritik aşamalardan geçmiştir.
İttifaklara CHP’nin ve bizzat Kılıçdaroğlu’nun getirdiği bir özelliği de belirterek tamamlayalım. Kişisel tarihinin, köklerinin, geçmişinin özellikleriyle Kılıçdaroğlu başlı başına bir faktördür. Nedeni şu: Türkiye’de belki kültürel siyaset bakımından Yusuf Akçura haklıdır ve üç tarz-ı siyaset ülkenin kaderine hâkim olmuştur. Fakat gündelik siyaset planında iki tarz-ı siyaset söz konusudur: derin devletin milliyetçi-Türkçü sağ siyasetiyle laikçi-Batıcı kesimin aslında kültürel olan ama siyasal zannedilen tercihi.
IV
2010 sonrasını ikiye ayırmakta mahsur yok. 2010-2017 ve 2017 sonrası. 13 yıllık bu tarihin ilk dönemi bir tür re-organizasyondur. İlk dönemin CHP’de dışa vurulmayan, yeterince algılanmayan bir dönüşüme ait olduğunu belirtelim. Daha ziyade ‘beyaz Türklerin’, ulusalcılığın ve toplum körlüğünün uzantısı olan çevrelerle tabandaki dinamik unsurlar bu dönemde parti içi iktidarın mücadelesine girişmiştir. Dinamik unsurlar Kürtler, Aleviler ve çok cüzi de olsa reel-sol çevrelerdir.
Aleviler dahi CHP ve devlet söz konusu olduğunda kendi içinde bölünür. Devletle uzlaşmaya yatkın, pasif laikçi anlayışın savunucusu, klasik kurucu devlet söylemini benimseyen ve savunan Alevilerin parti içindeki mevcudiyeti malumdur. Karşı tarafta da her zaman o söylemin dönüştürülmesinden yana olan bir Alevi kesim vardır. Türkiye’de 1960 sonrasındaki reel-solun ittifak ettiği çevre budur.
Parti içi mücadelenin bütünüyle Alevi-Kürt bağlamında sonuçlandığı söylenemez. Tersine bugün de CHP vitrini ‘öteki’ kesim tarafından temsil ediliyor. Partinin yaşadığı kısıtlamalarda bu anlayışın izini görmek gerek. Siyaset denge ve koalisyondur. Uzlaşmalar zorunludur. Ne var ki, CHP gibi geçmişiyle tartışmalı bir partide uzlaşmanın daha hassas bir dengeye oturması gerekir. İstanbul belediye başkanlığı seçimini partinin nasıl bir kompozisyonla kazandığını düşünmek konuyu anlamak bakımından yeterlidir.
AK Parti dönemi kültür anlayışının yarattığı ‘travma’ içinde hareket eden ‘beyaz’ çevrelerin (yani yüksek gelirli, iyi eğitimli, kentli, Batıcı ve laikçi) tabanda çaba gösteren sol unsurlarla kurduğu irtibatın geleceği partinin de geleceğini tayin edecektir. Gene de 2010-2017 arasının CHP denince akla gelen kurucu
ikonografik (‘ideolojik’ değil-dikkat) unsurların nispeten geriye itilmesini başarı saymak gerekir.
İkinci dönem
demokrasi yürüyüşüyle başladı ve ciddi hata ve eksiklerine rağmen önemli bir dönüşümü içerir. CHP’nin bu dönemi iki unsur üstüne kurulmuştur. Birincisi, parti,
suskun ideoloji dönemine geçer. İkincisi,
büyük koalisyonların oluşumudur.
Suskun ideoloji dediğim unsur, CHP’nin bu dönemde düşey ideolojilerden (Marksizm, cumhuriyetçilik vb) uzakta durarak, ülkedeki genel problemlere
işlev politikası çerçevesinde dikkat çekmesidir. Demokrasi, adalet, yoksulluk, yolsuzluk gibi alanlardaki sapmaları vurgulamak, bunları sadece politik realiteler olarak ifade etmek ama ideolojik açılımlarına, yönsemelerine girmemek dönemin CHP’sindeki makro siyaset yaklaşımıdır.
Neredeyse ideoloji üstü bir pozisyon alınmış ve genel doğruların dile getirilmesinin kitleleri yönlendirmeye yeteceği varsayılmıştır. İkonografinin bahsettiğim şekilde susturulması veya örtülmesi de aynı yaklaşımdan etkilenmiştir.
Metodun pragmatik ve ideoloji dışı büyük taban partilerinde hatta sağ partilerde (örneğin 1960’ların ve 70’lerin Adalet Partisinde) geçerli olduğu bilinir. Ayrıştırıcı unsur vurgunun sertliğidir. Basit bir işaret yerine sert bir tonlanma aynı türden partileri sağ ve sol eksenlerde ayrıştıran faktördür.
Kılıçdaroğlu’nun 2017 yılında gerçekleştirdiği demokrasi yürüyüşü, arkasını getirmemesine rağmen, bu yönde atılmış bir ‘adımdı’, sert bir vurguydu. Sonrasında da hep aynı doğrultuyu izledi. CHP, kendi geçmişini, ideolojik tercihini hiç seslendirmeden, yüksek sesle tartışmadan ötelemeyi bildi. Daha 2015’te bir saptamada bulunmuş ve CHP’nin ‘konuşulan parti’ konumuna geldiğini söylemiştim. Bugünkü konumu yaptığım saptamanın uzantısıdır.
İkincisi, koalisyonlar dönemidir. İlk koalisyon CHP içinde işaret ettiğim kesimler arasında gerçekleşmiştir. Partinin özellikle oy aldığı Batı bölgeleriyle tabanını oluşturan Doğulu ve Alevi çevreler arasındaki sosyolojik fark büyük ölçüde suskun ideolojiler ve işlevli politikalar bağlamında bir arada kalmayı, durmayı başarmıştır.
