Pazar Politik Gündem

Cemaat ve tarikatlar Devlet’i ele mi geçiriyor?

Abone Ol
Türkiye siyaset tarihinde tarikat ve cemaatlerin siyasal alana müdahalesi AKP ile başlayan bir süreç değil. Bu sürecin AKP ile getirdikleri ve tarikatların ve cemaatlerin nasıl ele alınması gerektiğini Tarık Çelenk yazdı.

Loading...

Son dönemlerde tarikat ve cemaatlere ilişkin skandal haberler geldikçe kamuoyunun bu yapılar hakkında kaygıları ve rahatsızlıkları artmış durumda. Bu rahatsızlığın bir diğer yönü de mevcut yönetimin, devlet bürokrasisinde liyakatten ziyade sadakate veya ittifak anlayışına uygun farklı yapılarla iş tutma tarzından kaynaklanmakta. FETÖ ardından yaşanan bu acı tecrübe ve boşluk, şimdilik ilgili ittifakın diğer ortağının malum siyasi ve saha bileşenleri ile doldurulmuş gözükmekte. Burada kamuoyu şunu sormakta; şu an farklı ideolojik taban ve gelenekten gelen malum bileşenlerin yönetim tarzı ile mevcut ittifak ne kadar devam edebilecektir. Bunu dengelemek veya değiştirmek için yeni paralel yapıların ve dini grupların farklı vakıf veya dernekleri devlette inisiyatifleri arttırılacak mıdır? Bir bakıma kamuoyu, özellikle TSK ve güvenlik bürokrasisinde liyakatin, hiyerarşik disiplinin ve kurum kimliğinin zedelenmeye devam edeceğinden, ardından da yeni tasfiye kavgalarıyla ülkeye ciddi maliyetler ödetilebileceğinden de endişe duymakta. Muhtemelen devletin kadrolu geleneksel bürokrasi erki ise, FETÖ tecrübesinden sonra, muhtemelen aynı trajediyi yaşamamak için cemaatlere ilişkin bazı temel soruları/kaygıları taşımaktalar. Bu kaygılar, zamanında İslami cemaatlerin varlığından pek hazzetmeyen malum grupların ve toplumsal seküler duyarlılığın manipülasyonuna da açık durmakta. Bu sorular/kaygılar şunlar olabilir;
  • Gülen grubu dışındaki cemaatlerde “devlet” hedefi yok biliniyor, buna ne kadar emin olabiliriz?
  • Devleti ele geçirme hedeflerinin olmadığına emin olsak bile ekonomik güçlenmelerinin sınırı nereye kadar olacak?
  • Bu ekonomik güçlenme ve dayanışma, siyasi bir katılıma veya güçlü bir talebe mi dönüşecek?
  • Tüm bu süreçler, iyi gitmeyen dinin doğru anlaşılmasına, devletin demokratik ve adil işleyişine daha da mı zarar verecek?
Bu tartışmaların özünde “Türk Sağ” geleneğinin temel motivasyon unsuru olan “kahtı rical” kavramının doğru anlaşılması gerekmekte. Kahtı rical bilindiği gibi milletin devletinin millet evlatlarınca değil de batı kültürü ve yaşam tarzı ile devşirilmişlerin tarafından yönetmesi anlamına gelmekte. Bu anlayış, bir bakıma devletin kadrolarının ve imkanlarının düşman ile her an iş tutabiilecek kadrolardan temizlenerek, vatansever, dindar ve milliyetçilere teslim edilmesini kastetmekte. 70’li yıllarda Yeniden Millî Mücadelecilerin, milli kadroların veya MHP hareketinin milliyetçi kadroların, iktidarından kasıtları da buydu. Millî Görüş hareketi ise daha çok esnaf, ticaret ve küçük sanayici zümresi üzerine yükseliyordu. Sonradan MHP ve YMM hareketinin bugün devlette etkinlikleri, ayrıca MG hareketinin de bürokraside kadro sıkıntısı çekmesi ancak hizmette başarısı böyle açıklanabilmekte. Tüm bu anlayışların ortak ideali ise Cumhuriyet elitinin rasyonel minimal devleti değil, kendilerinin ütopik maksimal devletini tesis etmekti. İşin en trajik yönü ise, Türk Sağında kahtı ricale karşı kadro yetiştirmek hususunda en gerçek başarıyı Gülen hareketinin gerçekleştirmesiydi. Tabiii ki bugünkü acı sonuçlarını topluma tattırarak. FETÖ’nün devlet ve kahtı rical kurgusu Türk Sağının ilgili bileşenlerine benzemekte, diğer tarikat ve cemaatlerden ise kendini ayrıştırmaktadır. Ancak FETÖ’nün adeta Şiilikten devir aldığı takiye konsepti, acımasız oportünizmi, örgüt disiplini ve demokrasiye olan inançsızlığı kendilerini bu anlamda diğer Sağ cereyanlardan farklı kılmaktadır. Zira Türk Sağının diğer ilgili bileşenleri partileşmişler, demokratik mücadele içinde iktidarda veya muhalefette kalmışlardır.
