Siyaset Bilimci Hasan Bülent Kahraman, CHP’nin 1992’den yeniden açılması ve SHP-CHP birleşmesine giden süreçte tanıklarını da katarak SHP’nin kapatılmasının neden hata olduğunu yazdı
I
Deneme yazarı olarak hepimizin ustası, büyükler büyüğü Montaigne’in bir sözü hayatım boyunca şiarım olmuştur, öğrencilere de söyler dururum. Rönesans’ın bu kurucu ismi okunu hedefinin ötesine atan avcı önüne atan avcıdan daha başarılı değildir der, maksat hedefi vurmaksa.
Malum ve meşhur söz, Hikmet Çetin’in Fatih Altaylı’ya ‘keşke SHP’yi kapatmasaydık, şimdi öyle bir partiye çok ihtiyaç olduğu anlaşılıyor’ şeklindeki ifadesini okuyunca zihnimde ışıdı. Nedeni, tüm o sürece doğrudan tanıklık etmiş, SHP kapatılmamalıydı, CHP’yle birleşmemeliydi, bendenizin tabiriyle ‘CHP’nin kursağına atılmamalıydı’ sözünü galiba Türkiye’de en fazla söylemiş, bu nedenle de çok tartışılmış olmam. Sadece ben değil, görüşü o zaman dile getiren herkes ‘CHP ve Atatürk düşmanı’ olmakla suçlandı, anlamsız, saçma bir biçimde. Şimdi galiba o sıfatları Hikmet Çetin’ yakıştırmak (!) gerekiyor. CHP açılırken
Yeni Bir Sosyal Demokrasi İçin başlıklı kitabı yazmış, CHP konusunu bana göre ilginç ve yeni bazı kavramlarla irdelemiştim. CHP ile SHP’nin neden uyuşmayacağını, neden uzlaşmayacağını anlatıyordum. Ne zaman yayınlanır bilmiyorum ama şimdi o kitabın yeni baskısını hazırlıyoruz, arada geçen sürede kimin haklı kimin haksız olduğunu gösteren kanıtlarla.
Nereden icap etti de Hikmet Çetin o sözleri söyledi bilmiyorum, fakat İki nedenden ötürü ilginç. Birincisi, Çetin’in, birleşen SHP-CHP’nin altı ay süreyle 5. Genel Başkanlığını yapması. Hikmet Bey o günlerde SHP’liydi ve bütünleşmeye karşı çıkanlara karşıydı, CHP birleşmesini hararetle destekliyordu. Doğal, çünkü siyasal kimliğini o parti vermişti. Yine ilginç, çünkü, aradan bunca yıl geçtikten sonra, Çetin, CHP’den çok devletle bütünleştikten sonra (bir dönem Sarıgül’ün şimdi
CHP’yle bütünleşen partisinde bulunmuştu, nedense Çetin’in içinde olduğu partiler hep CHP’ye ekleniyor) bu görüşü dile getiriyor. Retrospektif bir değerlendirme için dikkate alınması gerekir ki, öznel görüşüm o tarihte gelişmelerin başını çekenlerin tamamında bu fikrin artık katılaştığı ve içlerine çeki taşı gibi oturduğu yönündedir. Çetin’in düşüncesi hiçbir yankı uyandırmadı. Oysa o düzeyde birisinin bu sözü tesadüfen söylemesi düşünülemez. Söylemişse mutlaka bir bildiği vardır. Ona cevap mıdır bilmiyorum, bu konuda sadece bu yazıda anlatacağım şekilde SHP’yi CHP’ye feda eden ve öylelikle de siyasî hayatını kapatan Murat Karayalçın’ın SHP’nin yeniden açılmasına karşı çıkan demecini gördüm. Karayalçın hiç değilse hatasında istikrarlı.
Söylemeden geçemeyeceğim, geçmemeliyim de. Çetin’in açıklamalarını okuyunca bir kere daha anladım ki, Türkiye’de düşünce insanlarının söz etmeye hakkı bulunmuyor, o hak politikacılara tanınmış. ‘SHP kapatılmasın’ diyenlerin başına yağdırılan taşların binde biri Hikmet Çetin’e değmiyor. Türkiye’de insanlar kişinin sevdiği, beğendiği kişiyi ya da kurumu eleştirme hakkının bulunmadığına inanıyor, çünkü bireylik eksik Türkiye’de. Yukarıda Montaigne’i andık. Montaigne, deneme yazarlığını yüceltiyordu bir yazı türü olarak ve antik Yunan’dan gelen diyalogu aşıyordu. Deneme, bireyin sesi, bireyin kişisel ve özgün düşüncesi demektir.
