Enes Kara’nın intiharından sonra cemaatler ve tarikatların geleceğini tartışmaya başladık. Çözüm ne? Kapatmak bir çözüm mü, kapatmamanın alternatifi ne? Kemal Büyükyüksel yazdı. Türkiye bu hafta korkunç bir haber ile sarsıldı. 20 yaşında, hayatının baharında bir tıp öğrencisi olan Enes Kara çok sarsıcı bir videoda hikayesini anlattıktan sonra hayatına son verdi. Enes, tüm topluma seslendiği son konuşmasında hayatını bir kabusa çeviren birkaç ağır koşula değiniyordu. Bunlardan ilki bir tıp öğrencisi olarak yaşadığı zorluklar, yoğun bir gelecek kaygısı ve güvencesizlik hissiydi. Enes’in konuşmasına dikkat çektiği diğer yakıcı mesele ise bir cemaate ait olan öğrenci evinde yaşadığı baskı ve zulmün şiddetiydi. Ailesi tarafından istemeden cemaate teslim edildiğini, katı muhafazakâr olan ailesinin hayatında ona nasıl bir baskı uyguladığını, teslim edildiği cemaatin içerisinde nasıl bir yaşam yaşamaya zorlandığını ve tüm bu koşulların hayatını nasıl bir cehenneme çevirdiğini anlatıyordu. Ve sadece kendisi için değil, iki kız kardeşinin akıbeti için de ne kadar endişelendiğini ortaya koyuyordu konuşmasının sonunda. Kız kardeşlerinin de kendisiyle aynı kaderi paylaşmasını istemiyordu, muhtemelen kızlar için baskıcı bir aile ve cemaate mahkûm edilmenin ne kadar korkunç bir kader olduğunun gayet bilincinde olarak. Peki biz bu trajediden ibret aldık mı? Hayır. Maalesef Türkiye olarak yine sorunları açık açık konuşmaktan kaçtığımız bir sürece girdik. Birçok muhalefet partisi lideri olaya karşı sessiz kalmayı tercih etti. Sorunun tarikatlar ve cemaatlerle alakalı olmadığı söyleminin baskın kılınmasında muhalefet partilerinin birçoğunun dahi etkisi oldu. Türkiye olarak maalesef ne yaşarsak yaşayalım kolay ders almayan bir toplumuz. Daha bundan 6 yıl önce 15 Temmuz’da toplumun ve devlet kademelerine sirayet etmiş bir cemaatin yoldan çıkarak yönetimi nasıl ele geçirmeye çalıştığına hep birlikte tanıklık ettik. Tarikatlar veya cemaatlere bağlı vakıfların yurtlarında veya öğrenci evlerinde yaşanan taciz, tecavüz, cinayet, yangın, intihar olaylarına şahit olduk. Ancak bugün yine toplum olarak oturup dürüst bir tartışma yapmaktan kaçınır bir haldeyiz. Bu tartışmayı yapmaktan kaçınmamızın en net göstergesi ise cemaat ve tarikat yurtlarının/öğrenci evlerinin kapatılması talebinin hızlıca “cemaatler ve tarikatlar kapatılsın” tartışmasına çekilip bir kültür savaşı tetikleyerek bu talebin meşruiyetinin altını oymaya çalışıp bertaraf edilmeye çalışılması. Birçok farklı muhafazakâr çevrenin de bu süreçte tartışmanın odağını burada tutmamak için farklı argümanlar üzerinden yürüme yahut meseleyi bir kültür savaşına çekme çabası da gözden kaçmıyor.
Bu işi sadece bir yoksulluk ve barınma sorunu olarak kurgulamak da eksik ve hatalı kalıyor. Burada bir zihniyet sorunu var. Bu zihniyet bütüncül ve sistematik bir sorun.
