Bu yazıda “Firuze” hariç hiçbir şarkısını beğenmediğim Sezen Aksu’yu ve onun söz konusu şarkısında geçen “Selam söyleyin o cahil Havva ile Âdem’e” sözlerini açıkça savunacağım. Bu yazımda hayatım boyunca yapmadığım bir şeyi yapacağım. Sanatından ve kimi zaman siyasi görüşlerinden haz etmediğim Sezen Aksu’yu savunacağım. “Firuze” hariç hiçbir şarkısını beğenmediğim Sezen Aksu’yu ve onun söz konusu şarkısında geçen “Selam söyleyin o cahil Havva ile Âdem’e” sözlerini açıkça savunacağım. Sezen Aksu’nun sanatını oldum olası sevmedim; siyasi görüş ile hiçbir ilgisi de yoktur. Bence şarkılarının çoğunu düzgün okumaz, ağzında evirir çevirir, hep tutan formülü izler ve doğrusu genel olarak Türkiye pop müziğini birkaç örnek hariç sevmem. Kısacası benim için hiçbir anlamı yoktur. Hatta bu olaylı(!) sözlerin çıktığı tekliyi de dinledim, gerçekten çok kötüydü. Ama bu şarkıda tartışma konusu olan sözlerine dini bildiğini iddia edenlerin neye dayanarak karşı çıktığını anlayabilmiş değilim. Sezen Aksu gibi “Yetmez ama Evet’çi” de değilim. Belki son yirmi yılda gerçekleşen tek siyasi kehanetim budur. Çünkü hiçbir zaman Siyasal İslamcı olmamama karşılık Siyasal İslam’ın cirit attığı bir ilde eğitim gördüm; Siyasal İslam’ı ve bir din olarak İslam’ı iyi bilirim. Onun lokallerinde, tekkelerinde, camilerinde, oto sanayilerinde, ticarethanelerinde bulundum ve hatta oralarda büyüdüm. Hiçbir zaman demokratikleşme işareti görmediğim gibi elimden geldiğince bunu herkese söyledim. Siyasal İslam’ın pratiğin yanı sıra teorik arka planı ve genel olarak dünyadaki seyrini de bildiğim için İslamofaşist AKP’nin demokratikleşme fırsatını tiranlığa dönüştürmesine şaşırmadım. Neyse, mevzu benim haklılığım değil. Bu vakitte kimin haklı kimin haksız çıktığını söylemenin ne anlamı var? Haklı çıkmakla böbürlenmeyi bırakıp, bir şeyler yapmamız gereken zamanlar bunlar. Mesela “haklı olduğumu biliyorum o halde doğruyum” diyorum. Bu formül hep işlemiyor. Neden? Çünkü doğruluğunu bilmediğimiz hâlde haklı olabiliriz. O zaman haklı olmanın ne anlamı kalır? Aha...buradan başlayabiliriz; cehaletin tanımından. GNOTHI SEAUTON! Kadim bir kelime bu γνῶθι σεαυτόν (gnothi seauton). Eski Yunancada “Kendini Bil” demek. Kadim Yunanlıların sıklıkla uğradığı Delphoi tapınağının kapısının üstüne bu harflerin kazılı olduğu söylenir. Kendini bilmek ne demektir? Basit bir örnek vereyim. 43 yaşındayım. Bu saatten sonra nöroşirurji uzmanı olmam zordur. Ama mümkündür. Eğer bu konudaki tüm engelleri göze alıp yola çıkarsam, karşımdaki engelleri bilmem gerekir. En büyük engellerden birisi de bir tıp doktoru asistanının zıpkın gibi gençliğinin bende olmamasıdır mesela. Ama bunu da göze alırım. Ve daha da önemlisi, yaşım ne olursa olsun bu mesleğe başlarken tıp ile ilgili hiçbir şey bilmediğimi göze almak zorundayım. Ancak felsefi olarak akıl yürütüyoruz. Henüz sonuna gelmedik. Eğer daha da ileri gidersem tıp konusunda gerçekten çok fazla bilgim olmadığı sonucuna varabilirim. Öğrendikçe öğrenirim, ulnar sinirleri nerededir? Ve saire ve saire…Ancak sonra fark ederim ki ben ancak nöroşirurji uzmanı olabiliyorum, kalp, romatoloji, bevliye, mikrobiyoloji, patoloji..o kadar çok ki. Hepsinde uzman olmam imkânsızdır.