Bizde, dünyanın başka hiçbir kültüründe görmediğim şekilde yüceltilen ve yine dünyanın hiçbir kültüründe karşılaşmadığım şekilde ‘Aydınlanma devrimi’ denen hamleden çok önce gerçekleşiyordu bireyin bulunması, yani Rönesans’ta. Aydınlanmayı Rönesans’ta keşfedilen o birey yaratmıştı. Üstelik bireyin mevcudiyetini sürdüren Fransız Aydınlanması değil İskoç Aydınlanması ve ona eklemlenen liberal düşüncedir.
Gelin görün ki, futbol takımı tutma kültüründen gelen Türkiye’deki düşünce dünyası kamplaşma, kutuplaşma konusunda şampiyonluğu kimseye bırakmadığından, Aydınlanma düşüncesine ‘taraftar’ olanlar (?) liberal düşünceye ve onu benimseyenlere olmadık hakaretler etmeyi hak görüyor. Evet, o kadar komik, ‘liberaller haindir!’ diyorlar ve savundukları görüşlerin kökenin o ‘hainlerin’ düşüncesinde bulunduğunu unutuyorlar. SHP-CHP tarihi ‘mağdurlarının’ hakkını bir defa bu şekilde teslim edelim.
Şimdi meselenin özüne dönelim ve SHP veya CHP konusuna da eleştirel, analitik, soğukkanlı, Amerikalıların hoş ifadesiyle ‘klinik mesafe’yle bakalım. Çetin nasılsa bizim kazandığımızı itiraf ve tescil etti. Haklıdır, SHP kapatılmamalıydı. Nedenlerini, o partinin neden CHP’ye itildiğini kısaca anlatayım.
Kapanan CHP’nin son genel başkanı Bülent Ecevit parti içinde gelişen ve tabana hâkim olan gerçek sol hareketten ve anlayıştan yılmış, son kongrede partinin kopma noktasına geldiğini görmüştü.
II
SHP, Sosyaldemokrat Halkçı Parti, 12 Eylül sonrasında kurulan SODEP’le (Sosyal Demokrat Parti) aynı günlerde kurulan HP’nin (Halkçı Parti) birleşmesiyle oluşmuştu. CHP 12 Eylül faşizmi tarafından kapatılmış, kadroları dağıtılmıştı. Ayakta kalan kesim dikkatinizi çekerim bir
sosyal demokrat parti kurmuştu. Shakespeare’den farklı düşünüyorum. ‘Yaşlı ozan’ (
the old bard) ‘Nedir ki bir ad/Başka bir adı olsaydı da/ Gül tatlı tatlı kokacaktı’ demişti. Hayır, ad, siyasallaşma söz konusu olduğunda önemlidir. Yeni partinin sadece ‘
sosyal demokrat parti’ olarak nitelendirilip adlandırılması 1973-1980 arasında o partinin tabanına yerleşmiş güçlü bilincin göstergesidir.
Kapanan CHP’nin son genel başkanı Bülent Ecevit parti içinde gelişen ve tabana hâkim olan gerçek sol hareketten ve anlayıştan yılmış, son kongrede partinin kopma noktasına geldiğini görmüştü. Partileşme izni çıkınca da kendisine yapılan tüm ricalara rağmen bu
sosyal demokrat partideki kadrolarla bütünleşmemiş, CHP’ye ebediyen sırtını dönmüş, bir daha adını anmamış, kendi
sol görünüşlü merkez sağ partisini, DSP’yi kurmuştu. Kısacası gerçek/reel sosyal demokrasi o tarihte CHP tabanındaki gerçek hatta radikal sol unsurların itkisiyle oluşturulmuştu.
Halkçı Parti ise tıpkı DSP gibi
merkez sağ bir partiydi ve elbette 12 Eylül rejimi, tek özelliği İsmet İnönü’nün Özel Kalem Müdürlüğünü yapmak olan Genel Başkanının ılımlı tutumunu Erdal İnönü’ye ve çok ‘tehlikeli’ partisine tercih ediyordu. Sonunda Erdal İnönü veto edildi. Fakat SHP’deki sosyal demokrat unsurun bir tesadüf olmadığını gösteren en önemli işaret o partide genel Başkan Necdet Calp’in devrilmesi, sol düşünceye ve siyasete açık Aydın Güven Gürkan’ın genel başkan seçilmesiydi. Sol siyaset gerçekten de ‘gerçek sol’dan akıyordu. Tabii ki, SHP bir tümel partiydi ve CHP’den arta kalan herkese kapısını açmıştı, Deniz Baykal gibi asla gerçek solda bulunmamış, solda olmayı ‘medeni olmak’ sanan, Batılı olmak sanan herkes o zemindeydi.