Tarihte tarikatların kurduğu veya temelini teşkil ettiği devletler tabii ki vardır. Buna en iyi örnek teşkil eden Şah İsmail’in babası Şeyh Haydar ve dedesi Şeyh Cüneyt’in Erdebil devleti ve Endülüs’te ise Murâbıtlardır.
Ülkemizdeki FETÖ referans alınarak öne sürülen cemaat ve tarikatların devleti ele geçirme tartışmalarına başlarken öncelikle bu hususu fark etmeliyiz. Cemaat ve tarikatlarla, FETÖ arasında devlet ve insan hedefleri-yöntemleri açısından çok ciddi temel farklar vardır. Cemaatler isteseler de nitelik ve kurgu olarak bunu başaramazlar. Cemaatlerin devlet kurumları üzerinden siyasetçilerce finanse edilmeleri ve ayrıcalık tanınmaları bir çürüme durumudur. Veyahut cemaatlere bağlı bürokratların aldıkları telkinler doğrultusunda tercih edilen siyasiler tarafında tavır alması da ayrı bir potansiyel tehlikedir. Ancak bu hususlardan hiçbiri FETÖ ve devlet ilişkisi üzerinden bir tarikatlar devlet ilişkisi çıkarımını yapmamızı haklı kılmayacaktır. Tarihte tarikatların kurduğu veya temelini teşkil ettiği devletler tabii ki vardır. Buna en iyi örnek teşkil eden Şah İsmail’in babası Şeyh Haydar ve dedesi Şeyh Cüneyt’in Erdebil devleti ve Endülüs’te ise Murâbıtlardır. Erdebil, Yesevi ekolünden Şeyh Cüneyt’in müritlerinden oluşan ordunun olduğu özerk bir bölgeydi. Başlarında kızıl börk olan müritler-kızılbaşlar adeta gelincik tarlasını oluşturuyordu. Burası sonradan Şah İsmail’in Safevi devletinin temelini teşkil etmişti. Kendi tarihimizde bugünün cemaatlerini de derinden etkileyen Saîd-i Nursî bilindiği gibi (II. Said’in ilk zamanlarında) politika ile arasına net mesafe koymuştu. Bediu’z-zamân’a bağlı Risale-i Nur meşrebi ise, (Yazıcılar ve Okuyucular gibi) birkaç bölüme ayrılmakla beraber, her zaman mevcut statüko ile başı en çok dertte olan bir grup idi. Ancak Risale-i Nur’da devlete talip olmamakla birlikte eğitim yoluyla da olsa devletin Kemalist ideolojisini değiştirmeye talipti. Nakşî-Hâlidî olan Gümüşhânevî Dergâhî’nın son halifesi Zeyrek Câmii İmamı Abdülazîz Bekkine’nin “Tarikat, Hir’ada bitmiştir. Artık Riyâset-i Devlet zamanıdır” gibi teşvikleriyle başlayan Nakşî destekli siyasal hareket, ilk olarak, Büyük Doğucuların da katılımıyla Milli Nizam Partisi’nin kurucusu merhum Necmettin Erbakan’la yola çıktı. Ancak İskender Paşa dahil, cemaat ve tarikatlar önceki gibi merkez sağ partilerin oy tabanı olmaya devam ettiler. İskender paşa dergahına devam eden üniversiteli gençler, başta Demirel ve Özal olmak üzere dönemin iktidarlarına nitelikli bürokrat kaynağını oluşturdular. Bugün toplumun ciddi bir kesimi, Nakşi şeyhi Abdulhakim Arvasi’nin tarikatlar zaten kendini kapatmıştı yapılan sadece bunun resmileştirilmesidir