‘Bütün kara parçalarında’

Abone Ol
Milliyetçiler, sıklıkla “bölücüler” diye soyut birilerinden söz eder ama günün sonunda, bir toplumu birbirinden uzaklaştıran, onu bölen, insanları gönüllü vatandaşlardan mecburi vatandaşlara çeviren de milliyetçilikten başka bir şey değildir. Sarayında hep Fransızca konuşan, Voltaire’in arkadaşı Alman Kralı Büyük Friedrich, çarpılıp kaldığı Potsdam’da bir saray inşa ettirmeye karar vermişti. Ama sarayın bahçesi olarak planlanan alanda bir yeldeğirmeni vardı. Kralın adamları ne yaptılarsa, ne teklif ettilerse değirmenciyi değirmenini satmaya ikna edemediler. Gözünü korkuttuklarında da “Berlin’de hakimler var!” dedi değirmenci. Haklıydı, bugün bile Sansoucci’nin bahçeleri değirmenin etrafından dolaşır. Adaleti aradan çekip çıkardığınızda o toplumu bir arada tutma şansınız kalmıyor. Birilerinin kayırıldığı, suça bulaşanların cezasız kaldığı hatta taltif edildiği görülür ve bunun sistematik bir şekilde yapıldığına dair bir kanı yerleşirse zihinlere, isyanların, ayaklanmaların, devrimlerin önü açılıyor. Bir kralın ya da bir hükümetin iyi anılması ya da iktidar gücüne sahip olduğunda toplumunun bütün kesimlerinin rızasını alması için adaleti doğru dağıtması gerekir. Bunu söyleyince, adaletle oynayarak meşruiyet sınırlarının dışına çıkmanın mümkün olduğunu da söylemiş oluyorum. Toplumun rızasıymış, hukukmuş, uluslararası anlaşmalarmış… Adaletten vazgeçtiğinizde hepsinden, her şeyden vazgeçebiliyorsunuz. Friedrich döneminde bile Berlin’de hakimler vardı ama Nazi Almanyasında ne hakim ne hukuk vardı. NAZİ DÖNEMİNDE HUKUK ÖĞRENCİSİ OLMAK Sebastian Haffner, Bir Alman’ın Hikâyesi’nde kendi macerasını anlatırken hukuk kampına yer verir. Nazi Almanyasının her kurumu parti politikalarıyla uyumlu hale getiriliyordu. Haffner, bir hakim adayı olarak bunun birinci elden tanığıydı. Yahudilerin hakimlik, avukatlık yapması yasaklanmıştı. Stefanie Zweig’ın sinemaya uyarlanıp Oscar kazanan otobiyografik romanı Afrika’nın Hiçbir Yerinde’de Walter Redlich’i Kenya’da görürüz. Naziler iktidardır ama savaş henüz başlamamıştır. Kapağı bir şekilde Kenya’ya atan Walter’in tek isteği, -bugünkü adı Wroclaw olan- Breslau’daki ailesini de yanına getirmektir. Almanya’daki avukatlık diploması bu yeni geldiği dünyada hiçbir şey ifade etmeyen Walter, bir çiftliği çekip çevirmekle iştigal ederken, artık bir parçası olduğu toplumun dilini ve kültürünü öğrenmeye çalışır. Kristal Gece’ye ve savaşa hazırlanan Almanya’nın Hitler’in kırk dokuz yaşına basmasını kutladığı gece, Jettel’le Regina’yı taşıyan tren de Nairobi’ye yanaşır. Havalı, güzel bir kadın olan Jettel ile kızları Regina yanına geldiğinde sorunların biteceğini sanırken her şey Walter’in beklentisinin tersine gelişir. Buzdolabını getirmek yerine pahalı bir gece elbisesi almayı tercih eden Jettel’in Afrika’ya alışması hayli zordur. Yerlilere birer köle muamelesi yapar önceleri, onları pis, sefil, cahil, vahşi yaratıklar olarak görür. Nazi Almanyasında kalmayı Kenya’ya tercih edeceğini Walter’e söylediğinde samimidir, ama kısa zaman sonra ailesinden gelen mektup gettodan, işgalden, çalışma kamplarından söz ettiğinde anlar dehşetin boyutunu. Bir süre sonra, Polonya’dan Kenya’ya gelen mektuplar kesilir. Radyodan savaşın gidişatına dair bilgi toplarken Avrupa’daki savaş Afrika’ya da taşınır. İngiliz ordusuyla birlikte savaşma fırsatını yakaladığında içi içine sığmayan Walter, yıllar sonra bir işe yarayacağımı hissediyorum, der ve askere yazılır. Artık o haki üniformasının içinde “Çavuş Walter” olmuştur. Nazi ordusu Stalingrad’dan, Afrika’dan, Normandiya’dan