O zehirli ortamda bilhassa Kürtler ve Aleviler SHP’ye ciddi bir destek sağlamıştı. O desteğin birkaç dönemeç noktasına değineyim. Birincisi, Güneydoğu illerinde Kürtlerle SHP bütünleşmesi tamamlanmıştı ve partinin en önemli konusu Kürtlerdi. Deniz Baykal Haziran 1988’de partinin genel sekreterliğine seçilmişti ve Kürtlere mesafeli davranıyordu. Kasım 1989’da Paris’te düzenlenen Kürt Konferansına katılmalarını fırsat bilerek 7 Kürt milletvekili partiden ihraç etmişti. Bunun üstüne Güneydoğu bölgesindeki il başkanları da partiden istifa etmişti. Aynı yıl
Sosyal Demokrat Halkçı Parti’nin “Doğu ve Güneydoğu Sorunlarına Bakışı ve Çözüm Önerileri başlıklı, kamuoyunda ‘Kürt Raporu’ olarak bilinen metin yayınlanmış, bu metin Mayıs 1990’da Parti Meclisinde kabul edilmişti. İlginç yanı metinde tek bir defa olsun ‘Kürt’ sözcüğünün
geçmemesiydi. Baykal, SHP’yi dönüştürüyordu. İnönü’yle arasında geçen mücadeleye de daha sonra gerçekleşecek SHP-CHP bütünleşmesine de bu açıdan, Kürtler yönünden ayrıca bakmak gerekir.
Bu parantez içinde söyleyeyim: henüz neredeyse hiç incelenmemiş, yazdığım, yayınlanmayı bekleyen
Türkiye’de Modern Siyasetin Oluşumu: CHP 1923-1993 isimli kitabımda ele aldığım, 1980’lerin ikinci yarısından kapandığı güne kadar saat saat yaşadığım SHP’nin tek bir gerçeği vardı. Parti içindeki isimlerin, özellikle Ercan Karakaş’ın, Uğur Büke’nin dönem içinde yayınladığı dergilere, o dergilerde yayınlanmış makalelere, yine yayınlanmış kitaplara, hepsinden önemlisi zaman zaman ortaya konan manifestolara, bildirilere bakılınca berrak şekilde görülüyor ki, SHP, Türkiye’de gerçek bir sosyal demokratik anlayışa en çok yaklaşmış partiydi. Kürt milletvekillerinin bir partiye yakışmayacak şekilde ihracına karşı çıkanlar da Gürkan ve Fikri Sağlar’dı. Ercan Karakaş’ın
Kürt Sorunu: Sosyal Demokrat Yaklaşımlar isimli kitabını da anımsatayım.
SHP’yi tayin eden unsurları bir kere daha ele almakta yarar var. Üç temel unsurdan söz edilebilir. Birincisi, dönemin koşullarıdır. 12 Eylül faşizminin bir kere daha diriltmeye çalıştığı, 1930’lara ait otoriter devlet anlayışına karşı 1979’da dünyada serpilmeye başlayan neo-liberal politikalar göreli bir özgürlük alanı açmıştı.
III
On yıllık, çok hareketli, büyük tartışmalara ve İnönü-Baykal arasındaki türden büyük mücadelelere sahne olmuş bir partinin tarihini yazmak kolay değil. SHP’nin yoğunlaştırdığı birikim 1995 birleşmesinden sonra bütünüyle eridi. O yitimin tarihsel sorumluluğu baştan sona kadar SHP’yi CHP’ye katanlarındır. (Merak edenler birleşme kurultayında ‘hayır’ oyu verenleri araştırsın.)
SHP’yi tayin eden unsurları bir kere daha ele almakta yarar var. Üç temel unsurdan söz edilebilir. Birincisi, dönemin koşullarıdır. 12 Eylül faşizminin bir kere daha diriltmeye çalıştığı, 1930’lara ait otoriter devlet anlayışına karşı 1979’da dünyada serpilmeye başlayan neo-liberal politikalar göreli bir özgürlük alanı açmıştı. O politikaların yanlış uygulandığı malumdu ve Özal dönemi, ekonomik liberalizm çağrılarına rağmen bireysel hak ve özgürlükler, insan hakları, demokratik açılımlar bakımından 12 Eylül rejimini izliyordu. SHP’nin varlığı evvela bu iki özgürlük alanının birleştirilmesi ve insancıl bir düzeye getirilmesi önerisiyle meşrulaşmıştır. Kolay olmayan bu problemin çözümü için ciddi metinler üretilmiştir. Temel kısıtlama o metinlerin uygulanmak istenmemesiydi. Özellikle Baykal ve ekibi parti yönetimine hakim oldukları dönemde bu çalışmalara kulağını tıkıyordu. Konular, sadece, şimdi genel başkanlığa hazırlanan İmamoğlu gibi, kendisini o makama hazırlayan Karayalçın’ın oluşturduğu çok değerli danışma kurullarının toplantılarında ele alınıyordu.
