CHP, değişim ihtiyaçlarına büyük ölçüde kayıtsız kalarak, uzun süre sahiplendiği kurucu değerler etrafından yürüttüğü siyasi mücadelesini konjonktürel sorunlara yönelik tepki gösteren bir parti hâline gelerek gösterdi. CHP’nin yüzyıllık bir parti olmasının nedeni bir lider partisi olmamasıdır.  Bir şekilde belli ilkeler etrafından bütünleşip, kurumsallaşabilmiş ve bunca zaman varlığını sürdürebilmiş bir yapıdır.  Bu süre zarfında kendi varlığının sürekliliğini sağlayacak değişim hamlelerini gerekli olduğu zamanlarda yapabilme kabiliyetini gösterebilmiştir.  Bu nitelikleri bakımından CHP’nin, ülkemiz siyasetinde örneği az kurumlardan biri olduğu inkâr edilemez. Bu sürekliliğin bir diğer nedeni daha var. O da uzun yıllarca CHP’nin ülkenin kurucu iradesinin ve değerlerin temsilcisi olarak görülmesidir. O yüzden iktidarda olmasa da ülkenin hâl ve gidişi hakkında rahatsız olanların referans aldıkları değerlerin temsilcisi olmuştur yıllarca. Ülkedeki siyasi gelişmelerin şiddetine bağlı olarak bu durum, zamanla toplumdaki değişim ve gelişmelere ciddi bir direncin de simgesi olmuştur.  Bu, bir yandan partinin bir kurum olarak sürekliliğini, diğer yandan da toplumdaki gelişmelere frenleyici bir güç olarak ortaya çıkmasına sağlamıştır. 2.Dünya Savaşı sonrasında çok partili sisteme geçiş CHP’nin iktidarı kaybetmesiyle sonuçlanmıştı. Bu partinin toplumsal ve siyasi gelişmelere karşı ilk değişim tepkisiydi ve sonunda partinin aleyhine sonuçlanmıştı. Hem yeni dünya düzeyinin yapısı hem de Türkiye’nin bu yapının bir parçası olma isteği böyle bir değişimi zaruri kılmıştı. Ayrıca ülke içinde sermaye birikiminin ulaştığı düzey siyasi yapıda bu yönde bir dönüşümü gerekli kılmıştı. Böylesi şartlarda CHP, dışta ve içte olgunlaşan koşullara doğru yönde tepki vererek, bu koşullara uyum sağlamayı seçmiş ve iktidarı, kendi içinde doğan bir başka gruba ve onların temsil ettiği daha sivil değerlere terk etmesini bilmiştir.  O güne kadar tarihimizde ender görülen “sivil bir dönüşüm” gerçekleştirilmiştir. Aslında CHP’nin o günlerde başka çaresi yoktu. Tek parti rejimine devam etmek, toplumun o günlerde ulaştığı gelişme düzeyinde işlevsiz kalmış bazı uygulamaların, ülkedeki sivil sermaye birikimi ve refah üretimine engel teşkil edici bir hâl alabilirdi. Ama çok daha önemlisi, özel sektörü dışlamaktan imtina etmiş kurucu iradenin, özel sektördeki sermaye birikimi belli bir düzeye ulaştıktan sonra, ekonomi genelindeki sermaye birikimin sürecinde eskiden olduğu gibi devleti etkin kılınabilmesi mümkün olmaktan çıkmıştır. Bu da devlet kontrolünde yürütülecek bir sermaye birikim sürecinin toplumun geneli için refah üretebilme olanağını azaltmıştır. Ekonomik olarak topluma daha fazla refah üretemeyecek, sahiplendiği politikalarla sermaye birikimini daha ileri safhalara taşıyamayacak bir partinin böyle bir dönüşüme rıza göstermekten başka çaresi yoktu. Ancak bu süreçte alternatif değerleri temsil edecek, ülkede yeni bir sermaye birikimi ve refah modelini ortaya koyabilecek siyasi liderliğin olması, bu süreci çok uzun bir arayışa girmeden ve çok da fazla “sancı” çekmeden gerçekleştirilmesine olanak sağlamıştır.
CHP’nin parti yönetimi iktidar güçlerinin etkisi altında, iktidar uygulamalarına sadece eleştiri getiren bir “söylem partisine” dönüştü. Maalesef bunca zaman ülkenin ve toplumun sorunlarına çare olacak politikaların çekim merkezi olamadı.