sökülüp atılınca Redlichlerin  önünde hayata üçüncü kez başlamaları için bir ihtimal belirir. Savaş bittiğinde geri dönmek isterse Frankfurt’ta hakimliğe atanacağı haber verilir Walter’e. Ayrıca, vatandaşlığa da geri alınacaktır. Ama geçen zaman içinde Jettel’le Regina kaderlerini iyiden iyiye Afrika’ya bağlamışlardır, geri dönmek diye bir istek ya da dilekleri yoktur, kendilerini Afrika toprağına ait hissetmektedirler. Waşter, geri dönmek ve artık Almanya için bir şeyler yapmak istediğini söylediğinde karısı beklemediği bir sertlikte karşı çıkar ve şu can alıcı soruyu sorar: “O ülkeye hâlâ nasıl inanabiliyorsun?” Ve devam eder: “Sence Naziler birden kayıp mı oldu? Ailelerimizin katilleriyle uğraşmamız gerekecek.” Ailelerinin katilleriyle uğraşma kısmını bir yana bırakıp Jettel’in sorusu üstünde biraz kafa yorabiliriz. Nazilerin birden kaybolmadığı bir hakikat, öte yandan, işte partinin her seçimde aldığı oy oranına baktığımızda on sene öncesine kadar aman aman bir üstünlüğü olmadığını görüyoruz. SAVAŞ BİTİNCE FAŞİZM DE BİTTİ Mİ Komünistler hayli güçlü, başka partiler de var ama kırkların başına geldiğimizde sadece Nazileri görüyoruz, sadece siyasette değil, marangozhaneden stadyumlara, izci kamplarından avukatlık bürolarına kadar, her yerde sadece Naziler var. Arı kovanını çomaklar gibi Jettel’in sorusunu biraz çomaklamak istiyorum. Nazilerin birden kaybolmadığı kabul edelim. İyi de Naziler, birdenbire mi geldi? Nazi aşırılığının ekonomik buhran, korkunç enflasyon, savaşı kaybetmenin getirdiği aşağılanmışlık duygusu ve birçok dış etkenin bir araya gelmesiyle filizlendiği kabul edilir. Ayrıca Nazi iktidarı, dünyadaki “tek adam diktatörlükleri” dönemine de denk düşer. Gelgelelim, filizin büyüyüp serpilmesi için bir tohumun olduğunu kabul etmemiz lazım. Yani en iyi dönemlerde bile bir tohumun varlığında hemfikirsek, Jettel’in sorusu iyice tuhaf bir hal alıyor çünkü hiçbir zaman kaybolamayacak bir tohumun varlığını konuşuyoruz. Peki, bu tohum ne olabilir? Ben bunun militarizm olduğunu düşünüyorum. Bismarck’ın 1871’de ektiği militarizm tohumu şartlar elverdiğinde adeta vitaminli sularla bir anda büyüdü ve diğer bütün canlıları yok etmeye programlanmış kökleriyle de yaşamak için öldürmeye başladı. Jettel, “o ülkeye,” diyordu, iyice yabancılaşmış bir şekilde. “Öteki” olmadan varolmayan milliyetçilik, kaçınılmaz olarak iç ve dış düşmanlar yaratır. İç düşmanlar, gene milliyetçilik aracılığıyla doğdukları yere yabancılaşır, hatta gün gelir onu görmeye dahi tahammül edemez olurlar. Jettel, Kenya’ya gelmeden önce kendisini herhangi bir Alman kadar Alman hissettiğini söylüyordu. Ne eksik ne de fazla, herkes kadar. Ama savaştan sonra Almanya’ya dönmek istemeyen de o oldu. Milliyetçiler, sıklıkla “bölücüler” diye soyut birilerinden söz eder ama günün sonunda, bir toplumu birbirinden uzaklaştıran, onu bölen, insanları gönüllü vatandaşlardan mecburi vatandaşlara çeviren de milliyetçilikten başka bir şey değildir. Jettel’in sorusuna dönelim. Naziler ne birden var oldu ne de birden yok oldu. Zehirli çiçekler açan o tohumun filizlenmemesi için suyu kesmenin yolu, her şeyden önce kişilere değil kurumlara bağlı bir adalet sistemini tesis etmekten geçiyor. Tabii bir de küresel ölçekte dayanışma çünkü bu meret bir yerde filizlendi mi öteki tohumlar da anında hareketlenmeye başlıyor. Bir ülkeye inanmadan onu dönüştüremezsiniz. Jettel, kendini günden güne daha fazla Afrikalı hissediyordu, Walter’se “o ülkeye” hep inandı. Goethe, Schiller, Zweig, Mann, Hesse, Marx, Kant, Weber, Bach… İnanmak için çok sebebi de vardı.