İkincisi, 1989’a yani Berlin Duvarı’nın yıkılmasına giden dönemde yaşanan iki önemli gelişmedir. Birincisi, 1970’lerde başlayan Akdeniz Sosyalizminden beri devam eden, bürokratik-Sovyetik sosyalizm modellerine karşı çıkan özgürlükçü sosyalizmin yükselmesidir. Post-modern siyaset denen açılım bu gelişmeleri desteklemiştir. Böylece, Türkiye’deki siyasal modernleşme modelinin, yani yukarıdan inmeci, otoriter, monistik muhakemenin, kendi partisi olarak biçimlendirdiği CHP anlayışı ciddi bir sarsıntı geçirmiştir. Ulus devletin homojenleştirici çabalarının yine bu dönemde sonuna gelinmesiyle SHP’deki belli bir çevrenin arayışı önem kazanıp tabanda somut karşılık bulmuştur.
Üçüncüsü, özellikle ikinci maddede belirttiğim hususların geriye itildiği, üstünün örtüldüğü dönemde yükselen çevre, kadın, Fordizm sonrası üretim modellerinin, bilgisayar ve enformatik teknolojisindeki yenileşmelerin esinlediği gerçek bir
sosyal demokrasi anlayışı parti tabanında ve partinin entellektüel çevrelerinde savunulmuştur. Birinci dalga küreselleşmenin getirdiği yeni demokrasi modelleri, tek tip kamusallığın yok edemediği ve o anlayışı dışlayan çoğulcu, çok-kültürcü, heterojen ve ‘heterodoks’ toplum modeli, önerilen sosyal demokrasinin kurucu unsurlarıydı. Bernstein ve Kautsky tarafından biçimlendirilen, Lenin tarafından şiddetle eleştirilen sosyal demokrasi bilhassa Tony Blair’in İngiltere’deki iktidarına hazırlık döneminde biçimlendirdiği
Üçüncü Yol görüşlerinden önemli ölçüde yararlanmıştı. Zıtlaşmaların oluşturduğu tartışma tabanda konvansiyonel CHP zihniyetini savunanlara karşı kazanılıyordu ki, malum ve
meşum birleşme geldi.
CHP birleşmeyi delicesine, bir kurtuluş çaresi olarak istiyordu. Tarihsel kökleri olan CHP ‘romantizmi’ SHP’yi yutmak istiyordu ve birleşme %5’lik partide olursa SHP kenara çekilecek, iktidar da kendisine geçecekti. SHP’nin tereddüdünü aşan bir gelişme şu oldu.
IV
SHP’de 1993 yılının 11 Eylül günü M. Karayalçın, E. İnönü’nün yeniden aday olmamasıyla yapılan genel başkanlık seçimi kazanarak ve A. G. Gürkan’ı alt ederek o makama oturmuştu. SHP o sırada DYP ile kurduğu hükümette ortaktı. 1991 seçimlerinde, bir önceki 1987 seçimlerinde aldığı %25 (değişmeyen %25, ama değişen seçmen sayısıyla birlikte düşünülünce sürekli gerileme anlamı taşıyan %25) oy oranını %21’e geriletmişti. Buna rağmen hükümet kurmayı başarmıştı. Kısacası Karayalçın GB olduğunda SHP Başbakan yardımcılığı, Dışişleri Bakanlığı başta olmak üzere kabinede bakanları olan, hükumet eden bir partiydi.
Asıl mesele 1994 yılındaki yerel seçimlerdi. SHP ve CHP seçimlere ayrı ayrı girdi. SHP yine oy yitirmiş ve %13,5’e düşmüştü. CHP’nin oyu ise %5’i bile bulmuyordu, %4,6’ydı. Durumun vahameti ortadaydı. DSP ve Ecevit bir hiçbir şekilde birleşme yanlısı değildi. CHP birleşmeyi delicesine, bir kurtuluş çaresi olarak istiyordu. Tarihsel kökleri olan CHP ‘romantizmi’ SHP’yi yutmak istiyordu ve birleşme %5’lik partide olursa SHP kenara çekilecek, iktidar da kendisine geçecekti. SHP’nin tereddüdünü aşan bir gelişme şu oldu.