ifadesine nazire yaparcasına Atatürk’ün tarikatları kapatmasını referans göstererek bugün aynı uygulamanın kaçınılmazlığını dolaylı vurgulamakta. Son 300 yıldır İslam dünyasının içinde bulunduğu medeniyet krizinin kritiğinde tasavvuf ve tarikatların da payı doğal olarak fark edilmekte. Kurumların kapatılması, kavramları, toplumsal karşılıkları ve kadim geleneği de kapattıramıyor. Cumhuriyet tarihinde tarikat ve cemaatlerin temel kaygısı, Esad Erbîlî, Abdulhakîm Arvâsî ve Saîd-i Nursî gibi şahısların başlarına gelenlerdi. Bu nedenle politikaya talip olmadan devlet ve iktidarlarla hep iyi geçinmeye çalıştılar. Şimdi olduğu gibi bürokrasi ve siyasette kendilerine yakın olanlar onlara hep güvenceydi.
Son 300 yıldır İslam dünyasının içinde bulunduğu medeniyet krizinin kritiğinde tasavvuf ve tarikatların da payı doğal olarak fark edilmekte. Kurumların kapatılması, kavramları, toplumsal karşılıkları ve kadim geleneği de kapattıramıyor.
Tarikatlar ile ilgili ise akla ilk gelen devletin göz önünde bulundurması gereken önemli hususları şöyle sıralayabiliriz;
  • Tarikatlarda ‘İcâzet’ ve ‘Silsile’ önemlidir. Bu, Osmanlıdaki ‘Meclis-i meşayih’ (Şeyhler meclisi) modeli gibi bir özerk kurumca denetlenebilir.
  • Cemaatlerin ekonomik ve eğitim faaliyetleri şeffaf ve denetlenebilir olmalıdır.
  • Tarikat ve cemaatlerin televizyon, radyo, basın ve tüm sosyal medya kanalları siyaset dışı bırakılmalıdır.
  • Seyitlik kurumu istismara açık olmamalıdır. Osmanlıdaki ‘Nakibul eşraf’ misali, yine benzer özerk bir kurumca denetlenebilir.
  • Bilinç üstü de olsa Gülen hareketi cemaatlere model teşkil etmemelidir.
  • Tarikatın geleneksel prensibinin “Terki dünya, terki ukba ve terki terk” olduğu unutturulmamalıdır.
  • Cemaatler, taraftar toplamaya değil ‘ilim’ ve ‘irfan’ üzerine odaklanmalıdır.
  • Tarikatların medreselerindeki etkili selefi müfredat dikkatlerden kaçmamalıdır.
Özetle ifade ettiğimiz gibi politikayla, bazı cemaatlerin ve tarikatların kurdukları zorlamayla da olsa simbiyotik ilişkinin hesabı ve bedeli artık toplumun öfkesini celp etmekte, cemaatleri ise gelecekleri için kaygılandırmakta. Ülkemizdeki tarikatların toplumsal ve tarihsel karşılıkları vardır. Ancak uzun dönem siyasetten uzak kalmaya çalışan birtakım camiaların bile hangi gerekçeyle olursa olsun politikanın parçası olmaları üzücü ve düşündürücü bir durumdur. İnsan 70 ve 80’li yılların dergahlarındaki huzuru aramakta. Zira gerçekten o dönemlerde bu tip yerleri ziyaret ettiğinizde, kimsenin sizin mesleğinizi, siyasi tavrınızı veya statünüzü sormadığını, hiçbir şey olmadığınızı ve sadece insanlığınızı hissedebildiğinizi görebiliyordunuz. Bu da size ayrı bir huzur veriyordu.