Konuyu tarikat ve cemaat yurtları/öğrenci evleri ve aile tahakkümünden çok daha genel bir tartışmaya çekmek suyu bulandırmaktan başka bir amaca da pek hizmet etmiyor. Tarikatların ve cemaatlerin toplumdaki etkilerini yitirmelerini arzulamak ve buna karşı mücadele edilmesi gerektiğini talep etmek de gayet meşru bir tartışma. Ancak konuyu hızlıca buraya çekmek önümüzdeki akut sorunun çözümünü tartışmayı da imkansızlaştırıyor. Bu akut sorun da çok basit. Türkiye’de cemaatler ve tarikatlar var. Bunlar resmi yapılar değil. Kapılarına zincir vurulacak bir yer yok. Çoğu zaman gayri resmi şekilde örgütleniyorlar. Kendilerini temsilen bazılarının vakıfları veya dernekleri bulunuyor. Bu yapıların da birçok faaliyeti arasında önemli faaliyetlerinden bir tanesi de öğrencilere yurt veya öğrenci evi açmak. Ancak bu yurt veya öğrenci evleri bile her zaman resmi bir kurum altında varlık göstermiyor. Bu yapılara çoğu zaman çocuklar aileleri tarafından teslim ediliyor. Aileler ya ekonomik olanaksızlıklardan ya da ideolojik tercihlerden dolayı çocuklarını bu yapılara gönderiyor. Bu yurtlar veya öğrenci evlerindeki gençler istemedikleri yaşam pratiklerini uygulamak zorunda kalabiliyor, zorla bir dini endoktrinasyon sürecine maruz kalıyorlar. Bu gençlerin hayatları içinde bulundukları yapılar tarafından sıkı biçimde denetleniyor. Hür iradelerinin bir önemi kalmıyor. Genellikle aileleri de gayet baskıcı bir yaklaşım içerisinde oluyor ve bu zorbalık hem cemaatler hem de aile tarafından aynı anda uygulanarak daha da ağır bir yüke yol açıyor. Enes Kara’nın bir cemaatin öğrenci evine mahkûm edilmesinin sebebi ise ekonomik bile değil. Ailesinin tercihi ve baskısı. Enes, videoda ailesinin imkanlarının gayet yerinde olduğunu ancak buna rağmen kendisini bu cemaate teslim ettiğini belirtiyor. Yani bu işi sadece bir yoksulluk ve barınma sorunu olarak kurgulamak da eksik ve hatalı kalıyor. Burada bir zihniyet sorunu var. Bu zihniyet bütüncül ve sistematik bir sorun.
Tarikat ve cemaatlere bağlı vakıfların sağladığı yurt hizmetlerinin birçoğu sadece barınma sağlamıyor, bu hizmet karşılığında öğrencinin hayatı üzerinde hakimiyet kuruyor ve bu imkanı bir ideolojik endoktrinasyon sürecine dönüştürüyor.