Ve sonra o acımasız gerçekle karşılaşılır; ben aslında hiçbir şey bilmiyorum. Bildiğim şey genellikle ve aslında hiçbir şey bilmediğim.
Sonra üzerine düşünürüm, hepsinde uzman olsam bile bilgim giderek artmamaktadır. Aksine azalmaktadır. Çünkü her ne kadar temel bilgilerin çoğu kimi zaman kalıcı olsa da her zaman yeni bir bilgi ile karşılaşırım; bundan 40 sene önce depresyon için kullanılan klasik monoamin oksidaz inhibitörlerinin tehlikeli olduğunu öğrenirim, serotonin inhibitörlerini ilaç olarak yazarım hastaya. Ancak bu işin sonu gelmez. Bilgim belki maddi olarak her zaman güncel bir bilgidir; ancak felsefi olarak hiçbir zaman yeterli ve doyurucu değildir. Neden? Çünkü bundan üç veya 30 sene önce bildiklerimin değişmesi onları artık güvenilir kılmaz. Değişmez bir doğru olması gerekir bunların arkasında bir ilke olarak. Bu örnekte, 43 yaşındaki (tıp uzmanlığını aldığında 53 yaşında olan) zavallı Argun’un elinde üç seçenek kalır:
  1. Böyle bir doğru yoktur. Bir şüpheci veya sofist olarak yoluma bakarım.
  2. Böyle bir doğru vardır. Bir doğrunun varlığını ispatlamaya çalışırım.
  3. İnandığım bir doğru vardır, ona göre yaşarım.
Eğer ikinci seçeneği seçtiyseniz Tanrı yardımcınız olsun. Şüphesiz bu seçenekler içerisinde en rahatlatıcı olanı üçüncüsüdür. Ancak ne olursa olsun geriye Hazret-i Goethe’nin Faust’unun gece vakti kendi kendine umutsuzca mırıldandığı sözler kalır: Araştırdım, ah, ateşli çabalarla, Felsefe, hukuk ve tıp bilimini, Bir de, ne yazık ki, ilahiyatı! Şimdi de duruyorum burada, bir ahmak gibi, Hiç de akıllanmış değilim. Yüksek unvanım, doktoram bile var, Ve on yıldan beri öğrencilerimin burunlarını, Kâh o yöne kâh bu yöne çekiştiriyorum, Bir şey bilemeyeceğimizi, sonuçta anlamak için[1]! Ve sonra o acımasız gerçekle karşılaşılır; ben aslında hiçbir şey bilmiyorum. Bildiğim şey genellikle ve aslında hiçbir şey bilmediğim. (P.S. Bunu sıklıkla kullanan insanlardan uzak durunuz. Bir insanın bu gerçeği herkesten önce kendisine itiraf etmesi gerçekten zordur, kim bu Sokratik sloganı sık sık kullanıyorsa ya dünya hevesleriyle birilerini etkilemek için entellik taslıyor ya da filozof özentisi olmaya çalışıyordur.) Eninde sonunda öğrendiğimiz bu olur. Dolayısıyla buradan cehaletin tanımını da yapmak kolaylaşır. Bir şey bilmediğini ya da herhangi bir şeyi bilmediğini bilmemek. Cehaleti tanımladık ve üstelik herkesin bunu kendine itiraf edemeyeceğini söyledik. Şimdi de Âdem ve Havva’nın neden kör cahil olduğunu anlayalım. CENNETİN KISA TARİHİ Hemen söyleyeyim; Havva’nın adından Kuran’da bahsedilmemesi, Hristiyanlık ve Yahudiliğin kimi gnostik yorumlarında Havva’dan önce Âdem’i yoldan çıkaran ve günümüzde kimi feministlerce sembol olarak sevilen bir Lilith figürünün olması, Kuran’da düşüşe sebep olan elma yerine adı bilinmeyen bir ağacın geçmesi gibi ayrıntılara girmeyeceğim (bu ağacın buğday başağı olduğu söylenir). Ayrıca Havva’nın düşüşteki azmettirici ve tahrik edici rolü olduğuna yönelik İbrahimi dinlerdeki genel patriarkal söylem de beni ilgilendirmiyor. Üzerine binlerce kelime yazılan şeyleri tekrar etmek istemiyorum.
