En iyisi feri sönmüş ruhlarımıza “black friday” indiriminden  aldığımız highlighterden sürelim de biraz parlaklık gelsin. Griye bürünen caddeleri, sokakları “ikincisi yüzde 50 indirimli” allıklarla renklendirelim. Montu ancak 36 taksitle satın alabilirken, kendimizi şanslı hissedeceğimiz muhteşem mevsime eriştik şükür. “Kara Cuma” şeklinde adlandırılan bu dönemi “endişeli muhafazakârların” hassasiyeti sonucu Efsane Cuma’ya dönüştürerek büyük bir vebalden de kurtulduk hamdolsun. Özetle üç kuruşluk mutluluğumuzu elimizden alanların uydurmasıdır; airfryer ya da robot süpürgeyle huzura kavuşacağımız aldatması. Tükenişlerimizi unutturmanın en kolay yolu, tükettikçe mutlu olacağımıza inandırılışımızdı belki. Özgürlüklerimizi kelle pahasına bile elimizde tutamazken, dört bir yanımızı saran reklamların, esiri olmamız da “unutma” sürecinin bir reçetesi olsa gerek. Alışveriş ve tüketme arzumuz (muhtemel ki içinde bulunduğumuz ekonomik çöküşün de etkisiyle) otorite/medya eliyle körükleniyor. Pandemi döneminde bile sahilde dolaşmak, parkta oturmak yasak iken AVM’leri açık tutmak, “tüketici” rolümüzü/görevimizi hatırlatmak içindi muhtemelen. “Yeter ki tüket, ne tüketirsen tüket, ama mutlaka tüket, parayı, duyguları, doğayı, mental sağlığını, elinde olanı, olmayanı tüket.” Kapitalizmin genel geçer mottosu bu çünkü… İstemesek de tüketiyoruz, cumalar “efsane” olmasa da… Sürekli elimizden alınıyor anılarımız, mekanlarımız, alanlarımız ve daha bir sürü şey… Farkına kolay varamasak da en çok bizi ya da bize ait olanı tüketiyorlar, daha doğrusu elimizden alıp yok ediyorlar. Dostlarla “demli bir çay veya aromalı kahve eşliğinde yapılan, karşılıklı sohbetin getirdiği sosyalleşme” olasılığımız azaldıkça, elimizdeki karton bardaktaki uyduruk kahvelerle caddeleri turlamaya başladık. Sinemada film izleme keyfi ücretli film/dizi kanallarıyla yer değiştirdi. Festivaller/konserler teker teker iptal oldu. (Mohsen Namjoo’yu canlı dinletmediniz ya, daha ne diyeyim.) Dayatmalar ve kısıtlamalar arasında kendimizi nereye savursak “yasak” ile karşılaştık. Ve her yasakta daha çok tükendik. 13 Kasım’da İstiklâl Caddesi’nde yaşanan bombalı saldırının haberini, (belki de başka seçeneği olmadığından) TV karşısında pazar akşamını geçirmek isterken duydu milyonlarca insan. O gün 6 insanımız öldü, onlarcası yaralandı. Zafiyeti, seçimi, terörü, istihbaratı, ayakkabı numarası ayrı bir konu. Lakin İstiklâl ilk kez kana bulanmıyor. 2016 yılındaki saldırı hala hafızalarımızda taze. İnsan hayatına kasteden her eyleme/örgüte/yapıya “lanet olsun” derken, özgürleştiğimiz alanların elimizden alınmasına sessiz kalmamız mı gerek? Saldırının ardından (olayın tek suçlusu olan!) banklar ve beton saksılar kaldırıldı… Yani ucuz yollu bir sosyalleşme aracı olarak “karton bardakta kahvelerimizle” oturup iki çift laf edebileceğimiz/soluklanabileceğimiz alanlar yok edildi. (Sultanahmet saldırısında camiyi, 10 Ekim katliamında Ankara Garı’nı da kaldırsaydık o zaman.) Ne yazık ki bu tür bir saldırıyla hem de sonrasında yaşanan gelişmelerle de ilk kez karşılaşmıyor İstiklâl. Ve ilk kez eksilmiyor özünden. Emek Sineması’ndan tarihi kitapçılarına, cumhuriyetten eski mekanlarına kadar sosyal, ekonomik ve sanatsal bir merkez sayılabilecek bu muhit, günlük siyasetin ve konjonktürün etkisiyle “kültürel ve tarihi” değerini “kültürsüzlük” ile yer değiştirmişti çoktan. Ve bu değerler “taksim taksim” eksildi bizden.
Korkum şu ki; bu kadar kısıtlamanın, eksilmenin, yitimin ardından İstiklâl, büyük şehirlerin adını duymadığımız, duysak bile yolumuzun düşmediği, düşse bile hatıralarımızın birikmediği, bir caddeye dönüşecek.
Alınan/alınması gereken önlemlerin gerekliliği üzerine ahkam kesmek istemiyorum. Ancak İstanbul Valiliği tarafından dün açıklanan yeni kısıtlamalar da zaten sesi kısılmış, benliği öksüz kalmış İstiklâl’i daha da silikleştirecek cinsten. Bu kısıtlamalarla bir pasajın önünde gitar çalan gençlerin ezgilerinden, kestane kokusundan, sokak simidinden, haşlanmış mısırdan, “gel abla gel” nidalarıyla ürün satma telaşındaki işportacının kahkaha garantili şovlarından, köşe başında yer edinmiş pandomim gösterilerinden mahrum kalacak İstiklâl. Önemsiz gibi görünse de kenti kent, insanı insan yapan düzlemini yitirecek. Şimdilik kulaklığımıza yansıyan müziğimizle, ellerimizi cebimizde boydan boya yürüme özgürlüğümüz var İstiklâl’de. (Yarın ne olur bilemeyiz elbet.) Yine de artık caddeden geçerken, gözümüz saldırının yaşandığı noktaya ilişecek bir süre. Belki yitirilenlere dua, belki yaşananlara sövgü, belki gelecek günlere ilişkin kaygı hissiyle devam edeceğiz yürümeye. Korkum şu ki; bu kadar kısıtlamanın, eksilmenin, yitimin ardından İstiklâl, büyük şehirlerin adını duymadığımız, duysak bile yolumuzun düşmediği, düşse bile hatıralarımızın birikmediği, (gerekli durumda Google Maps ile yol tarifi bulunmuş türden) bir caddeye dönüşecek. En iyisi feri sönmüş ruhlarımıza “black friday” indiriminden  aldığımız highlighterden sürelim de biraz parlaklık gelsin. Griye bürünen caddeleri, sokakları “ikincisi yüzde 50 indirimli” allıklarla renklendirelim. Dur şekerim bakayım acaba kargom nerede?