 Ancak bu sorunun ilk ayağı olarak Enes Kara’nın intiharına sebep olan koşulların nasıl değiştirileceğini ortaya koymak gerekiyor. Öğrencilere yurt veya barınma imkânı sağlamak bir hizmettir veya hayırseverliktir. Kamu tarafından da özel girişimler ve vakıflar tarafından da gerçekleştirilebilir. Hangisinin daha doğru bir yol olduğu başka bir tartışma. Ancak bunun yöntemi demokratik bir hukuk devletinde yasal sınırlar içerisinde çizilmiştir. Cemaatler ve tarikatların açtığı öğrenci evleri zaten herhangi bir resmiyete sahip olmadığı için başlı başına gayrimeşrudur, yasal değildir. Tarikat ve cemaatlere bağlı vakıfların sağladığı yurt hizmetlerinin birçoğu da sadece öğrencilere barınma sağlamıyor, bu hizmet karşılığında öğrencinin tüm hayatı üzerinde hakimiyet kuruyor, tüm gününü kendi ideolojik yaklaşımına göre disipline ediyor ve bu barınma imkanını bir ideolojik endoktrinasyon sürecine dönüştürüyor. Barınma hizmetinin böyle bir sürece dönüşmesi kabul edilemez, hizmetin politik bir ajanda için araçsallaştırılmasına, gençlerin istismarına ve temel yurttaşlık haklarının zedelenmesine yol açar. Barınma hizmeti sadece hizmet olarak kalmadığı sürece amacı dışına çıkıyor ve başka bir ajandanın aracına dönüşüyor demektir. Bu da zaten tarikat ve cemaat gibi yapıların sorununu ortaya koyuyor. Bu yapılar neredeyse her zaman gençleri ağlarına katacak bu tarz hizmetleri kendi politik ve toplumsal amaçları için sunuyorlar. Bu ağların içerisinde bireyin temel hürriyetini ve haklarını hiçe sayan baskıcı yaşam pratiklerini gençler üzerinde uyguluyorlar. Belli bir ağ üzerinden gençlerin topluma katılımlarını sağlıyorlar. Sonrasında da kendi gruplarının çıkarları için hareket edecek bu ağın toplumun ve devletin farklı yerlerine sirayet etmesi için çabalayarak toplum ve devlet içerisinde gayrimeşru bir egemenlik alanı oluşturmaya çalışıyorlar. Bu sürecin fazla ileri gittiğinde neler olduğunu 15 Temmuz darbe girişiminde net bir şekilde gördük. Peki ilk adımda bu yurt ve öğrenci evleri hakkında sunulabilecek çözüm nedir? İlk olarak öğrenci evleri yasal sınırların dışında bir hizmet pratiği olduğundan dolayı devletin bu oluşumları tamamen engellemesi için sistematik bir mücadele vermesi gerekiyor. Bunun yapılabilmesi için de tarikat ve cemaatlerin tamamen resmi ve şeffaf yapılara dönüştürülmesi için mücadele vermek şart. Aksi takdirde bu yapıların finansal faaliyetlerini denetlemek de imkânsız hale gelecektir. Yani tarikatlar ve cemaatler tarafından finanse edilen ve işletilen öğrenci evleri meselesi başlı başına yasal sınırların dışında bir pratiktir ve sadece tarikat ve cemaatlerin faaliyetleri yasal sınırlara çekildiğinde yok olabilirler. Yasal sınırlara çekildiğinde bu tarz gayri resmi barınaklar yerine sunulabilecek tek resmi hizmet zaten yurt hizmetlerine dönüşmek zorunda kalacaktır. Bu noktaya gelene kadar izlenecek süreç daha ikircikli olacaktır, çünkü suç unsuru tespit etmeden keyfi biçimde ev baskını yapmak demokratik bir hukuk devletinde mümkün değil. Çözüm aşamasında ülkeyi bir polis devletine döndürmek sağlıklı bir seçenek değil, çünkü bu bir bumerang gibi geri dönüp başkalarına karşı da bir silaha dönüşebilir. Tabii eğer somut bir suç unsuru bulunursa uygulanacak yöntem demokratik