Murat Karayalçın SHP GB’nı seçilmişti ama milletvekili değildi. Partiyi yönetemiyordu. Üstelik akıl almaz bir hata yaparak kurultayda kendisine karşı çok sert bir rekabet yürüten Gürkan’ı Meclis’te Grup Başkanvekili yapmıştı. Gürkan acımasızca hareket ediyor ve partiyi kendi iktidarına doğru yönetiyordu. Çözüm, Karayalçın’ın MV olmasıydı. Bu fırsat, içinde yaşadığım için biliyorum, Adıyaman’da yapılacak bir ara seçimde doğdu. Karadenizli Karayalçın bu defa yakın çevresindekilerin verdiği akılla bir çözüm bulmuştu. Adıyaman’dan aday olacaktı. Adıyaman’la ilişkisini de ‘Kardeniz’liyim, Rize kökenliyim ama Samsun’da doğdum, Ankara’da yetiştim, İngiltere’de okudum, şimdi de Adıyaman! Farklı yerlerde olmak benim kaderim...’ gibisinden popülist ve iğretiliği üstünden akan bir açıklamayla kurmaya çalışıyordu.
Adıyaman’da Alevi nüfus ve seçmen kitlesi çok güçlüydü. Seçildiği kurultayda Alevi kökenli eski Birlik Partisi GB’ı Mustafa Timisi, Karayalçın’ın yanında yer almıştı. Yine ondan yardım istendi. Fakat gücü yetmiyordu. Bunun üstüne CHP’yle birleşme gündeme geldi. Birleşme olursa CHP’nin kontrol ettiği Alevi seçmen Karayalçın’ı destekleyecekti. İlk adımlar bu çerçevede atıldı. İnanılır gibi değil ama birleşmenin temel nedeni buydu. Derken Adıyaman seçimi iptal edildi. İlgilenenler dönemin gazetelerinden süreci izleyebilir.
Yapacak bir şey yoktu. Adımlar atılmış yaklaşımlar gerçekleşmişti ve CHP de Baykal da yakaladığı fırsatı bırakmak niyetinde değildi. Karayalçın’sa pabucun çok pahalı olduğunu görüp birleşmekten caymak istiyordu ama SHP hem içeriden (hayret verici şekilde) Gürkan ve Karakaş aracılığıyla hem dışarıdan CHP tarafından kuşatılmıştı. Nihayet ertelenen kurultaylardan sonra birleşme gerçekleşti. Salonda Karayalçın’ın en yakınındakilerin nasıl göz yaşı döktüğü gözümün önünde, Karayalçın’ın kürsüde yaptığı o çok kırgın, ezik konuşmada ‘çok üzgünüm’ dediği bulabilirsem kaydettiğim filmde fakat herhalde bizzat Karayalçın’ın zihnindedir. Hikmet Çetin’in GB’lığı ara çözüm olarak görülmüştü. Fakat 6 ay sonra, 9 Eylül 1995’te Baykal, Karayalçın’ı iki katı oy alarak yendi, PM listesini kazandı. SHP ve GB’nı tarihe karışmıştı.
1997 seçimleri geniş kitlelerin ve Türkiye’deki siyasetin örgütlü seçmen tabanının CHP’ye verdiği kahredici bir cezaydı. İkna odalarından başlayarak 28 Şubat’ın asli unsuru CHP’yi seçmen affetmemiş, kendi tabanı da kurtaramamıştı. Şimdi ‘SHP kapatılmamalıydı’ diyen ama kapatılması için elinden geleni yapanlara o günlerde yaptıklarının yanlış olduğunu anlatmaya çok çalıştık fakat pek dinleyecek kulakları yoktu.
V
Yeniden açılan CHP bilhassa Genel Sekreter seçilen Ertuğrul Günay’ın katkısıyla 1930’ların CHP’sini canlandırma uğraşısındaydı ve Atatürk’ün yakasında CHP kokartı olan resmi partinin yeni sembolü yapılmıştı. Oysa aynı dönemde GB Yardımcısı olan İsmail Cem, birlikte hareket ettiği Baykal’ın 1990 Eylülünden başlayarak İnönü ile girdiği GB’lık yarışlarında, özellikle Temmuz 1991 kurultayında,
Yeni Sol kavramını ortaya atmıştı. Bu eklektik modeli içeren aynı adlı eklektik kitap halen bulunabilir. Cem, eskiden beri sürdürdüğü çok romantik tezlere yeni boyutlar eklemişti. Yeniden açılan CHP’ye yazdığı
Program’a da görüşlerini yansıtmıştı. Muhakkak ki, Cem’in görüşleri 1930’lar romantizminden daha ileriydi. Fakat Baykal’ın bu tür çalışmalara ve ideolojik kurgulara kapalı yapısı tezleri (?) ve programı hızla buharlaştırmıştı.