Sidret-ul Munteha Neptün’dür. Bu ağacın adının geçtiği surenin adı Necm suresi ise Arapça “yıldız” demektir. Cennet, göklerdir.
O halde Âdem ve Havva’yı anlamak için önce onların “kovulduğu” cenneti anlayalım. Mesela cennette çok özel bir yerde bulunan Sidret-ul Munteha’ya bakalım.  Sidret-ul Munteha, Arapça tenha yerdeki sedir demek. Cennette yer alan ve kökleri ters olan bu ağaç, Kuran’ın Necm suresinde iki kere, Sebe suresinde bir kere olmak üzere üç yerde geçmektedir[2]. Anlamı bu olsa da sembolü çok daha derindir. İbn-ül Arabi’ye göre; “İmdi amellerin sureti en yüksek mekân olan Sidret-ül müntehaya kadar vasıl olur. Ve “Sidre” sözlük anlamıyla “kenardaki ağaç” manasına gelir. Ve güneş sistemimizi teşkil eden her bir gezegen bir mertebe derecesindedir. Bundan ötürü “Sidretü’l-münteha” en son gezegenin Hak’ta zuhur etmesinden ibarettir ki buna “Neptün” ismi verilmektedir[3].” Sidret-ul Munteha Neptün’dür. Bu ağacın adının geçtiği surenin adı Necm suresi ise Arapça “yıldız” demektir. Ne demek istediğimi anladınız. Cennet, o dönemin insanlarınca feleklerdi. Yani Uzay. Yani Kaptan Kirk’ün dediği gibi son sınır. Bu cennettir. Akadlar ona “Samu” der, İbraniler ise “samayu”, Araplar ise “al-akhira” (ahiret)[4]. Ancak kimin umurunda? Uzaya cennet veya cehennem demişiz, İbranice “Sama’dan” türetip Türkçe “semaya” kadar devam ettirmişiz. Bu sadece bir tabir meselesi. Kör olan ama hiç de kör bir cahil olmayan John Milton’ın dediği gibi: Zihin, kendi içinde ve kendinde, Cehennemden cenneti, cennetten cehennemi yaratır[5]. O halde uzaydan/cennetten düşen bir çiftten bahsediyoruz. Kuran’ı hatırlarsak: “Andolsun biz, önceden Âdem’e (o ağaçtan yememesini) tavsiye etmiştik, (bizim tavsiyemizi) unuttu. Biz onda bir azim (ve sebat) bulamadık.” (Taha/115)[6]. Bir peygamber Allah’ın tavsiyesini nasıl unutabilir? Burada herhangi bir insandan değil, bir peygamberden hatta ilk peygamberden bahsediyoruz. Yine Milton’da Şeytan’ın söylediği gibi: “Onların mutlu olmalarını sağlayan cehalet mi? İtaat ve imanlarının kanıtı olan[7]?”
Âdem ve Havva’nın mutluluğunun cehaletlerinin temeli olduğuna yönelik yargı da buradan gelir. Doğru, İslam bir peygamber için bunu açıkça söylemekte tereddüt eder ancak bu bir sorundur.