bir hukuk devleti sınırları içinde de meşru olabilir. Bu süreç içerisinde bu evlerin takibi en sağlıklı biçimde sosyal hizmetler uzmanları aracılığıyla olabilir. Üniversitelerde ve her yerleşim biriminde gençlerin ulaşabileceği sosyal hizmet uzmanları oluşturulabilir. Bu gençlerin takibi sağlanabilir ve destek sunulabilir. Zaten halihazırda cemaatler kayırıldıkları için hukuk işlemeye başladığı zaman doğal olarak suç tespitleri başlar. Ayrıca soruşturmalar şikâyete bağlı yapılabilir. Evlerde kalan gençlerin eğer uğradıkları bir istismar, şiddet, haklarının ihlali, özgürlüğünün kısıtlanması, hürriyetinden yoksun bırakma gibi durumlar varsa bunları ihbar edebilecekleri veya bunları tespit edebilecek sosyal hizmet mekanizmaları geliştirilmeli. Suç tespiti yapıldıktan sonra da bu öğrenci evinin kapatılması için meşru hukuki zemin de oluşabilecektir. Buna ek olarak da öğrencilerin yaşadıkları istismarı anlamamaları ihtimaline karşı da resmi eğitim kurumlarında öğrencileri bilinçlendirme kampanyalarının düzenlenmesi önemli bir adım olacaktır. Birçok genç huzursuz hissetse dahi, bir başkasından duyana kadar yaşadığı deneyimin istismar içerdiğini fark edemeyebilir. İkincisi, barınma hizmeti sunacak herhangi bir vakfın asla bir ideolojik endoktrinasyon ve baskı pratiğini gençlere dayatmaması için tüm bu tarz vakıflara devletin sıkı denetimlerde bulunması gerekiyor. Üçüncüsü, cemaatlerin ve tarikatların dirsek temasında olduğu somut delillerle tespit edilen vakıfların bu tarz barınma hizmetleri sunmasına karşı kısıtlama getirilebilir. Bu tarz hizmetler sunduğu tespit edilen vakıflara da devletin desteğinin kesilmesi ve kaynak aktarımının önlenmesi alınabilecek bir diğer önlem. Gençlerin sadece ve sadece kendi istedikleri yaşam pratiklerine göre yaşayabilecekleri bir ortamda barınmaları ve bu hizmetlerin seküler bir anayasal düzen anlayışıyla çatışmaması garanti edilmeli. Tarikatlar ve cemaatler tamamen resmi ve şeffaf yapılar olamadığı sürece bu yapılarla bağlantılı olan oluşumların ve vakıfların öğrencilere bu tarz hizmetler sunmasının engellenmesi, anayasal düzenin korunması için gayet meşru bir yöntem olacaktır. Yasal bir zemine oturmadıklarından dolayı, denetlenebileceği şüpheli olan herhangi bir yapının bu hizmetleri sunmasının devlet tarafından engellenmesi, oluşabilecek herhangi bir riske karşı da meşru olacaktır. Ancak bu mesele sadece bu yapıları önleyerek çözülemez. Cemaatler ve tarikatlar, ekonomik olanaksızlıklar yüzünden çaresiz bırakılan aileler ve gençleri kendine hedef olarak belirleyip öğrencileri kendi ağına devşiren ve bu süreçte de bu öğrencileri ideolojik bir tedrisattan geçirmeyi amaçlayan yapılar. Cemaatlerin ve tarikatların yoksulluğu ve çaresizliği suiistimal ederek gençlerin hayatında baskı unsurlarına dönüşmeleri ve sonrasında da toplumdaki pozisyonlarını güçlendirecek biçimde gençleri yetiştirmemelerini sağlamak için yoksulluğa karşı da önlemler alınmak zorunda. Cemaatlerin ve tarikatların beslendiği tabanın bu çaresiz taban da olduğunu görmek zorundayız. Bu insanlar başka bir alternatif olmadığı sürece sunduğu olanaklardan dolayı bu yapılara sürüklenecek, böylelikle de cemaatler ve tarikatların toplumdaki nüfuzu sürekli artmaya devam edecektir. Gençlerin