Karayalçın’ın uzun çabalarla ve (bu satırların yazarının da içinde bulunduğu)küçük bir ekiple hazırlayıp GB seçildiği kurultaya sunduğu manifesto ise çok daha ileri bir metindi. Arşivimde duran ilk halini Karayalçın sonradan yine arşivimde bulunan düzeltmeleriyle, elbette hakkı olarak, değiştirmiş, daha ideolojik kesimleri çıkarmış, metni son derecede
teknolojist bir içeriğe kavuşturmuştu ki, bu yaklaşım, özünde sağ ve ideolojik tavırlara karşı geliştirilen bir tutum olarak teknolojizm, onun tüm siyasal tutumunun belkemiğidir. (Karayalçın’ın yayınladığı bir metin de
Proje Demokrasisi başlığını taşır ve bu kavram onun sıklıkla kullandığı kavramlar arasındadır.)
Yine de Karayalçın metin ilk kez daha geniş bir tartışma çevresine sunulduğunda gelen çok beylik eleştirileri soğukkanlılık ve kararlılıkla karşılamış, hazırlanan metni savunmuştur. Ayrıca hazırlanan çalışma Gürkan’ın büyük ölçüde genel-geçer sözlere dayanan kurultay bildirisinden çok daha ileri görüşler içeriyordu. Eksiği, Karayalçın’ın, ısrarlarımıza rağmen ‘netameli’ konulara girmek istememesiydi. (Bu konuda merhum Necat Erder’in büyük çabası unutulmazdır. Madem söz açıldı şunu da yazayım. İlk ekip Cevat Erder, Aydın Köymen, Yakup Kepenek, Hasan Bülent Kahraman’dan oluşuyordu. Daha sonra Erder, Köymen ve Kahraman kaldılar. Genel çizgiler çıktıktan sonra bahsettiğim ilk sunuş metnini Kahraman kaleme aldı ve ortak kabulle Karayalçın’a iletildi.)
Birleşme sonrasında Baykal bunların tamamını görmezden gelecek ve SHP kadrolarını hızla tasfiye edecekti. İdeolojik düzeyde
Anadolu Solu ucubesini çıkaracak, sosyal demokrasi kavramını rafa kaldıracaktı. Ardından CHP 1999 seçimlerinde baraj altında kalacak, 2002 seçimlerinde yeniden parlamentoya girdikten sonra sosyolojinin ve siyasetin ürettiği tüm kavramları, olguları göz ardı edip, daha önce birçok yerde öne sürdüğüm gibi git gide artan bir dozda merkezin ve onun kurumlarının partisi olacaktı. Toplumsal dinamikleri yok sayan, o refleksini yitirmiş her parti gibi dar hizip örgütlenmesine dönüşecek, ideolojik zemin olarak bürokratik kabulleri benimseyecekti. Zengin, iyi eğitimli, Batıcı, negatif laikçi, solu sadece ‘medeni’ yani batılı olmak şeklinde tanımlayan kesimlerin, kentlilerin partisi olacaktı. SHP’nin geliştirdiği, malum kesimlerin tehdit ve ‘tehlike’ olarak gördüğü her türden kavram böylece tasfiye edilmişti. Baykal, 1993’te, Uğur Mumcu’nun öldürülmesinin ardından gelişen tepkiyi görerek bu yönelim içine girmiş, son gününe kadar da aynı doğrultuda politika, daha doğrusu
politikasızlık yapacaktı.
Ama siyasetin somut mantığı bu arayışların dışındaydı.
Bileşik CHP girdiği ilk seçimlerde yani 24 Aralık 1995’te yapılan seçimde barajı geçemiyordu. Ancak son dakikada, %10,7 oy alarak kılı kılına aşmıştı barajı. Dönemin TÜSES başta olmak üzere çalışmaları bu sonucu gayet iyi çözümlemiştir. Türkiye çeşitli krizler dönemine girmişti. Modernlik krizi diye genel çizgileriyle özetlenecek bu krizler demetinde laiklik krizi, siyasetin krizi, devlet ve yönetim krizi üç önemli faktördü. Modernliğin kurucu partisi olan CHP’nin bilhassa laiklik üstünden gelişen krize genişlemeci bir çözüm bulmak yerine daraltıcı ve geriye dönük çözümler önermesi sürekli olarak açınmasına yol açıyordu.
Gerçek çöküş 1999 seçimlerinde yaşandı ve CHP baraj altında kaldı. ‘Atatürk’ün partisi’, belki şimdi anımsanmıyor ama, Meclis’e dahi girememişti. 1995 seçimleri için öne sürdüğüm gerekçenin doğruluğunun kanıtı 1999 seçim başarısızlığıydı. CHP, 1997’de yaşanan 28 Şubat’ın mimarları ve destekçileri arasındaydı. Türk siyasal yaşamıyla ilgili temel görüşüm çok açıktır: toplum herhangi bir askeri darbeye taraf olan partiyi ertesi seçimde ağır şekilde cezalandırır. 1997 seçimleri geniş kitlelerin ve Türkiye’deki siyasetin örgütlü seçmen tabanının CHP’ye verdiği kahredici bir cezaydı. İkna odalarından başlayarak 28 Şubat’ın asli unsuru CHP’yi seçmen affetmemiş, kendi tabanı da kurtaramamıştı. Şimdi ‘SHP kapatılmamalıydı’ diyen ama kapatılması için elinden geleni yapanlara o günlerde yaptıklarının yanlış olduğunu anlatmaya çok çalıştık fakat pek dinleyecek kulakları yoktu.