Ülkemizdeki bu döneme yönelik yapılan ekonomik ve siyasi değerlendirmelerde, bir kurum olarak Demokrat Parti’nin farklı değerleri toplumun önüne koyabilmede kolaylaştırıcı etkisi genel olarak ihmal edilmiştir.  Bu kolaylığı sağlamak bakımından, belki de 1946 seçimlerinin öyle veya böyle kaybedilmesinin, bu değerlerin izleyen seçimlere kadar toplumda kök salmasını sağladığı bile düşünülebilir. Neticede toplum alternatifsiz kalmamıştır. Bu dönemde CHP kadrolarının ve temsil ettiği değerlerin, toplumun kısa dönem ihtiyaçlarıyla uyumsuz olarak görülmesi, göreli olarak daha özgürlükçü bir ortamda, belki de toplumun geneli tarafından kabul görmemesiyle sonuçlanmış olabilir. Bu yüzden ülkede “evrensel” parti değerlerinin “elit” bir niteliğe bürünmüş olduğu yönünde bir algı oluşmuştur. Bu bakımdan “elitistlik” toplumun yabancısı olduğu değerler anlamına gelmiştir ve kullanılmıştır. O günlerde hâlâ geleneksel üretim yapılarının hâkim olduğu, yeteri kadar piyasa kurumunun gelişmediği, dünya ekonomisi ile bütünleşmenin son derecede düşük ve tek boyutlu olduğu bir ekonomide halk, Cumhuriyetin kurucularının ve çağdaş dünyanın sahiplendiği evrensel değerlere yabancı kalmayı tercih etmiştir.  Halk artık bu değerleri sahiplenecek herhangi bir ihtiyaç hissetmediği gibi, gerek de görmemiştir. Buna göre ülkenin dış dünya ile ilişki düzeyi ne kadar azalıyor, ekonomide piyasa kurumu ülkedeki kaynakların dağıtımı üzerinde ne kadar etkisiz hâle geliyor ve Türkiye ekonomisinin dünya ile ilişkisi tek boyutlu kalmaya devam ediyorsa hem CHP’nin hem de dünyada geçerli değerlerin Türk halkının kısa dönemli çıkarları bakımından önemi azalıyordu.  Halk bu değerlere giderek yabancılaşırken, bu değerleri sahiplenenler onlar için “elit”bir kesim oluşturuyordu. Elit olarak düşünülenler halkın uzun dönemli refahını arttıracağı düşünülen değerler etrafından toplumu dönüştürmeye çalışırken, gelenekselliğin pençesinde kalanlar halk ise kendi kısa dönemli çıkarları doğrultusunda mevcut durumunu korumaya çalışıyordu. Bu da ülkemizde günümüze kadar devam eden bir “değerler mücadelesinin” kapısını açıyordu. Dönüşüm ihtiyacının gerekçeleri ise öncelikle sermaye birikim sürecinin aksamasına yol açan bir siyasi yapının ortaya çıkması, ardından bu yapı içinde toplumsal ihtiyaçlara yabancılaşmış bir bürokrasinin oluşması ve nihayet ülkede refah yaratacak, her şeyden öte bu refahı adil paylaştıracak politika tercihlerinde bulunacak bir bürokratik kadrolaşmanın oluşturulamamış olması olarak düşünülebilir.
Dün olduğu gibi bugün de kendi kişisel ihtirasları uğruna ülkenin ekonomik kaynaklarını tüketen siyasiler, vatandaşın sorunlarına çözüm bulmada zorlandıklarında, eylem ve söylemleriyle iktidarın kendi niteliğine bağlı olarak ortaya çıkmış, toplumun genelinden kopuk, bir o kadar da seçkinci ve kapsayıcılığı dar gruplara hitap etmeye başlamış, toplumun geneli için sorun çözme kabiliyetlerini kaybetmişlerdir.
Böyle bir kadronun ve düşünsel hazırlığın önceleri Demokratik Parti’de olması iktidar değişimine yol açtı. CHP ise, bu değişim ihtiyaçlarına büyük ölçüde kayıtsız kalarak, uzun süre sahiplendiği kurucu değerler etrafından yürüttüğü siyasi mücadelesini konjonktürel sorunlara yönelik tepki gösteren bir parti hâline gelerek gösterdi.  Zaman geçtikçe o kurucu değerler de görünmez oldu. Parti yönetimi iktidar güçlerinin etkisi altında, iktidar uygulamalarına sadece eleştiri getiren bir “söylem partisine” dönüştü. Maalesef bunca zaman ülkenin ve toplumun sorunlarına çare olacak politikaların çekim merkezi olamadı. Demokrat Parti 1950’li yıllar boyunca yeni bir söylem ve siyaset yapma tarzı ile başarılı olmuş ve siyasetin tabana inmesine aracılık etmeyi başarmıştır. Ancak onların bu siyasi mücadelesi de bir süre sonra yeni bir elitist siyaset ve söylem doğurup kurumsallaşmasına yol açmıştır.  Bunda siyasi söylemlerin ve politikaların finansmanı için gerekli kaynakların tükenmesi ve bu nedenle siyasi vaatlerin havada, sadece söz olarak kalması büyük rol oynamıştır. Bu söylemlerin toplumun o günlerdeki ihtiyaçları açısından herhangi bir etkisi olmamıştır. Dahası ülkenin kaynaklarının siyasi söylem ve politikalar ile uyumsuzluğu zamanla iktidarın baskıcı olmasına ve toplumun ihtiyaçlarıyla bağının kopmasına neden olmuştur. Böylece 1950’lerin ikinci yarısından itibaren, tıpkı CHP gibi DP de kendi elitlerini doğurmuştur. Dün olduğu gibi bugün de kendi kişisel ihtirasları uğruna ülkenin ekonomik kaynaklarını tüketen siyasiler, vatandaşın sorunlarına çözüm bulmada zorlandıklarında, eylem ve söylemleriyle iktidarın kendi niteliğine bağlı olarak ortaya çıkmış, toplumun genelinden kopuk, bir o kadar da seçkinci ve kapsayıcılığı dar gruplara hitap etmeye başlamış, toplumun geneli için sorun çözme kabiliyetlerini kaybetmişlerdir. Bu durum, ilgili siyasi kadroların iktidarda veya muhalefet olmalarına bağlı olarak pek değişkenlik göstermiyor. Herkes kendi sterilize edilmiş ortamlarında, kendi dar gruplarına anlam ifade edecek söylemlere başvuruyor. Toplumun geneli ise bunlardan bağımsız yaşananlara sadece tanıklık edebiliyor. Bu şekilde siyaset bir bütün olarak toplumdan kopuyor.