Onların mutluluğunun cehaletlerinin temeli olduğuna yönelik yargı da buradan gelir. Doğru, İslam bir peygamber için bunu açıkça söylemekte tereddüt eder ancak bu bir sorundur. Mineke Schipper’e göre bu kimi Müslüman düşünürler için öyle büyük bir sorun ki bunun Âdem’in kaderinde olduğunu düşünmek zorunda kaldılar[8]. Ancak o zamanda insanların cüzi irade özgürlüğünü savunan Ortodoks İslam görüşlerini rafa kaldırmaları gerekti. Eğer Âdem bu yanılgı ile malul ise peygamberlerin hatalı olduğunu kabul etmek ile insanların irade özgürlüğü arasında bir seçim yapıldı; insanlar seçimlerinde özgürdü (aksi halde cennet ve cehennemin anlamı nedir?) ama Âdem yanılmıştı. İslam’daki tüm enbiya literatürünü taramaya gerek yok; peygamberler yanılabilirler ve yanılmak cehaletin ikrarıdır. Bu olay üzerine gelen tepkiyi söyleyen bir Youtube videosunu izledim. Karşı önerme olarak Kuran’da geçen Allah’ın Âdem’e “harfleri ve hayvanların isimlerini öğrettiğine dair” Bakara Suresi’nin 31-33. ayetlerini örnek vermekteydi. Komik…Tek kelimeyle acınası bir savunudur bu. Ankebut suresi 48. Ayet, bizzat Muhammed’in ümmi (okuma yazma bilmeyen) birisi olduğunu söyler. Aksu’nun kastettiği “cehaletin” aslında okuma yazma öğrenmekle ilgisi olmadığını tahmin etmek zor değildir. Alesia Savaşı’nda Galyalı binlerce masum çocuk ve kadını kılıçtan geçiren Roma imparatoru Sezar okuma yazma bilirdi ve üstelik kitap da yazmıştı. Hitler de öyle. İslam tarihinde en zalim karakterlerden birisi olarak kabul edilen Emevi valisi Haccac bin Yusuf’un Kuran öğretecek bilgisi vardı. Daha yazmak isterdim. Spinoza’dan örnek verebilirdim. Âdem’in epistemik “unutkanlığına” benzeyen unutkanlığı kötülüğün temeli olarak gören Platon’dan. Ancak bu kadar “cahilliğe” karşı örnek vermenin anlamı nedir onu bilmiyorum. Aksu’nun bu ifadesine karşı ona “haddini bil” diyen Müslümanlar, henüz kendi dinlerinin temelini bilmiyorlar. Ve dünyada en tehlikeli şeylerden birisi inancını bu şekilde savunan gruplardır. Bu gibi insanların anladığı makul bir dil ne yazık ki yoktur. Esen kalın. Gelecek hafta görüşmek üzere. --- [1] J. Wolfgang Goethe, Faust, çev. Nihat Ülner, Öteki Yayıncılık, Ocak 1995, s.21. [2] https://islamansiklopedisi.org.tr/sidretul-munteha [3] Ahmet Avni Konuk, Füsus-ul Hikem, Tercümesi ve Şerhi II, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, 4. Basım, Aralık 2005, s.7. (Ahmet Avni Konuk’un eski Türkçesinden ben Türkçeleştirdim, hatalarım için özür dilerim). [4] J. Edgar Wright, The Early History of Heaven, Oxford University Press, 2000, s.52. [5] John Milton, Paradise Lost, Penguin Popular Classics, 1998, s.14. [6] Kur’an-ı Kerim ve Yüce Meâli tercüme Prof. Dr. Süleyman Ateş, Kılıç Kitabevi, s.319. [7] Milton, Paradise Lost, s.99. [8] Mineke Schipper, Adem ve Havva Her Yerde, çev. Arlet İncidüzen, Ayrıntı Yayınları, 2012, s.194.