Bu dönem sosyal demokrasi kavramını telaffuz dahi etmemiştir. Altı Ok da öne sürülen, değerlendirilen bir unsur olmadı Kılıçdaroğlu döneminde. CHP şu son otuz yıllık tarihinde sosyal demokrasiyle (hem de kurultay kararlarıyla vs karar altına alınmış) olan ilişkisini tamamen kaybetmiştir.
VI
Şimdi toparlayalım. Hikmet Çetin benim de tanıdığım, değer verdiğim, saygın bir politikacıdır. Ama bir daha belirteyim, Karayalçın’ın basiretsizliği ve yarattığı kaygılar nedeniyle SHP’yi yutan CHP’nin o malum birleşme sonrasında altı ay süreyle beşinci GB’lığını yaptı. Çetin’in birleşmeye karşı olduğunu ya da SHP’yi savunan herhangi bir demecini hiç görmediğim gibi, aradan geçen sürede SHP politikaları doğrultusunda bir yorumunu, değerlendirmesini de okumadım. Görüşüne kesinlikle katılıyorum. SHP devam etmeliydi.
Bu yargının temel bir nedeni var. CHP için genellikle kullanılan tanım ‘Atatürk’ün partisi’ olduğudur. Elbette doğrudur. CHP’nin kurucusu ve temel ilkelerini Atatürk belirlemiştir. Bu ilkeler bir süre sonra anayasaya geçirilmiş ve toplumsallaştırılmıştır. 1930’ların 1950’ye kadar devam eden öyküsü budur. Zaman, CHP’ye bazı dönüşümler getirmiştir. Altı Ok, üç yeni okla bütünleşmiştir. Fakat 6 Ok daima ilk şekliyle kalmıştır, CHP 9 oklu bir parti olmamıştır. Her ne kadar 6 Ok 1973-1980 arasında daha özgürlükçü şekillerde yorumlanmışsa da 1992’de yeniden açıldıktan sonra CHP’nin şu anlattığım tarihiyle sol bir parti olduğunu söylemek mümkün müdür? 2010 ertesinde, Kılıçdaroğlu döneminde ise CHP bambaşka dönemeçlere girmiştir. Bugün, CHP tabanının önemli bir bölümü CHP için (artık) ‘Atatürk’ün partisi değil, O’nun partisi olmaktan çıkarıldı’ diyor. Hatırlayanlar olacaktır, Turhan Feyzioğlu ve ekibi de Bülent Ecevit parti genel sekreteri seçildiğinden
aynı iddiayla partiden ayrılmışlardı.
CHP, 1992’de açıldıktan sonra
başka bir partidir. Öncesinde de başka bir partiydi. 100 yıllık bir partinin dönemlerinin olması doğaldır. 1965 sonrasında içine girilen ve 1980’e kadar süren dönem ise başlı başına bir çağ olarak görülmelidir. O dönem CHP’nin temel ilkelerini genişletme çabasıyla yüklüdür ve önemlidir. Nereye kadar gidebilirdi sorusunun cevabı ise geldiğimiz yerdir. SHP’nin ana meselesi de oydu, acaba sosyalist görüşlerle CHP ilkeleri uzlaşır mı sorusu partinin ana problemiydi. CHP’yle bütünleşmek ‘uzlaşmaz’ cevabıydı.
Kılıçdaroğlu döneminde ise bu tartışma tek bir gün olsun gündeme getirilmedi. Çünkü bu dönem sosyal demokrasi kavramını telaffuz dahi etmemiştir. Altı Ok da öne sürülen, değerlendirilen bir unsur olmadı Kılıçdaroğlu döneminde. CHP şu son otuz yıllık tarihinde sosyal demokrasiyle (hem de kurultay kararlarıyla vs karar altına alınmış) olan ilişkisini tamamen kaybetmiştir. Dikkatle üstünde durulması gereken başka tayin edici dinamikler geliştirmiştir. Bugün köklerine, kurucu ilkelerine dönecek bir parti oluşumu mümkün müdür sorusunu olumlu şekilde yanıtlamak bir hayli güçtür, çünkü parti tabanı da çok farklı bir yapıdadır. Yine de CHP’deki tek tartışma çok soyut, ne olduğu anlaşılmaz şekilde ‘kurucu ilkelere dönüş’ çağrısıdır. CHP’de kurucu ilkeleri reddeden birisinin olduğu pek düşünülemeyeceğine göre bu çağrının iyice açıklanması gerekir.