Aksi takdirde CHP kendi içinde bölünecekti. O bölünmeden belki reel-sol bir yeni parti doğacaktı, doğsaydı çok önemli olacaktı, fakat 2017 sonrasında Türkiye solu başka bir taban olarak ve doğallıkla ortaya çıktı. Bugünkü Yeşil Sol Parti, TİP, CHP’yi kendi içinde durdurmayı başarmıştır. O noktada (yanlışları da dahil olmak üzere) CHP, Altılı Masa ittifakını kurmuştur.
İttifakın iç çelişkilerini ayrıca dile getirmek gerekmez. Fakat öteden beri vurguladığım ve zamanında ‘yönetemeyen demokrasi’ye yol açar diyerek, şimdi Altılı Masayı çok destekleyen gazeteciler, özellikle içlerinden biri tarafından çok eleştirildiğim ‘koalisyonlu siyaset’ böylelikle Türkiye’de (hiç değilse şimdilik) oluşturulmuştur. İttifakın doğruluğu veya yanlışlığından öte sadece kurulması dahi başlı başına bir olgudur. Türkiye’de, siyasal yapıya çok uygun olarak ve kaçınılamayacak şekilde, çok güçlü tek parti yönetiminden sonra çok partili koalisyon yapılarına geçiş, siyasetin iç özellikleri nedeniyle yabana atılmayacak bir olgudur (İttifakların siyasal pratikte işletilmesi bu değerlendirmeden muaftır.).
Gündelik siyaset planında iki tarz-ı siyaset söz konusudur: derin devletin milliyetçi-Türkçü sağ siyasetiyle laikçi-Batıcı kesimin aslında kültürel olan ama siyasal zannedilen tercihi. İkisi arasında sıradağlar yoktur.
İttifaklara CHP’nin ve bizzat Kılıçdaroğlu’nun getirdiği bir özelliği de belirterek tamamlayalım. Kişisel tarihinin, köklerinin, geçmişinin özellikleriyle Kılıçdaroğlu başlı başına bir faktördür. Nedeni şu: Türkiye’de belki kültürel siyaset bakımından Yusuf Akçura haklıdır ve
üç tarz-ı siyaset ülkenin kaderine hâkim olmuştur. Fakat gündelik siyaset planında
iki tarz-ı siyaset söz konusudur: derin devletin milliyetçi-Türkçü sağ siyasetiyle laikçi-Batıcı kesimin aslında kültürel olan ama siyasal zannedilen tercihi. İkisi arasında sıradağlar yoktur. Çin Seddi de yoktur. Her an bu iki siyaset birleşir. Bazıları bu siyasetin bir kanadını sol zanneder. O, onların yanlışı olsun.
Türkiye’de sol siyaset, evet, kendisine bu eksende yer arar. (Hikmet Kıvılcımlı ve Mihri Belli’den Doğu Perinçek’e hatta Bülent Ecevit’e uzanan çizgiden bahsediyorum.) Her iki kesim de Türk devletinin üç hassas sinir ucu olan Alevilere, Kürtlere ve Güney Doğuya karşıdır. Hiç değilse suskun bir uzaklık içindedir. Kılıçdaroğlu kendisini tamamen sağ siyasetlerden oluşmuş Millet İttifakına benimseterek, kabul ettirerek önemli bir eşiği aşmıştır. Neden önemli olduğu Ülkücü gelenekten gelen Meral Akşener’in tepkilerinde, fiili gerçeği bir türlü sindirememesinde bellidir.
Başka bir sorun daha var: geçmişe teslim olmak. Bugün her şeye rağmen farklılaşmış CHP’nin seçim sonrasında yeniden ‘kendisine dönmesi’, genetiğinde saklı duran tezlerini ortaya çıkarıp birer toplum normu olarak uygulamak istemesi, devlet ideolojisinde yer alan görüşlerle, örtülü de kalsa CHP içinde daima mevcut olan kadrolar arasındaki bağların yenilenmesi ortaya bambaşka ama çok sert sorunlar çıkaracaktır. Uzak bir olasılıktan değil, çok hızla gelişebilecek bir durumdan söz ediyorum. O ihtimali aşmanın yolu CHP’nin bugünkü reel-sol koalisyonu ittifaka sağlam şekilde taşımasıdır. Reel-solla CHP’nin bütünleşmesidir.
CHP yenilenmiş veya 1970’lerdekine benzer ideolojik bir hamle başarmış değildir. Tersine özü sağ olan bir ittifakla yürümektedir. Gene de dikkate değer dönüşümler geçirmiştir. Bugünkü CHP kesinlikle 2010’un CHP’si değildir. Bambaşka bir CHP’den söz edilebilir. Eksiklerine rağmen farklı bir siyasal parti var karşımızda. Fakat tartışma bugün ve şimdi CHP değildir.
Onu aşacak şekilde Kılıçdaroğlu’nun fiili gerçeğidir. Kılıçdaroğlu, işaret ettiğim, dikkat çektiğim özellikleriyle mevcut dönemi aşarsa kimsenin kuşkusu olmasın CHP içinde çözmek zorunda kalacağı değindiğim türden yeni (olmayan) sorunlarla yüzleşecektir. Ama o güzel ve önemli bir evre ve aşama olacaktır. Sadece CHP’yi değil tüm Türkiye’yi etkileyecektir o sorunların çözümü. Büyük ölçüde de bazı safralardan kurtulmak anlamı taşıyacaktır.
Türkiye, CHP’den daha önemlidir.