bu tarz yapılara mahkûm edilmemesi için Türkiye’nin güçlü bir sosyal güvenlik ağına ve sosyal devlete ihtiyacı var. Akut bir sorun haline gelmiş olan barınma krizini gidermek için kısa vadede sunulabilecek en pratik çözüm de kamu eliyle öğrencilere barınma hizmetlerinin sunulmasıdır. Öğrencilerin herhangi bir çaresizlikten dolayı alternatif yapılara mahkûm edilmeyecekleri ve tüm yurttaşlık hakları korunarak istedikleri şekilde gençlik yıllarını geçirebilecekleri barınma ortamının sunulması gerekiyor. Bu yol ile yurttaşların özgür bireyler olarak din ve vicdan hürriyeti garanti edilmiş şekilde istedikleri şekilde gelişmeleri ve hayatı keşfetmeleri mümkün. İktidar tarafından haksız kaynak aktarımı yapılan, (özellikle cemaatler ve tarikatlarla dirsek teması olan) vakıfların sahip olduğu yurt işlevi gören mülklerin kamu tarafından geri alınması ve buna ek olarak TOKİ eliyle ivedilikle yeni yurtların inşası, gerektiğinde de öğrencilerin barınma ihtiyaçlarını gidermesi için devletin finansal yardımlarda bulunması gerekiyor. Ayrıca ailelerin de çocuklarını ev dışına, yurtlara göndermek istediğinde bu yurtlara yönlendirilmesi için aktif çaba sarf edilmesi gerekiyor. Birçok aile çocuklarının iradesini hiçe sayarak gençleri cemaat ve tarikat yurtlarına teslim edebiliyor. Ailelerin zorla çocuklarını cemaat veya tarikat yurtlarına teslim etmemesinin ve gençlerin hayatının bir cehenneme dönüşmesinin önüne geçilmesi için gençlere net bir alternatif ve aile baskısı altında kalmadan bu alternatifi tercih etme özgürlüğünü sağlayacak koşullar sunulmak zorunda. Çocukların sadece ailelerinin onlara çizdiği yolun insafına kalması, yeni Enes Kara trajedilerinin yaşanması riskini devam ettirecektir. Tarikatların ve cemaatlerin sağladığı olanaklara bir alternatif oluşturulduğu zaman bu yapılara toplum tarafından duyulan ihtiyaç da doğal olarak azalacaktır. Bu da bu yapıları zayıflatmak için stratejik önem arz ediyor.
Türkiye’de gençlerin hayatını cehenneme çeviren bir suç ortaklığı var. Bunun da üç ayağı var: devlet, toplum ve aile. İşte bu suç ortaklığı bireyin kendi istediği biçimde dünyayla ilişkilenmesinin önündeki büyük bir engeldir.
Enes Kara’nın intiharı bize gençler cemaatlerin ve vakıfların eline bırakıldığında ne gibi trajediler gerçekleşebileceğini çok net biçimde gösteriyor. Bunun bir ayağı devletin bu yapılara bilinçli bir şekilde açtığı alan, diğer ayağı toplum içerisinde gençlere bu hizmeti sunan cemaat ve tarikatlar ve bu yapıların içerisinde dönen korkunç yaşam, bir diğer ayağı ise gençleri bu yapıların içine atan baskıcı muhafazakâr aileler. Türkiye’de gençlerin hayatını cehenneme çeviren bir suç ortaklığı var. Bu suç ortaklığının da üç ayağı var: devlet, toplum ve aile. Bu suç ortaklığı, dünyayla tanışan bir bireyin kendi istediği biçimde dünyayla ilişkilenmesinin önünde büyük bir engeldir. Gençler ne ailelerin ne emanet edildikleri yapıların ne de devletin baskıcı pratiklerine maruz kalmamalı. Bu baskı ve tahakküm zincirine yurttaşların mahkûm edilmemesi için yurttaşların ailelerine, cemaat ve tarikatlara ve hatta baskı uygulayacak hükümetlere karşı korunması demokratik rasyonel laik bir hukuk düzeninde devletin birincil sorumluluğudur. Bu önlemlerin anti-demokratik ve yasakçı