Geçmiş, geçmiştir. Hayat gelecekte akar. SHP’nin kapatılması kesinlikle yanlıştı ama daha fazla o şarkıyı söyleyerek bir yere varılamaz. Siyaset deterministik olduğundan SHP’nin kapatılması fiili bir gerçekliktir. Kişiler sadece kolaylaştırıcı rolleri üstlendi. Ama CHP, kapattığı SHP’den tek bir ders bile almadı. Şimdi SHP’ye referansla bir önermede bulunmak saçmalıktır.
VII
Bu koşullarda Kürtlerin, Alevilerin, sosyalistlerin, hareketli diğer sivil toplum örgütlerinin, hayal edilemeyecek ölçülerde zayıflamış olsa da örgütlü işçilerin, toplumun son otuz yılda geliştirdiği
yeni sosyolojilerin oluşturacağı yeni bir partiye ihtiyaç olduğu muhakkaktır. ‘Kültür’ olarak böyle bir partinin, bugünkü yavanlaşmış iddiaların, bakış açılarının dışında yeni unsurları içermesi gerekir. O partinin CHP’den ayrı olması ve gerçekten, haklı olarak, CHP’yi kendisiyle ve kurucu ilkeleriyle baş başa bırakması gerekir. CHP’ye yapılacak en büyük iyilik budur.
Böyle bir yeni parti olanağı uzak değildir. Yapılamaz da değildir. Ama siyaset masa başında biçimlenmez. Kendi kendisini şekillendirir. Siyasette ‘mümkündür’ denerek hiçbir şey gerçekleşmez. Siyaseti somut koşullar tayin eder. Siyasetin analizi daima
a posteriori’dir, işler olup bittikten sonra yorum yapılır ama siyasetin oluşumu günü gününedir ve insanların onu şekillendirmesinden çok o insanları şekillendirir, çünkü siyaset gücünü tekil insanı aşan koşullardan alır. (Marxizmin çok haklı olarak Hegelgil yaklaşımlarla zıtlaştığı nokta budur, ‘tarihin öznesi olmak’ ilkesi tam da bu noktada belirir. Diğeri boş bir ‘teleoloji’ olacaktır.)
Keşke SHP kapanmasaydı önermesi doğru ama yersiz, yetersiz ve eksik. Bilinçli şekilde kapatıldı SHP. Kapanması için çaba gösterenlerden biri bizzat bu açıklamayı yapan Hikmet Çetin’di. O birleşme ve SHP’den kurtulma ‘mühendisliği’ CHP’yi bugüne kadar getirdi. Üstelik, tarih ortadayken hiçbir komplo teorisine yer kalmıyor. SHP devam etseydi, ne olacağını da iyi kötü biliyoruz.
Şunca hızlı dönen dünyada Türkiye’deki genel kültür birikimi ve özellikle siyaset sınıfının kültürü o değişimi günü gününe izlemek ve partiyi onunla bütünleştirmek becerisini muhtemelen gösteremeyecekti. İngiltere İşçi Partisinin akıbeti somut bir kanıttır. O bile dayanamadı dönüşümlere. Benzeri bir durum Fransa’da yaşandı, ülkenin yerleşik siyaseti yetersiz kalıp Macron gibi çapsız, yeteneksiz bir kişiyi bulup siyasetçi yaptı. SHP devam etseydi, CHP ile birleşme çağrıları devam edecekti. Ancak çok farklı bir siyasal bilinç o çağrılara meydan vermezdi ki, öylesi bir siyasal tutum Türkiye’de galiba bir tek TİP döneminde görüldü.
Geçmiş, geçmiştir. Hayat gelecekte akar. SHP’nin kapatılması kesinlikle yanlıştı ama daha fazla o şarkıyı söyleyerek bir yere varılamaz. Siyaset deterministik olduğundan SHP’nin kapatılması fiili bir gerçekliktir. Kişiler sadece kolaylaştırıcı rolleri üstlendi. Ama CHP, kapattığı SHP’den tek bir ders bile almadı. Şimdi SHP’ye referansla bir önermede bulunmak saçmalıktır. ‘Makus’ tarih (‘talih’ değil) onun olmayacağını göstermiştir. CHP’yi CHP’ye terk etmek, tanımladığım doğrultuda dönüşürse alkışlamak gerekir. Neticede olmayacak duaya amin demek de insani bir tavırdır.
Siyaseti siyaset olarak yapan bir partiye ihtiyaç var diyeceğim ama ne zaman olmamıştır ki?...