bir zihniyet ile özdeşleştirilmesi bireyin özgürlüğünü ve eşitliğini garanti etmekle yükümlü olan demokratik bir yasal düzenin çarpık bir yorumu olur. Buradaki sorun nettir. Her laik demokratik hukuk devletinin yasal sınırları bellidir. Bu sınırların dışına çıkacak faaliyetlere karşı da devletin teyakkuz halinde olması anti-demokratik ve hukuk dışı bir eylem olarak görülemez. Bu tartışmanın dini veya dindar kesimleri hedefe koyma, bu kesimlerin kimliklerini kamusal alanda özgürce yaşamalarına engel olma gibi bir amacı asla olamaz. Ne zaman ki cemaatler ve tarikatlar tamamen şeffaf ve sıkı biçimde denetlenebilir yasal yapılara dönüştürülür, ondan sonra bu tartışma başka bir hal alacaktır. Cemaatler ve tarikatlar olarak adlandırdığımız yapılar toplumdaki tüm diğer derneklere ve vakıflara benzer olarak şeffaf biçimde faaliyet göstermedikleri sürece gayrimeşru yapılar olarak kalacaktır. Lakin buradaki en büyük ikilem de şudur: Cemaatlerin ve tarikatların demokratik ve hukuki anlamda yasal sınırların içinde faaliyet gösterecek yapılara dönüşmesi demek bugünkü tüm özelliklerini az çok yitirmeleri de demek olacaktır. Bu yapıların bugünkü haliyle korunduğu sürece demokratik ve hukuki bir düzene uyum sağlamaları mümkün değildir. Ancak bu yapıların tamamen “dini veya manevi” duygu ve düşüncelerini paylaşan insanlar topluluğuna dönüşüp dönüşemeyeceği de şüpheli. Çünkü bugünkü anladığımız haliyle cemaatler ve tarikatların var oluş biçimleri modern demokratik laik bir hukuk devleti sınırlarının içerisinde faaliyet gösterecek şekilde kurgulanmamıştır. Birçoğunun var oluş amacı bu modern devlet ve toplum yapısına alternatif bir toplumsal yapı kurgulayarak farklı bir otorite hiyerarşisi yaratmak. Bu yapılar da hızlıca mevcut anayasal düzeni değiştirecek veya ortadan kaldıracak faaliyetlere veya devlet içinde kadrolaşma faaliyetlerine yönelebiliyor, anayasal sınırların dışına çıkabiliyorlar. Bundan dolayı da cemaat ve tarikatları baştan savma bir biçimde klasik anlamında sivil toplum örgütleri olarak tanımlamak bir hata olacaktır. Bugünkü haliyle, kavramsal olarak demokratik bir hukuk devleti içerisindeki sivil toplum anlayışına oturtulamaz. Bu haliyle kaldıkları sürece birçok tarikat ve cemaatin demokratik bir hukuk devletinin anayasal düzeninin sınırlarının içerisinde faaliyet gösterip gösteremeyeceği bir muammadır. Bu cemaatleri ve tarikatları motive eden politik ve toplumsal tahayyül, tüm yurttaşlarının bireysel hak ve hürriyetlerini garanti eden modern demokratik laik bir hukuk devletiyle uzlaşamadığı, bu düzene alternatif bir düzen inşa etmeyi arzuladığı sürece de bu uyumsuzluk devam edecektir. Bu gerçekle yüzleşemediğimiz, mevcut halleriyle cemaatlerin ve tarikatların varlıklarının ve faaliyetlerinin demokratik bir düzenle ne kadar uyumlu olabileceği üzerine dürüstçe konuşamadığımız sürece bu sistemik sorunu da çözmemiz mümkün olmayacaktır. Bu yapıların politik ve toplumsal doğasıyla yüzleşmemiz, bu tartışmadan kaçmamamız gerekiyor. Bu sistemik sorunun yoksullukla, aile yapılarıyla, toplumsal değerlerle, siyasal kültürümüzle bağlantılı olan geniş tartışması ve cemaat ve tarikatların nasıl zayıflatılabileceğinin derin şekilde incelenmesi ise başlı başlına bir başka yazının konusu.